• Sonuç bulunamadı

Kierkegaard’ta Umutsuzluğun Anlamı

suzluk değildir, gerçek bir kayıp ta değildir, çünkü yerleri doldurulabilir -örneğin sevdi- ğini kaybetmek gibi ancak zamanla başka biri bulunabilir. Oysa sonsuzluğun umutsuz- luğundaki sonsuzun kaybı gerçektir ve yeri doldurulamaz, işte gerçek umutsuzluk bu- dur. Bunun böyle görülmesinin nedeni ise şöyle açıklanabilir. Örneğin dünyadaki her- hangi bir şeyi kaybetmenin ne anlama geldiği çok açıktır, ancak sonsuzu kaybettiğini söylemek yeterince açık bir ifade değildir. Zaten sonsuzluk kavramının kendisi anlaşı- lamaz bir ifadedir. Üstelik sonsuzluğun kaybı aslında sonsuzu kaybetmek değildir, son- suza duyulan güveni kaybetmek anlamındadır ki, bu güven kaybı da, umudu terk etmek, umutsuzluk içinde olmak demektir. Aslında dünyevi bir şey üzerine umutsuzluk da özünün en derin yerlerinde sonsuz umutsuzluğunu barındırır. (Theunissen, 2005: 72-74) Burada yapılan ayrım dünyevi-sonsuz zıtlığı, aslında ölümcül hastalığın içine, görünüş ve öze ayrılması gereken bir umutsuzluk olarak, ‘platonizmin’ sızması demektir.

Sonuç olarak, umutsuzluk kişinin kendisiyle kurduğu yanlış bir ilişkinin; sonsuzluğa, inançsız olarak kendi çabasıyla ulaşmaya çalışmasının sonucudur ki, bu da onu ölümcül hasta yapmaktadır. Çünkü insanın kendi başına sonsuzluğa ulaşma gücü yoktur.

3.3. Kierkegaard’ta Umutsuzluğun Anlamı

İnsanlar için dinin iman ve ibadet gerektiren yüksek manevi standartlarını betim- lemeye çalışan Kierkegard, kendisini bu standartlara sahip bir kimse olarak görmediği ve başkalarını yargılayacak halde bulunmadığını hissettiği için, kendi adı yerine - vermek istediği mesajlara uygun olan kişilerin isimlerini- takma isimler kullanmıştır; Anti-Climacus, John Climacus, vb. gibi. “Takma isim Anti-Climacus‘la konuşan ben değilim, bir başka kimse: yani söylenenler başkalarına olduğu gibi, bana da söyleniyor olabilir… Onun söyledikleri biz insanların ilgisiz kalmayı tercih ettiğimiz şeyler. Ama söyledikleri işitilmelidir… Yazar söylediklerinin mücadelesini yapan kimsedir…” (Kierkegaard, 2005c: 526-528). Dolayısıyla Kierkegaard, kendi yerine, söylediklerini en iyi şekilde yaşayan, bu nedenle bunları söylemeye hatta insanları da yargılamaya hakkı olan kişilerin isimlerini kullanmıştır; çünkü bu kişilerin öğretileri ile hayatları özdeştir.

Örneğin Anti-Climacus, Mesih’in kurtarıcı hareketini gösteren bir şifacı olarak, kendindeki hastalığı açıklayan ve gözlemleyen bir bilim adamı gibi davranır. Bunu

Ölümcül Hastalık Umutsuzluk eserinin başında bulunan, gerçeği gören gözler için davet

niteliğindeki kısa dua’dan ve bir Hıristiyan bilim adamı tarafından yazılmış olduğunu açıkça ortaya koyan Önsöz’den anlıyoruz. Zira Anti-Climacus, önsözde bu çalışmanın Hıristiyan yetiştirmek için yapılmış bilimsel bir çalışma olduğunu ifade eder. Ayrıca eserinin, neden tamamen bilimsel bir çalışma olmadığını da yine önsözde açıklar. Ona göre bunun sebebi eserin yazılma amacını korumaktır. Çünkü eser tamamıyla bilimsel esaslara dayalı olursa, o zaman etiğe ve Hıristiyanlık ilkelerine aykırı olacaktır. Kendi- sine iyi örnek ya da bilimsel olma seçimi yapma olanağı verilmiş olsa, Anti-Climacus, iyi örnek olmayı tercih edecektir (a.g.e., 90-91). Zira varoluşsal bir cevap yerine, bilimsel bir cevap aramak, ona göre yanılgıdır ve Hıristiyan ilkelerine aykırıdır. Böylece Anti-Climacus, bilimsel titizliğine rağmen kendini Hıristiyanlıkla ilgilenen biri olarak gösterir.

