• Sonuç bulunamadı

İnanç ve İman Ayrımı

4.4. İman Etmek

4.4.1. İnanç ve İman Ayrımı

Bir şeye duyulan inanç, sadece inanç derecesinde kalırsa ‘fikri tasdik’ olur ki, böyle bir inançta, iman seviyesine ulaşamaz ve kişinin pratik hayatında gözle görülür bir etkide bulunmaz. Dolayısıyla iman seviyesine ulaşmayan bu fikri kanaat, ‘kör bir inanç’ olduğu için de dini bir değer taşımaz. Bu şekildeki inanç-iman ayrımı ise fi- deizmin temelini oluşturmaktadır. Bu açıdan bakıldığında, sırf rasyonel düşünce ile ulaşılan ‘filozofların Tanrıları’na inanç, insanın varoluşsal boyutuna seslenmeyen ve dini anlamda bağlılığın ve duygusal emniyetin gerçekleşmediği ‘kör bir inanç’ olmanın ötesine geçemez. Çünkü onların Tanrıları duygunun, içselliğin, bağlılığın, kısaca dini

tecrübenin Tanrısı değil, tecrübeden bağımsız soyut akıl yürütmenin Tanrısıdır. Nihaye- tinde, rasyonel düşünme ve akıl, kurtuluşa ulaşmak için gereken şiddetli duygusal bağlı- lıktan kaçınmayı, bunun tersine bilimsel anlamda uygun olan bağlılık ve nesnelliği gerektirir (Tüzer, 2006: 14). Kısaca söyleyecek olursak insanların çoğu, Tanrı'ya inanır ancak iman etmez. Bu şu demektir; sadece kişi bir Tanrı’nın varolduğuna, evrende bulunan her şeyi de yarattığına inanır ancak bu kişinin hayatında din ve onun söyle- dikleri çok fazla yer almaz, yani bu kişi dinin gereklerini yerine getirmez, inandığı dinine göre değil de kendine göre yaşar.

Oysa iman yeniden doğuşu ve bağlılığı gerektirir. Çünkü Tanrı’ya iman eden kişinin, dininin gereklerini yerine getirmesi çok önemlidir. Zira ancak o zaman Tanrı’ya ulaşabilecektir. Kişi, Tanrı’ya ulaştığında ise, artık O’nunla samimi, içten bir ilişki kura- bilecek, böylece de huzuru bulacak ve bütün olumsuz düşüncelerden kendini arındırabi- lecektir. Çünkü kişinin Tanrı’ya güveni tamdır. Dolayısıyla bu bağlılık olmadan Tanrı’ nın varlığı bizden gizlenmiş kalacaktır. Özellikle Pascal ve Kierkegaard, Tanrı’yla ilgili araştırmaların Tanrı’nın gizliliğinden dolayı kaçınılmaz olarak başarısızlıkla sonuçlana- cağını iddia eder. Örneğin Hume’a göre her insan kendi özel inanç sistemi içerisinde ya- şar. Kendilerine göre yaşadığımız bu nihai ön kabuller ve inançlar akıl ve delillerle doğ- rulanamaz; ancak, onlar bir takım içgüdüsel yaklaşımlarla benimsenir. Bu yüzden fide- izm, duyuların yanıltıcı niteliğine, aklın yetersiz, sınırlı ve hatta bozucu olduğuna, bi- limsel hakikat denen şeyde sürekliliğin ve mutlak kesinliğin bulunmadığına dikkati çe- kerek ilahi inayet ve dini hakikatlerin kesinliğine göndermede bulunur. Sözgelimi, Montaigne; “herhangi bir ölçüt bulunamadığından dolayı tüm yapabileceğimiz, yargıyı askıya almak ve Tanrı’nın bize verdiği hakikatleri sorgusuz sualsiz kabul etmektir. Ne yazık ki ona göre Hıristiyanlar, ancak ve ancak ilahi inayetin özel bir lütfu ve iman ile oluşan inançlara destek sağlamak için insan aklına başvuruda bulundukları zaman hataya düşmüşlerdir. Hâlbuki dinin derin sırlarının kesin bir kavranışı akıl ile değil, ancak iman ile mümkündür” (a.g.e., 15).

Ernst Cassirer’e göre (1874-1945), Augustinus, aklın gücünü abartanları eleşti- rir; “akıl bize açık seçik olanın, doğruluğun, bilgeliğin yolunu gösteremez. Çünkü o, kendisi anlamca belirsiz, kökeni yönünden giz dolu bir şeydir. Bu giz ise ancak Hıristi- yan esinlenmesiyle çözülebilir” (Cassirer, 1997: 23). Çünkü Augustinus’a göre Adem’in

düşüşüyle birlikte aklın tüm özgün gücü bulanıklaşmıştır. Böylece akıl hem kendi yolu- nu hem de Tanrı’ya giden yolu bulamaz, kendini yenileyip kendi çabasıyla ilk özüne dönemez hale gelmiştir. Bunun için doğaüstü bir güce, onun inayetine gereksinim duyar Kısaca akıl bizi hakikate ulaştırabilecek, en azından tek başına ulaştırabilecek bir güç değildir.

