• Sonuç bulunamadı

İman Sıçraması

4.4. İman Etmek

4.4.3. İman Sıçraması

Kierkegaard, Tanrı ile insan arasında yalnızca imanla doldurulabilecek bir boş- luk olduğunu ileri sürer ve bu görüşünü ‘iman sıçraması’ deyimiyle dile getirir. Yaşama karşı estetik ve etik tepkilere ağırlık vermekle birlikte, bunların insanı kaygı ve umutsuzluktan kurtaramadığını, insanın Tanrı ile kuracağı ilişkinin önemli olduğunu vurgular.

Kierkegaard İbrahim’i Danimarka’da yaşayan modern bir kahraman olarak hayal etmeye çalışır. Ona göre, Tanrı’dan gelen emri delil göstererek oğlunu kurban edeceğini söyleyen biri modern toplumda nasıl algılanırdı? Hiç kuşkusuz ‘deli’ olarak. Filozofun bu kıssayı ‘güncelleyerek’ tartışmasının nedeni varoluşun kaçınılmaz sonucu olan inan- cın sadece ‘akıl’ ile açıklanamazlığını ispat etmeye çalışmaktı. Ona göre modern bireyin İbrahim’in ve oğlunun teslimiyetini sadece akılla ölçüp tartarak anlaması imkânsızdır. Ne yazıktır ki modern dünyada elinde ‘akıl’dan başka bir şeyi de kalmamış olan birey, kendisini yaratan güçle bağlantısını kesmiştir.

Kierkegaard, anlatılamaz olanı (iman) anlatmaya çalışıyordu. Ancak anlatama- yacağını, yalnızca yakınından geçebileceğini biliyordu. Ama hiç değilse bakışları o yö- ne çevirebilirdi. Bunu da mı başaramadı! O zaman hiç değilse kendi gözlerini o zirveye dikebilmek, kendini anlayabilmek, ulaşamasa da yaklaşabilmek, yaklaşamasa da yöne- lebilmek istedi ( 9).

Kierkegaard, iman sıçraması yapabilmek için bir kişinin ilk önce acılara katlan- mayı öğrenmesi gerektiğini söyler. Aslında acı, bütün varoluşsal alanlarda ortaya çıkan bir durumdur. Örneğin estetik varoluş alanında haz ve mutluluk iyi talih iken, acı ve şanssızlık kötü talihtir. Acı çekme burada talih ve talihsiz kavramlarına bağlanarak rast- lantısal bir durum olarak algılanır ve estetik alanın özünü oluşturmaz. Etik varoluş ala- nında acı çekmek, ödev karşısında kişinin kendi yetersizliğini duymasıdır. Kişi yetersiz- liğini duyumsadıkça daha iyi olmaya çabalar. Istırapla sürekli bir savaşı vardır. Bu alan- da da acının gelip geçici, rastlantısal bir yönü olduğu için acı bu alanın özünü oluştur- maz. Oysa acı dinsel varoluş alanının özüdür; hem acı hem de varoluş gerçek anlamına bu alanda kavuşur. Acı kişinin daha içten kararlar almasına neden olur. Acı çekmek, kişinin kendisini Tanrı karşısında günahkâr hissetmesidir. Dinsel alanda acı çekmenin en ileri örneği tüm yaşamı içsel bir acı çekme olan, insanları seven, onlara şefkat duyan, onlar için acı çeken, hakarete ve saldırıya uğrayan İsa’dır, (Taşdelen, 2004: 251-252). Bu acıyı İbrahim’de de görebiliriz. Çünkü dinsel alanda birey ancak acı çekerek arınır, huzura erer, mutlu olur ve yükselir. Başka bir şekilde söyleyecek olursak Kierkegaard göre iman sıçraması yapabilmek için bir kişinin acılara, umutsuzluklara, ıstıraba, eleşti- rilere, dehşete, korku ve titremeye maruz kalması ve İbrahim gibi de katlanması gerekir.