Ölümcül Hastalık Umutsuzluk eserini özetleyen cümle ‘kendi olmaya cesaret

etmek’tir. Çünkü ‘varoluşu’, eserin pek çok yerinde ‘kendi olmaya cesaret etmek’ biçi- minde tanımlayan Kierkegaard, bu cesaretin ortaya çıkmamasını ya da göz ardı edilme- sini ‘umutsuzluk’ olarak tanımlamaktadır. Eserin ilk bölümünü bu durumun tespitine ayıran filozof, ikinci bölümde ‘umutsuzluğun nasıl tedavi edileceği’ konusuna odaklan- maktadır. Birinci bölümde yer alan ‘umutsuzluğun somutlaşma biçimleri’nden en önemlisi inancın olmayışının yarattığı umutsuzluktur. Ölümü bir son olarak gören varlık umutsuzluğa düşmeye mahkûmdur, çünkü umutsuzluğun özü yaşamın hiçbir şey olma- dığı inancıdır. Ölümü bir son olarak görmeyen ve dirilişe inanan Hıristiyanlığın içindeyse bu umutsuzluğa yer yoktur. Son umudun eksikliği olarak ortaya çıkan umutsuzluk, Kierkegaard’ta ‘ölümü ölmek’ ile eşanlamlıdır. Varlığın ‘varoluş’ alanına inanç ile sıçrayabileceğini savunan filozofta asıl umutsuzluk tüm bahsedilenlerin toplamı olan ‘kendinden umutsuzluğa düşmek’ olarak karşımıza çıkmaktadır. Kierkegaard’ın aynı zamanda en büyük günah olarak da tanımladığı bu durumda insan, kendi olmak için Tanrı’ya bağlanmalıdır. Aksi takdirde benlik haline gelemediği için hep umutsuz olarak kalacaktır.

Kierkegaard’a göre ben’in gelişimi umutsuzluktan geçer. Kendi olmaya cesaret etmek aslında bir bireyi, şunu veya bunu değil Tanrı karşısında çabasının ve sorumlulu- ğunun içinde yalnız bir bireyi gerçekleştirmeye cesaret etmektir. Bu bir bireyin ben olarak, Tanrı’nın yani yaratıcısının karşısına çıkma cesaretidir. Zira bilinç düzeyi ne kadar artarsa umutsuzlukta o kadar artacaktır.

Kierkegaard’ın umutsuzluk ile ilgili görüşlerinde şu üç hipotez temeli oluştu- rur. Bunlar, bireyin umutsuzluğunu oluşturan: İnsanın bir sentez varlığı olması, Ben’e (benliğe) sahip olması, Tanrı tarafından yaratılmış kişi olması (Theunissen, 2005: 4). Bu önermeler aynı zamanda varlığımızın iki boyutuna da atıfta bulunur; insan oluşumuza ve benliğimizi oluşturmamız gerektiğine.

Kierkegaard’ın umutsuzluk analizindeki temel önerme ise şudur: ‘Doğrudan ol- duğumuz şey olmak istemiyoruz’. Bu onun varoluşçu diyalektik prensibidir. ‘Doğrudan olduğumuz şey olmak istemiyoruz.’ Peki neden? Bu soruya Kierkegaard’ın ‘benlik’ ile ilgili görüşlerinden hareketle teolojik bir cevap verilebilir: Çünkü günah ülkesinde yaşıyoruz (a.g.e., 5-6). Bu teolojik cevapta bizi, Tanrı tarafından meydana getirilme fikrine ve Kierkegaard’ın, Heidegger’in Dasein’in (dünyada var olanın), yani ‘olduğu gibi varolanın’ mükemmelleşmesi olarak gördüğü ‘benlik olma’ya, götürür.

