• Sonuç bulunamadı

Kişinin Benliği Olduğunun Farkında Olmadığı umutsuzluk

3.7. Kişi ve Umutsuzluk

3.7.1. Benlik

3.7.1.1. Kişinin Benliği Olduğunun Farkında Olmadığı umutsuzluk

Kierkegaard, kişinin bir benliği olduğunun farkında olmadığı varoluş alanını ‘estetik’ olarak nitelendirir. Çünkü bu aşamada, benlik belirlenmediği için, kişi henüz bir benliğe sahip olduğunun bilincinde değildir. Kierkegaard, Ya/Ya da’nın II. cildinde Yargıç William aracılığıyla bu alanın içeriğini yansıtan altı çeşit özellik sıralar: 1- fizik- sel güzellik için yaşamak, 2- şan, şöhret, zenginlik ve sevilen için yaşamak, 3- kişinin yeteneklerini geliştirmeyi amaçlaması, 4- hedonistik zevk için yaşamak, 5- kendine dönüşsel keyif için yaşamak, 6- umutsuzluk (Beabout, 2009: 105). Kierkegaard’ın este- tik varoluş alanı ile ilgili bu özellikleri sıralamasının nedeni ise, bu amaçlarla yaşayan kişilerin, doğal olarak bir benliğe sahip olup olmamakla ilgilenmeyecekleridir. Bu yüz- den de Yargıç William’ın söylediği gibi kişi, ilk beş durumda bir benliğe sahip olduğu- nu fark etmeyecektir. Aslında, bu durumlarda kişinin benliğini yanlış ilişkilendirmesi de söz konusu değildir çünkü benlik yoktur. Bu yüzden de Kierkegaard, buna ‘benliğinin farkında olmamak’ der ve bunun tam anlamıyla bir umutsuzluk olmadığını da ekler.

Yargıç William’ın bahsettiği varoluşun estetik kapsamlarından altıncısı olan umutsuzluk durumunda estet, bir benliğinin olduğunun farkındadır, ancak bundan umut- suzluk duymaktadır. Diğer bir deyişle, bir benlik olmayı seçmez. Kendi sorumluluğunu almayı bilinçli olarak reddeder. Böylece yanlış ilişki, ‘kişinin kendisiyle ilişki kurmak istememesi’nden kaynaklanır. Anti-Climacus, bu tür umutsuzluğu, ‘benlik olmayı iste- memenin umutsuzluğu’, sonrada ‘zayıflığın umutsuzluğu’ olarak adlandırır (a.g.e., 105). Bu umutsuzlukta, aslında kişi, kendinden umutsuzluğa düşmüştür. Anti-Clima- cus’a göre umutsuzluğunu bilmeyen bu umutsuzluk türü dünyada en sık rastlanan umut- suzluktur. Bu nedenle Anti-Climacus, cehaleti, kişinin umutsuz ya da benlik olduğunun farkında olmaması olarak tanımlar.

Skolâstik düşünceye göre cehalet ikiye ayrılır, yenilebilir (vincible) ve yenile- mez (invincible) cehalet (ignorance). Yenilemez cehaletten kişi sorumlu değildir. Ancak eğer kişi yenebileceği bir cehalete sahipse, o zaman bilmesi gereken bir bilginin eksikli- ğini çekiyordur. Örneğin, eğer bir kişi imzaladığı bir anlaşmayı, belgeyi okumamış ol- duğu için ihlal ederse, bu kişi yenilebilir cehaletin pençesindedir; çünkü bu kişi bilginin eksikliğini çekmemiştir ve ihmalden kaynaklanan cehaletinin sorumlusudur (a.g.e.,115). Anti-Climacus, cehaletten bahsederken, bireyin sorumlusu olduğu yenilebilir cehaleti kastetmektedir. Umutsuzluk’ta, kişinin kendisinin sorumlu olduğu bir yanlış ilişki oldu- ğu için, kişinin benlik olduğunu bilmemesi yenilebilir cehalet sınıfına girmektedir.

Anti-Climacus kimin yenilebilir cehaleti olup kimin olmadığını açıklığa kavuş- turmaz. Bunun yerine, eseri (ölümcül hastalık umutsuzluk) okuma imkânına sahip olup da benliğinin farkında olmayan herkesi yenilebilir cehalet sınıfına koyar. Ve yaşam amacının bireysel bir benlik olmak olduğunu bilmeyecek bir kişinin olup olmayacağını sorar (a.g.e., 115). Ona göre çok küçük çocukların benlik olmaları gerektiğini bilmeleri beklenmez. Bu yüzden de umutsuzluk içinde değillerdir. Diğer yandan Anti-Climacus, kendi kitabını okuyan herkesin, bir benlik olmaları gerektiğini öğrenebileceklerini düşünür. Aksi takdirde cahil kalacaklardır. Aslında Anti-Climacus’un kişinin kendisine dönüşlü yönteminin amacı, yenilebilir bir cehalet içinde olunup olunmadığını sadece kişinin kendisinin anlayabilecek olmasına vurgu yapmasıdır.