Hume’un, Hıristiyan dininin karakteristiğini tahlil ettiği ‘İnsan Zihni Üzerine Bir Araştırma’ adlı eserindeki düşünceleri ve onun rasyonel bilgi hakkındaki şüpheciliği, Kierkegaard üzerinde önemli ölçüde etkili olmuş ve onun tarafından takdir görmüştür. Hume şöyle der: “Çok kutsal olan dinimiz, akıl ve mantık üzerine değil de, iman üzeri- ne kuruludur... Hasılı biz, Hıristiyan dininin mucizelerle elele gidişinin, yalnız başlan- gıçta olmuş olmayıp, bugün bile, mucizesiz olarak, aklı başında hiçbir insanın inanını elde edemeyeceği sonucuna varabiliriz” (aktaran Tüzer, 2006: 16). Bu açıdan Kierke- gaard’ta Tanrı’nın varlığını delillerle veya felsefi kanıtlarla desteklemeye çalışan akılcı teologları bile reddeder. Dolayısıyla Kierkegaard’ı radikal bir fideist olarak nitelendire- biliriz. Çünkü ona göre dini hakikatler, rasyonel düşünceyle, makul delillerle destekle- nen ya da doğrulanan hakikatlere zıttır. İmanın böyle bir hakikate dayanılarak anlaşıl- ması, kaçınılmaz olarak paradoksları doğuracaktır. Dolayısıyla akıl, iman ile çelişir ve dini hakikatlere ulaşmak için uygun bir araç değildir. Zira imanın konusu olan hakikat- ler aklı aşar ve çürütülemezler.

Bu yüzden Kierkegaard, özellikle nesnel araştırma ile imanlarını anlaşılır kılma- ya çalışan filozofların veya kişilerin, çabaları sonucunda ulaşacakları şeyin ‘olası’ ola- cağını söyler ve bu tür bir anlaşılır kılma sürecini de komedi olarak niteler. Ona göre imanın objesi saçmadır ve bu saçmalık, inanılabilecek tek objedir. Ne var ki, nesnel araştırma sonucunda bu saçma yani imanın objesi olan, olası olacaktır (a.g.e., 26). Dolayısıyla dini konularda nesnel akıl yürütmeyi her zaman eleştiren Kierkegaard için iman kesinlik arz etmeli ve şüpheyi dışarıda bırakmalıdır. Çünkü iman, nesnel akıl yürütmeyle doğrulanamayan bir ‘sıçrama’ gerektirir. Ancak bu inananın, imandaki hata ihtimalini dikkate almaması anlamında değil, tam tersine hata riskinin farkında olmasını da içerir. Zira kişinin kendisini iman içinde tutması, nesnel belirsizliğin kabulünü gerek- tirmektedir ki, bu da imandaki bağlılığa gönderme yapar. Ancak imandaki bu bağlılık, herhangi bir tarihsel araştırma veya empirik akıl yürütmeye dayandırılamaz. Eğer

dayandırılırsa, o zaman inanan kişi gelecekteki yeni gelişmeler ve bilgiler sonucunda dini bağlılığını her zaman ertelemesi gerekecektir.

Başka bir şekilde ifade edecek olursak iman eden kişi için iman, nesnel bilgiler gibi kesinlik arz etmesine rağmen gerçekte iman, olasılıklar üzerine temellenir. Evet, iman bilgi kadar kesin olmayabilir, ancak vehim gibi desteksiz de değildir. O, bazı kanıtlara sahip olmakla birlikte kesinlik ifade etmez. Ama inanan insanın Tanrı’ya yönelik olarak taşıdığı derin ve sıcak duygular, imanı bireyin kendisi için bilgiden daha güçlü hale getirir. Çünkü imanda etkin olan, insanın hisleri, kalbi, ruhu ve aklıdır ki, bu da imanın bireyselliğini gösterir. Buna karşın toplumsal bir özellik taşıyan inanç, içinde yaşanan toplumun kültürüne bağlı olarak gelişir. Ve toplumda yaşanan değerler, birey- lere inanç olarak geçerken, bu inançların bireyin duygularıyla beslenmesi, onları iman haline getirmektedir. Bu gerçeği Tolstoy şöyle ifade eder: “Din... kendi dışımızda göz- lemlenen bir olgudur. İman... ise bu olgunun içimizde tecrübe edilmesidir” ve o şuurlu bir ilişkidir (aktaran Kayıklık, 2005: 135,137).