Burada söylenen ve ileride söylenecek olanların daha iyi anlaşılması için Hei- degger’in ‘Dasein’ kavramını biraz açmamız gerekir. Dasein’ın kelime anlamı ‘şurada- varlık’tır. Heidegger bu kelimeyle ‘dünya-içinde-bulunan’, ‘durum-içinde-olan-varlık’, ‘dünyadaki varlık’, ‘hazır bulunan’ anlamlarını da içeren, bilinçli-özne olarak ‘insan’ı kasteder (Heidegger, 2011: 6-7, 55, 125-126). Zaten Heidegger felsefesiyle, Da-sein’ın varlığının ontolojik yapısını açıklığa kavuşturmaya çalışır. Varlığın yapısını anlamaya çalıştığı için Heidegger’in felsefesi, varlığın felsefesi olarak adlandırılır. Dolayısıyla da Heidegger, ‘insanın varoluşu’ sorusu ile değil, ‘nasılsa öyle var olan olarak, varlık’ sorusu ile ilgilenir (Bozkurt, 1998: 107-114). Başka bir ifadeyle Heidegger, varlık konusuna yani ‘Sein’a, insan açısından yani ‘Dasein’ bakımından yaklaşmış ve insanla ilgili tüm çözümlemelerin, varlık hakkında bilgi edinebilmemizi sağladığını belirtmiştir. Dolayısıyla onun varlık problemi, bizim dünyadaki varlık tarzımızla ilgili olan bir prob- lemdir. Aslında varlık felsefesi ile yapmak istediği insan varlığını aydınlatmaktır.

Heidegger’in felsefesinde geçen otantik ve inotantik kavramları da, onun Dasein kavramıyla bağlantılıdır. Çünkü ‘otantik’lik, Dasein’ın yani insanın kendini bulması, kendini gerçekleştirmesi, kendini oluşturması, yani kendisi olma, içten ve kendine karşı dürüst olması, yaşamla ve kendisiyle ilgili seçimleri özgürce yapması anlamına gelir. Bu insan, Heidegger’in ifadesiyle ‘kararlı’ bir yaşama sahiptir (a.g.e., 115). Kısaca burada söylenmek istenen, Dasein’ın kendisini düşündüğü, kendisiyle ilgili sorular sor- duğu ve dünyadaki varoluşunun içeriğiyle ilgilendiğidir. Heidegger’e göre insana, ken- dini oluşturmak zorunda olduğunu hatırlatan ise ölümdür. Çünkü sonlu bir varlık olan ve Heidegger’in ‘ölüm-için-varlık’ olarak adlandırdığı Dasein’ın, her zaman geleceğe yönelik olması, aslında onun kendi ölümüne doğru yöneldiği anlamına gelmektedir.

‘İnotantik’lik ise Dasein’ın kendine yabancılaşması, içten ve dürüst olmayan bir tarzda kalabalıklar içinde yaşaması, kendi kararlarını kendisinin verememesi demektir. Bu nedenle Heidegger, ‘inotantik’i, kişiliğin, sorumluluğun bulunmadığı, yığınlar tara- fından yapılıp edilenlerin olduğu, ‘das Man’ alanı olarak adlandırır. Das Man, “özü va- satlığa dayanan herkes’tir. Herkes başkasıdır ve kimse kendi değildir. Her günkü Dasein’dır. Herkes, Dasein’ın beraber-olmaklık içinde zaten kendini hep teslim ettiği hiç kimse’dir” (Ökten, 2008: 179-180). Başka bir ifadeyle günlük yaşamdaki sıradanlı- ğın ve bayağılığın kendisidir. Buradaki insan Heidegger’in ifadesiyle günlük yaşam içinde bulunan insandır. Kierkegaard’ın kamu dediği şeydir. Burada insan ‘Ben’ (self) değildir. Toplumsal bir işlevi vardır; o bir gezgin, tacir, işçi vb.dir ve yalnızca budur. Bu aşamadaki insan, hayatını yaşayamayan bir varlık, adsız bir gücün etkisinde kalan bir insan olarak vardır (Bozkurt, 1998: 108,115). Aslında burası Dasein’ın, başkalarının ya- şamını yönlendirmesine izin verdiği; kendisinin de hem başka insanları hem de varlık problemini gizlemek; ne olduğunu belirlemek ile ilgili sorumluluktan kaçmak için kullandığı bir alandır.