Anti-Climacus’a göre, insanlar yaşam amaçlarının, bir ‘benliğe sahip olmak’ gerektiği bilgisinden, bilinçli bir şekilde uzak durarak, kendilerini cahilleştirmekte ve aldatmaktadırlar. Bunun anlamını açıklamak için de ev mecazını kullanır: “Zemin, birinci ve ikinci katı olan; bu katların sakinlerinin de aralarındaki sosyal ayrıma göre yerleştikleri bir ev hayal edin. İşte insanların çoğu da maalesef kendi evlerinde zemin katta yaşamayı tercih etmektedirler. Her insan fiziksel ve ruhsal bir sentezdir, işte bu binadır. Ancak bazı insanlar zemin katta yaşamayı tercih eder, yani sadece beş duyu- suyla algılayabildiği alanda” (Kierkegaard, 1997: 57).

Kişinin benlik olması gerektiğini bilmemesi, benlik olmaktaki başarısızlığıdır ve yenilebilir cehalettir. Eğer bir kişi kendi hareketlerinden sorumlu ve Tanrı’ya bağlı bilinçli bir birey olması gerektiğini bilmiyorsa, o zaman o kişi benlik olamaz. Anti- Climacus, insan yaşamının amacının bir benlik olmak olduğunu bilmesi gereken birçok kişinin, duyusal boyutlarda kaldığını ve kendilerini kandırdığını anlatır. Ona göre bu, cehaletin umutsuzluğudur çünkü kişi bir benlik olduğundan bihaberdir.

Kierkegaard’ın üzerinde durduğu ‘kendi olma’nın diyalektiği aslında kişinin benlik olması için gerçekleştirmesi gereken bir yoldur, yöntemdir. Sentezi oluşturan ilk zıt çiftten yani sonsuzluk ve sonluluktan yola çıkınca benlik, sadece sonsuzluk ya da sadece sonlu ile yetindiğinde kendini kaybedebilir. Çünkü sonlu yönün eksik olması kişinin, soyutun içine kapanarak hayali bir varoluş sürdürmesine yani hayal âleminde yaşamasına, ayaklarının yere basmamasına, kendisine dönmesine ve bir benlik olmasına engel olmaktadır. Düş gücüne tutsak olan biri de herkes gibi bir yaşam sürer ve Ben’in eksikliğini fark etmez. İşte sonsuzluğun umutsuzluğu budur. Sonsuzluğun umutsuzluğu, birey kendini eksik hissettiği ve kendinden uzaklaştığı zaman kendini kaybettiği yer, sonsuzluk içinde buharlaşan olması değil, sonlu olarak kendi yerine bir sayı (herhangi biri) olmasıdır. Böyle insanlar Tanrı önünde bir benliğe sahip değillerdir. Dünyanın gerçekliğinden hayallere kapılarak kaçmaya ve sonsuz ihtimale sahip bir yaşam sürme- ye çalışmak da bu umutsuzluğa örnektir. Sonsuzluk umutsuzluğu, yani kişide sonsuz yönün eksik olması, benliğin aşkın yanının kaybolmasına neden olabilmektedir. Aynı zamanda da kişideki sonlu eksikliğini gösteren, sınır ve belirlenim yokluğudur. Sınırsız- lığı ifade eden sonlu olmayandır. Ve burada Ben, olasının belirlenimsizliği içinde yitip gitmiştir. Bu tür varoluş biçimleri insanın gerçekliğini göz ardı eder. Yargıç William’ın

yazdığı gibi bir benlik olmak, “belli yatkınlıklara, tutkulara, alışkanlıklara sahip olan ve bu etkilerin altındaki bir kişi olmak” (Beabout, 2009: 114) demektir. İnsan olmak, seçiciliği ve gerçekçiliği şart koşar. Bunu göz ardı etmek, sonsuzluğun umutsuzluğunda olmak demektir