İnanç ve iman arasındaki asıl fark büyük ölçüde psikolojiktir. İnanç, inanılan nesneye karşı güçlü, pozitif bir duygusal tutum içermez. Biz yarın yağmurun yağaca- ğına, sınavda başarılı olacağımıza, Tanrı’nın varlığına inanırız. Ama bunlardan sadece Tanrı’nın varlığına iman ederiz. ‘Tanrıya iman etmek’, sadece sözel bir inancı ifade etmez, inananda saygı uyandıran bir sadakati de ifade eder. Dinsel anlamda ‘inanmak’ eyleminin karşılığı olarak kullanılan ‘inanç’ değil ‘iman’dır. İman teriminin içinde barındırdığı bir diğer özellik, inanan için bir risk taşımasıdır. Yarın yağmur yağacağına inanmam benim için bir risk taşımaz. Oysa Tanrı’nın varlığına inanma konusunda risk vardır (a.g.e., 136). Çünkü Tanrı’nın varlığını iki kere ikinin dört ettiği gibi bilemeyiz. Buradan da inancın daha çok bilgiye ve kesinliğe, imanın ise teslimiyet ve bağlılığa dayandığını söyleyebiliriz

Kierkegaard’a göre iman için her zaman çok güçlü bir irade ve sınırsız bir tutku gereklidir. Böyle sınırsız bir tutku da, imana ulaşmada büyük bir riski göze almayı öngören nesnel bir ihtimalsizliği ya da belirsizliği gerektirir. Kierkegaard, böyle bir imanı ve bu imanın en değerli örneğini Korku ve Titreme adlı eserinde İbrahim Peygam- ber üzerinden verir. Buna göre gerçek iman sahibi, çok düşük bir başarı için bile çok

büyük fedakârlıklarda bulunmak zorundadır (Tüzer, 2006: 25). Onun tanımladığı bir mümin, sadece bir Hıristiyan olarak yaşamalı ve sadece Hıristiyanlığın hakikatini düşü- nerek veya ona sahip olarak değil, onu yaşamında eyleme dökmelidir.

4.4.2. İman

Tezimizin konusu olan umutsuzluğun çözümü olarak gördüğümüz imanı, Kierkegaard Korku ve Titreme adlı eserinde ele alır. Bu kitabın tamamı İbrahim’in oğlunu Tanrı için kurban etmesi olayına ayrılır. İbrahim örneği ile Kierkegaard, gerçek imanın ve Hıristiyan’ın nasıl olması gerektiğini göstermeye çalışır. Çünkü kendi çağındaki insanlar inançlarını, gerçek anlamda bilmeden, önemsemeden ve yüzeysel yaşamaktadırlar.

Bu nedenle Kierkegaard’ın tüm eserlerinde cevabını bulmaya çalıştığı soru ‘Nasıl Hıristiyan Olabilirim?’dir. Kierkegaard için önemli olan neye inandığımız değil, nasıl inandığımızdır. Çünkü inanca ilişkin ne, nedir gibi sorular inancın nesnelleşmesine yol açtığı için nesnelliği ifade eden ‘ne’ sorusuyla değil, öznelliği ifade eden ‘nasıl’ sorusuyla ilgilenir. O Tanrı’nın varlığını kanıtlamaya çalışmaz. Ona göre Tanrı’yı bil- meye ve anlamaya çalışmak, Tanrı’yı bilgi, düşünce, kavram haline getirmektir ki bu da bir çeşit ‘putperestlik’tir (Taşdelen, 2004: 245). Çünkü Tanrı diye kendi kafasındaki bir düşünceye, kavrama tapar, ona yalvarır. Oysa dinsel olan, bireyin kendi yaşamının anla- mının araştırıldığı alandır.

Kierkegaard söylediklerini iki varoluşsal alanı temsil eden iki kahramanın, Tra- jik kahraman ve iman şövalyesi, eylemleri ile kanıtlamaya çalışır. Trajik kahramanın model kişisi, kızı İphigenia'yı, ülkesinin ve halkının kurtuluşu için tanrılara kurban olarak sunan Agamemnon'dur. ‘İman şövalyesi’nin model kişisi ise oğlunu Tanrı'ya kurban olarak sunmak için harekete geçen, eyleminde etik olanı teolojik olarak askıya alan İbrahim’dir. Trajik kahraman anlaşılabilen, eylemleri evrensel dile çevrilebilen bir kişidir. Kendisi için ağlanabilir, ağıtlar yakılabilir, onun yaptığı kahramanlığı anlaya- bilir, büyük acısını hissedebilir, ıstırabını paylaşabilirsiniz. İbrahim'in durumu ise bil- giyle, düşünceyle, tutarlılıkla, rasyonalite ile anlaşılabilecek bir tutum değildir. İbrahim,