Bu bilgiler ışığında diyebiliriz ki Kierkegaard, Heidegger’in ifadesiyle insanın Dasein’ını, yani henüz bir benlik olamamış ve kendini gerçekleştirememiş sadece ‘ney- se o olan’ insan anlamında, hem existential (oluş boyutunda) hem de existentiell (ilişki kurması boyutunda) düşünür. ‘Oluş’ ifadesi ile Kierkegaard şunları kasteder: 1- İnsan olmayı, 2- Bize verilmiş Dasein’ı, 3- Öz olarak olduğumuz şey olmak istemediğimizi. Burada Kierkegaard ‘Dasein’ ile kendimizi buluşumuzu değil (dünyada var olan ola-

rak), kendimizi bulduğumuz şeyi (yaradılışımızı ve potansiyelimizi) de kasteder. ‘Oldu- ğumuz şey olmak istemiyoruz’ temel önermesi, kendimizden yani doğuştan getirdiğimiz niteliklerimizden kurtulmayı ifade eder. Biz Dasein’ımızı ve ‘ne isek’ onu kabul etmek istemiyoruz demektir (Theunissen, 2005: 7-8). Başka bir ifadeyle Kierkegaard’ın düşün- celerinin başlangıç noktası olan ‘kişinin olduğu şey olmak istememesi’ önermesi, kişinin kendinden yani bir benlik olamamış, kendini gerçekleştirememiş Ben’in den kurtulmak istemesi anlamına gelmektedir. Bu önerme aynı zamanda Kierkegaard’ın umutsuzluğunu anlamak için de anahtar bir önermedir; ‘biz ne isek, o, olmayı istemiyo- ruz’ anlamında. Çünkü olmak istediği benlik haline gelemeyen kişi umutsuz olacaktır.

Michael Theunissen, 1993’te yayınladığı Kierkegaard’s Concept of Despair eserinde Heidegger’in ‘otantik’ ve ‘inotantik’ ile ilgili açıklamalarını Kierkegaard’ın ‘umutsuzluk’ analiziyle karşılaştırır (Martin, 2007: 577). Theunissen’a göre Kierke- gaard’ta iki tür umutsuzluk vardır; otantik umutsuzluk ve inotantik umutsuzluk.

a- Otantik umutsuzluk

Otantik umutsuzluk, bilinçli umutsuzluktur. Otantik umutsuzluğun, ‘umutsuzca benlik olmayı istemek’ ve ‘benlik olmayı istememek’ şeklinde iki formu vardır. Burada ‘benlik’, Dasein olarak yani dünya-içinde-varlık olarak, ne isem o anlama gelir ve somut ben anlamındadır. ‘Biri olmayı istememe’, Dasein’ımızda olduğumuz kişi olma isteğimiz yok anlamındadır. Aslında burada Kierkegaard, umutsuzluk analizi ile birinin ‘benlik olma umutsuz isteğini’ analiz ediyor. ‘Benlik olma isteği’ umutsuzluk içindedir. Çünkü biz olmadığımız şey olmayı istiyoruz. Bu nedenle bu benlik ‘olmadığı şeyi umutsuzca isteyen benlik’tir (Theunissen, 2005: 10). Zaten Kierkegaard’a göre umut- suzluğun formülü; benlik olmanın reddedildiği umutsuzluğu, benlik olmanın istendiği umutsuzluğa dönüştürmektir.

Bizim kendimiz ile olan bu olumsuz ilişkimiz, zamanla Tanrı’yla olumsuz bir ilişki haline dönerek, bizim kişisel olarak belirlenmiş Dasein’ımızı yaratan Yaratıcıya karşı bir isyan halini alır. Çünkü bize verilen Dasein’ı değiştirmektense, Yaratıcıyı tanı- mamak daha kolaydır (a.g.e., 12). Zira Tanrı’nın bizi yarattığı halimizi beğenmemek,

diğer insanları benden daha iyi, daha güzel, daha akıllı vb. özeliklerle yaratmış olması bende bir kıskançlığa, öfkeye neden olur. Daha sonra ise bu durum Tanrı’ya karşı bir öfkeye, kızgınlığa ve O’na isyan etmeye dönüşür. Kierkegaard’ta bunu tahmin ettiği için ‘umutsuzca bir benlik olma isteği’ fikrini savunur. Kişi kendi olmak isterken umutsuzdur, çünkü kişi ne kadar çabalarsa çabalasın asla tek başına bir benlik, bir kendi olmayı başaramayacaktır. İşte bu nedenle umutsuzluk söz konusudur. Kişi bunu hissettiği için umutsuzluğa kapılır. Oysa gerçekte kişi bir benlik olmayı ancak Tanrı sayesinde başarabilir. Zaten Kierkegaard’ın amacı, umutsuzluğun varlığı yoluyla Tanrı’nın varlığını kanıtlamak olduğu için, ‘umutsuzluk içinde benlik olmayı istemek’ önermesini, temel önerme olarak ele alır ve umutsuzluk analizini bu önerme üzerinden yapar. İşte bu yüzden Kierkegaard, zayıflık umutsuzluğuna dönüşen ‘umut- suzca benlik olmayı istemek’ yerine; bir meydan okumaya dönüşen, ‘olmadığımız şey olma isteği'ne yani meydan okumanın umutsuzluğuna öncelik ve önem verir. Başka bir ifadeyle ‘benlik olma isteğine’ değil, ‘benlik olmayı istememeye’ öncelik verir.