İnsan iki kutbun yani ruhun ve bedenin, sonlunun ve sonsuzun, özgürlüğün ve zorunluluğun bir sentezi olduğu için, bu kutuplardan birini fazla vurgulayarak diğerini göz ardı etmek, kişinin kendini benlik ile yanlış ilişkilendirmesine neden olur. Bu yüzden “sonsuz olmak isteyen her kişi umutsuzluk içindedir” (Kierkegaard, 1997: 44). Çünkü insan kısmen sonlu olduğu için, bir kişinin gerekli olan sonluluğu göz ardı etmesi, kendi benliğiyle yanlış bir ilişki içinde olduğunu gösterir. Dolayısıyla insan sa- dece sonluluğa ya da sadece sonsuzluğa yönelmemelidir. Çünkü umutsuzluk, sentezdeki bileşenlerden birinin tek taraflı kullanılmasıdır ve yanlış bir ilişkidir. Sonluluk ve zorun- luluk ya da sonsuzluk ve olasılık tek önem verdiğimiz şey olduğu zaman umutsuzluk yani yanlış ilişki vardır demektir.

Umutsuz kişinin umutsuzluk içindeki durumu betimlenebilir. Ancak umutsuzluk doğrudan tanımlanamaz. Çünkü umutsuzluk ancak zıddı ile tanımlanabilir (a.g.e., 43). Benlik, sınırlandırılan sonlu ve sınırsızlaştırılan sonsuzun sentezi olduğu için sonsuz olmak isteyen insanda bile umutsuzluk vardır. Kierkegaard’a göre insan, bu umutsuz- luktan ancak Tanrı’ya ulaşarak kurtulabilir.

Mutsuzluğun formülü, kişinin sonsuzluktan ve kendinden umutsuzluğa düşme- sidir. Ve geçici her şeyden umutsuzluğa düşmek ile aynıdır. Geçiciden, sonsuzluktan, kendinden umutsuzluğa düşüldüğünde ise, sadece umutsuzluğa sürükleyen şeyden umutsuzluğa düşülür. Mutsuzlukta, geçici olanın ya da servetin kaybedilmesinde önemli olan umutsuzluğun ne hakkında olduğunu görmeden, ne bakımdan umutsuzluğa düşül- düğünü görmektir. Bu yüzden Kierkegaard, burada ne hakkında olduğunu bilerek umut- suz olmanın, gerçekten mümkün olup olmadığını araştırmaya koyulur. Ona göre umut- suz olan kişi geçici bir şeyden umutsuzluğa düştüğünü zannederek durmadan umutsuz- luğa düştüğü şeyden söz eder. Ama gerçekte umutsuzluğu sonsuzluğa ilişkindir. Geçici olana bu kadar önem vermenin güçsüzlüğü ise meydan okuma umutsuzluğu değil, güç- süzlük umutsuzluğudur. Çünkü bu durum insanın kendi güçsüzlüğünden umutsuzluğa

düşmesidir. Ve insan bu umutsuzluktan kurtulmak için inanca yönelmesi gerekirken aksine umutsuzluğunun içine iyice dalar. Geçici olana daha fazla değer vermeye başlar. Kendinden umutsuzluğa düşmesi ise sonsuzluğu ve benliğini kaybetmesine neden olur. Aslında burada bir gelişme vardır; kişi bir benlik’e sahip olduğunun veya kendi sonsuz- luğunun bilinci olmadan kendinden umutsuzluğa düşmez (a.g.e., 75-77). Gerçekte in- san, geçici bir şeyden değil kendinden umutsuzluğa düşer. İnsan geçici olanı kaybettiği ve umutsuzluğa düştüğü zaman, umutsuzluk her zaman benlik’ten kaynaklanmasına rağmen dışarıdan geliyormuş gibi görünür. Aslında umutsuzluğun yoğunluğunun artışı, kişiyi kurtuluşa doğru yaklaştırmalıdır. Bu biçimdeki umutsuzluk ise kendi olunmanın istendiği umutsuzluk biçimi altında sınıflandırılır.