Ruhlar âleminde... sonu olmayan ilahi bir düzen hüküm sürer. Burada yağmur hem haklının hem de haksızın üzerine yağmaz. Burada güneş hem hayır sahibinin hem de günahkârın üzerinde parıldamaz. Burada her şey yerli yerine oturur. Yalnızca çalışan ekmek kazanır; yalnızca muzda- rip olan dinginlik bulur; yalnızca soyunu ruhlar diyarında sürdüren, sevgilisinin imdadına yetişir; yalnızca bıçağı çeken İshak'a kavuşur (Kierkegaard, 1990: 23).

Kierkegaard kendisinin de inanca ulaşabilmek ve Tanrı ile bağlantı kurabilmek için acı çektiğini, hem ruhsal hem de bedensel birçok acılara katlandığını günlüklerinde şöyle ifade eder;

Yaşamı kabullendim. İşkence korkunçtu; ama tatmini çok daha büyüktü. Bana ihsan ettikleri için hiçbir zaman Tanrı’ya yeterince şükredemem (Kierkegaard,2005c:582). Beni Tanrı’ya yaklaştıran İşkencelerden… gurur duyuyorum. Çok yoğun acılar çekiyorum, ancak ben bu acılar içinde başkalarının asla hissedemeyeceği bir mutluluk da duydum (a.g.e.,585). Dindarlığı mutsuz âşık olma bağlamında gerçekleştirdiğimi düşünmek ne kadar da ironik! […] (a.g.e.,516).

4.4.4. İman Hakikattir

Kierkegaard için varoluş, hakikatin içinde kendini gerçekleştirmedir. Varoluş, öznellik olarak hakikattir. Ona göre hakikat, varolma istencidir, nesnellik değildir. Öznenin kendisiyle ilişkisi içinde kendine sahip çıkma gerekliliğidir. Hakikat, nesnel olarak yani öznel ilişki dışında varolamaz. Dinsel bir hakikati de hakikat yapan şey; sonsuzluğu istemek ve nesnel bir hakikat olmayanla öznel ilişkidir. Hakikatle olan öznel ilişkinin niteliği ise paradoks üzerine temellenmiştir. Paradoks, hakikat olan içselliğin ifadesi olan nesnel belirsizliktir. Aslında nesnel belirsizlik içindeki öznel belirliliktir. Hakikatle olan öznel ilişki ise sonsuzluk tutkusudur (Cauly, 2006: 70-73). Sonsuzluk tutkusu, kişinin kendisiyle ilişki kurmasıdır. Eğer kişi dışsallıkla ilişki kurarsa o zaman hakikatlikten çıkar. Çünkü uyanış ve yaşam olan bu hakikat yalnızca tekil bireyler içindir.

Kierkegaard’a göre varolana verilmiş olan hakikatin, kesinlik ile değil de imanla kavranması onun doğasındandır. Çünkü kesinlik tutkuyu ortadan kaldırır (Mounier, 2007: 159). Felsefede özne terimi bilen, düşünen özne olarak, genel ve evrensel bireyi temsil eder. Oysa Kierkegaard’ın ‘hakikat öznelliktir’ derken kastettiği, akıl değil tutku- dur. Onun için hakikat, insan olarak varolma tarzıdır. Kierkegaard, bireyin varoluşunun sadece düşünülmesine karşıdır. Ona göre fikir, gerçekliği temsil ettiğinde değil, birey tarafından kabul edilip yaşandığında, içsel olarak inandığımız şeye uygun davrandı- ğımızda hakikat olur ki, zaten dinsel bir yaşam için gerekli olan da budur.

Bu yüzden Kierkegaard için hakikat imandır ve insanın içindedir, ona dışarıdan sunulan bir şey değildir. Bu durumda hakikati ancak Tanrı insana vermiş olmalıdır. Demek ki eğer bir kişi hakikatten yoksunsa bu onun suçudur, kendi içinde zaten varolan