Peki, bu meydan okuma umutsuzluğu nedir? Ölümcül Hastalık Umutsuzluk adlı eserinde Kierkegaard, üç tür meydan okuma umutsuzluğundan söz eder: 1-Umutsuzluk içindeki benlik olma isteğinin isyankâr meydan okuması, 2-Olmadığı kişi olmayı umut- suzca isteyen kişinin meydan okuması, 3-İmkânsızı isteme meydan okuması (a.g.e., 13- 14), aslında bu yapamadığımızı istemek, yapamayacağımızı bile bile istediğimiz mey- dan okumadır

‘Umutsuzluk içindeki benlik olma isteğinin isyankâr meydan okuması’nda, sürekli artan umutsuzluk ile gidilen yolda yanlış yol olarak şeytani bir yerde biter. Kibirden isyana yoğunlaşan meydan okuma, umutsuzluğun meydan okumasının şeytani hale gelmesi olarak, kişinin kendisinin kurtulmayı istememesi gerçeğine dönüşür. Ve birinin kurtulmasına izin vermemekte umutsuzluğun en uç noktasıdır; en uç meydan okumadır (a.g.e., 82). Burada meydan okumaya sebep küstahlıktır, kibirdir ki bu da Goethe’in Faust kitabındaki Mephistopheles karakteriyle gösterilir. Tanrıyı reddetme adına, kendisi olmak isteyen ve isyankâr tutumuyla meydan okuyan Mephistopheles bile, ‘umutsuzluk içindeki bir şeytandan daha kederli bir şey yoktur’ der (a.g.e., 96-98). Kierkegaard’ın şeytanın umutsuzluğu olarak adlandırdığı, meydan okumanın tepe noktası olan bu umutsuzluk, tüm umutsuzlukların en şiddetlisi olmaktadır.

Kierkegaard ‘umutsuzca benlik olmayı istemeye’ ayrıcalık tanımaz. Ona göre, ‘olmadığı kişi olmayı istemek’ ve ‘Tanrı’ya karşı isyan’, imkânsızı istemekten daha evrenseldir. Umutsuzca benlik olmayı istemek, olmadığımız şey olma isteğidir. Bu da ‘olduğumuz şey olmayı istememe’ şeklindeki varoluşçu-diyalektik temel hipotezine da- yanır. Ve otantik umutsuzluğun da tamamını kaplar (a.g.e., 14). Kierkegaard ‘umut- suzca benlik olmayı istemeyi’ bilinçli umutsuzluk olarak adlandırır. İşte bu nedenle bu umutsuzluğa ayrıcalık tanımak istemez. Çünkü bu umutsuzluk türünde ben’in bilinci ve umutsuzluk çok fazladır. Kişi neden umutsuz olduğunun farkındadır ya da bilinçli bir şekilde umutsuzluğunu görmezden gelir.

b- İnotantik umutsuzluk

İnotantik umutsuzluk, bilinçsiz umutsuzluktur. Bilinçsiz umutsuzluk, hataya ve yanlışa düşüp bunun farkına varmamaktır. Zira kişi bilinçsiz umutsuzlukta, umutsuz ol- ma kaygısı olmadığı için, umutsuzluk olarak bile adlandırılamayan bir yanlışlığın içinde bulunuyor demektir. İşte bu kendini bilmeyen umutsuzluktur ve maalesef dünyada en az sakınılan şeyde budur. Yani bir benlik’e, sonsuz bir benlik’e sahip olunduğunun umut- suzca bilinmeyişidir. Örneğin mutlu görünen ama gerçekte mutsuz olan birine bunu gösterecek olsan sinirlenir ve seni mutluluğunun düşmanı ilan eder. Bunun nedeni onun nefis düşkünü ve bedeninin tutsağı olmasıdır. Tin umurunda bile değildir. Bilinçli umut- suza göre umutsuzluğunu bilmeyen umutsuz, gerçekliğe ve kurtuluşa daha uzaktır (Kierkegaard, 1997: 56-58). Çünkü tehlikelerin en büyüğü olan ve bilincin en alt sevi- yede olduğu bilgisizlik, umutsuzluğu yok etmekten veya onu umuda çevirmekten uzak- tır. Bilinçsizlik umutsuzluktur aslında. Umutsuzluğunu bilmeyen umutsuzluk dünyada en sık rastlanılandır. Özellikle paganlar ve doğal insanlarda. Çünkü onlar umutsuzluğu başlarına gelen bir kaza olarak görürler. Zaten umutsuz olma ya da olmama arasındaki farkı da bilmezler.