Kierkegaard’a göre zamanla gittikçe zayıflayan benlik, kendini tanımayı, kendi olmayı reddeder. Bir mümin gibi kendini bulabilmek için kendi zayıflığı altında ezilmek istemez. Umutsuzluğu içinde ne kendinden söz edilmesini ne de kendi hakkında bir şey bilmek ister. Böylece unutma sayesinde bir insan, Hıristiyan olarak yaşamayı bile bece- remez. Ona göre daha öncekilerden daha derin olan bu umutsuzluk dünyada da az rast- lanılanlardandır. Bu tür bir umutsuzluk içinde bulunan kişi eğitimlidir, evlidir, aile babasıdır, önemli bir devlet memurudur, saygı değer ve işleri iyi olan önemli biridir. Karısına karşı yumuşak, çocuklarına özenlidir ve Hıristiyan’dır, ama kendi tarzında. Karısının kendini yetiştirmek için dinle ilgilenmesine izin verir ama kendisi Hıristi- yanlık hakkında çok konuşmaz. Kiliseye gitmez, ona göre papazlar neden söz ettiğini bilmeyen kişilerdir. Bu kişi sık sık yalnızlık gereksinimini hisseder. Oysa Kierke- gaard’ın deyimiyle insanlar sürüsü, birbirinden ayrılmayanların kalabalığı, bu gerek- sinimi çok az hissederler ve yalnız kaldıklarında ölürler. Çünkü onların toplumsal gereksinimleri vardır; yemek, içmek, âşık olmak gibi. “Antikçağ ve Ortaçağ yalnızlık gereksinimini göz ardı etmeyip saygı duyarken, çağımız toplumsallığı ile sadece suçlulara uyguladığı yalnızlık karşısında titremektedir” (a.g.e., 77-79). Kierkegaard’a göre bu tür umutsuz kişiler, benlikleriyle geçirdiği saatleri sonsuzluk için yaşamadıkları için zamanlarını boşuna geçirirler.

Bu kişi için izlenecek yol ise; ya umutsuzluğu içinde yalnız kalmak ya da inancın yolunda gitmektir ki, bu durumda umutsuzluğu ya iyice yoğunlaşacak ya da parçalanacak; onu ya varoluşun içine ya da oyalanmanın içine atacaktır. Ya da tedirgin

kafalardan biri olacaktır. Kierkegaard’a göre bu kafalar her zaman unutmak isterler. Çünkü içsel gürültülerini duymak istemezler. Ya da umutsuzlukları içinde doğallığa geri dönmek için ya duyularda ya da sefahatte unutmayı ararlar (a.g.e., 80). Ona göre sessizlikleri içinde debelenmekten başka bir şey yapamayan bu sessizler, eğer sessizlik- lerini korumaya devam ederlerse onları bekleyen son, intihardır.

Bu açıdan Kierkegaard, benliğin gelişmek için olasılığa ihtiyaç duyduğunu belirterek olanak üzerinde durur. Ancak ona göre ‘benlik’ olanağın içine zorunlulukla hiçbir bağlantısı olmadan atılır ve olasılıkların içinde kaybolursa ve isteklerinin, hayallerinin peşinde koşarsa olanağın umutsuzluğuna sahip olur. Her şey ona mümkün görünür. İstekleri, hayalleri gerçekleşmeyince de o kişide bir umutsuzluk, korku, tedirginlik, endişe baş göstermeye başlar. Çünkü hep olasılığın içinde kalmış, zorunlu- lukla bağ kuramamıştır. Bundan dolayı da hep olanağın içinde bir soyutluk halinde olmuş ve yer değiştirmeden yok olup gitmiştir. Oysa benliğin gerçek yeri zorunluluktur (a.g.e., 49-50). Çünkü olanağın alanında her zaman olasılık bulunur, gerçek bulunmaz. Olanak ortaya çıkar çıkmaz, hemen ardından bir diğer olanak gelir. Sonunda her şey mümkün görünür ve benlik bir serap haline gelir. Benliğin olanağın içinde kaybolma- sının nedeni ise, kişinin içindeki zorunluluğa uymada güçlük yaşaması ve benlik olma- nın zorunluluk olduğunu fark etmemesidir.

Olanağın iki yanılgısı vardır: Birincisi istek-özlem biçiminde, ikincisi hayali me- lankoli biçiminde yani umut, tedirginlik veya korku şeklindedir. Olanağın iki yanıl- gısından birincisi olan, isteğin olanağında kişi, ender bir kuş görüp kendini ona ulaşacak noktada zannedip kuşu izleyen, sonunda dönüş yolunu bulamayan gibidir (a.g.e., 51). Başka bir ifadeyle kişi, isteklerinin gerçekleşeceğini zannedip sürekli onların peşinden koşar, ancak bu uğurda zamanını, kendini ve yolunu kaybeder. Çünkü gerçekte olanak kişiyi zorunluluğa getirmelidir. Olanağın yanılgısından ikincisi olan hayali melankoli ise, olanaklı bir şeyin peşine düşer. Umudu vardır. Ancak zamanla elde edilemeyeceği korkusu onda tedirginlik ve endişe yaratır. Kişinin sürekli bir endişe, kaygı, korku gibi duygular içinde olması ise, onda zamanla olasılığın yok olmasına neden olur.