Aslında umutsuzluğun özelliği kişinin bir benlik olup olmadığını bilmemesidir. Tanrı karşısında kendini tin olarak tanımayan ve kendi bilincinin farkında olmayan, Tanrı’nın içine dalamayan her insansal varlık, evreni de açıklasa, estet olarak yaşamdan zevk de alsa umutsuzdur. Örneğin Kierkegaard için paganın erdemleri bile parlak kusur-

lardır (a.g.e., 60). Aslında Tanrı karşısında kendini tin olarak tanımadığı için umutsuz- dur. Ve intihara farklı açıdan bakarlar. Onlara göre hiç kimse özgür eylemleri için kim- seye hesap vermemelidir. Bu nedenle intihar onlar için umutsuzluk değildir. Belki inti- hara kayıtsız kalmaları umutsuzluktur. Oysa gerçekte intihar yaşamdan kaçma, Tanrı’ya başkaldırma, Tanrı’ya karşı işlenen bir suçtur.

Bir benlik olduğunun farkında olmayan, kendi bilincinde olmayan kişi umutsuz- luğunun da bilincinde değildir, (Theunissen, 2005) der Michael Theunissen, ama gördü- ğümüz insanların çoğunda kendilik bilinci olmadan da, umutsuzluğa kapıldıklarıdır. Belki de bu estet tarzı, gerçek olmayan, sadece sahip olamadıklarından dolayı duyulan bir umutsuzluktur. Kierkegaard ‘bilinçsiz umutsuzluğuna’; hangi umutsuzluk olduğu konusundaki bilinç eksikliği ve birinin durumunun umutsuz olduğu konusundaki bilinç eksikliği olarak iki kat daha bilinçsizlik ekler. Ona göre gerçekte bilinçsiz umutsuzluk diye bir şey yoktur. Belki yetersiz bir umutsuzluk fikrine sahip olabiliriz, ancak umut- suzluğu bilmeden umutsuz olamayız. Bu nedenle benlik bilinci olmadan umutsuzluk olamaz. Çünkü Kierkegaard için bir kimlik elde etmek sentez ile mümkündür. Bu sentezi başarmak içinse umutsuzluk şarttır.

3.4. Umutsuzluğun Olanağı ve Gerçekliği

İnsan bir sentez varlığıdır. O, kendi kendisiyle ilişki kurabilen, sonsuz ve sonlu olanın bir sentezi olduğu için, benlik umutsuzluğa kapılabilir. Soyut olarak ele alındı- ğında, kişinin kendini benliğiyle yanlış olarak ilişkilendirmesi ve umutsuzluğa düşmesi, bir üstünlüktür. Çünkü hayvanlar umutsuzluğa kapılamaz (Beabout, 2009: 106). Bu açı- dan Kierkegaard, umutsuzluğu hem avantaj hem de eksiklik olarak görür. Ona göre umutsuzluğu soyut bir fikir olarak ele alırsak bir avantaj olur. Çünkü acı çekmek bizi hayvanların üstüne çıkarır (Kierkegaard, 1997: 27). Ayrıca ona göre, Hıristiyan’ı doğal insandan ayıran da Hıristiyan’ın bu acının bilincinde olmasıdır.

Ne var ki, umutsuz olmak ve kişinin benliğiyle yanlış bir ilişki içinde olması yıkımdır. Bu açıdan, umutsuzluğun olanağı ve gerçekliği arasındaki ilişki, çoğu şeyin olanağı ve gerçekliği arasındaki ilişkiden farklıdır. Genel olarak, “eğer istenen şeyi ola-