• Sonuç bulunamadı

İslam hukuk metodolojisinde teklifi hüküm terimleri (doğuşu-gelişmesi-terimleşmesi)

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "İslam hukuk metodolojisinde teklifi hüküm terimleri (doğuşu-gelişmesi-terimleşmesi)"

Copied!
235
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

T.C.

SELÇUK ÜNİVERSİTESİ

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

TEMEL İSLAM BİLİMLERİ ANABİLİM DALI

İSLAM HUKUKU BİLİM DALI

İSLAM HUKUK METODOLOJİSİNDE TEKLİFİ HÜKÜM

TERİMLERİ

(DOĞUŞU-GELİŞİMİ-TERİMLEŞMESİ)

Uğur Bekir DİLEK

DOKTORA TEZİ

Danışman

Prof. Dr. Mustafa UZUNPOSTALCI

(2)

İÇİNDEKİLER

Bilimsel Etik Sayfası ... iv

Tez Kabul Formu ... v

Önsöz ... vi Özet ... viii Summary ... ix Kısaltmalar ... x GİRİŞ ... 1 HÜKÜM VE ŞER’Î HÜKÜM KAVRAMI ... 1 I. TEKLÎFÎ HÜKÜM VE KISIMLARI ... 9

A. Nasslarda ve Mezheplerin Teşekkül Döneminde Teklîfî Hüküm ... 10

B. Cumhura Göre Teklîfî Hükmün Kısımları ... 11

C. Hanefîler’e Göre Teklîfî Hükmün Kısımları ... 13

II. VAZ’Î HÜKÜM VE KISIMLARI ... 18

BİRİNCİ BÖLÜM ... 21

YAPMA İFADE EDEN TEKLÎFÎ HÜKÜM TERİMLERİ ... 21

I. VACİP ... 22

A. Kur’an-ı Kerim’de, Sünnette ve Sahabenin Sözlerinde Vacip ... 24

B. Vücûb İfade Eden Terimler ve Tarihî Gelişimleri ... 27

1. Farz ... 28

2. Vacip ... 32

C. Vücûb İfade Eden Terimleşmemiş Kelime ve İfadeler ... 36

D. Farz-Vacip Ayrımı ... 44

1. Hanefî Mezhebi’nde Farz-Vacip Ayrımı ... 44

a. Hanefî Mezhebi’nin Teşekkül Döneminde Farz-Vacip Ayrımı ... 50

b. Kat’î Farz-Zannî Farz Ayrımı... 51

2. Hanefî Mezhebi Dışındaki Mezheplerde Farz-Vacip Ayrımı ... 53

a. Maliki Mezhebi’nde Farz-Vacip Ayrımı ... 53

b. Şafiî Mezhebi’nde Farz-Vacip Ayrımı ... 54

c. Hanbelî Mezhebi’nde Farz-Vacip Ayrımı ... 54

E. Farz-ı Ayn ve Farz-ı Kifâye ... 56

II. MENDUP ... 57

A. Kur’an-ı Kerim’de, Sünnette ve Sahabenin Sözlerinde Mendup ... 57

B. Nedb İfade Eden Terimler ve Tarihî Gelişimleri ... 60

1. Mendup ... 60

2. Sünnet ... 62

a. Sünnetin Fıkıh Literatüründeki Anlamları ... 64

b. Sünnetin Kısımları ... 73

c. Sünnet-i Müekkedeye Delâlet Eden Kelime ve İfadeler ... 75

3. Müstehap ... 80

(3)

5. Edep ... 86

6. Rağîbe (murağğab fîh, merğûb fîh, rağbet) ... 87

7. Tatavvu ve Nafile ... 87

C. Nedb İfade Eden Terimleşmemiş Kelime ve İfadeler ... 90

D. Mendup ve Kısımları... 98

1. Hanefî Mezhebi’nde Mendup ve Kısımları ... 98

a. Hanefî Mezhebi’nin Teşekkül Döneminde Sünnet-Mendup Ayrımı ... 98

b. Sünnet ve Kısımları ... 99

c. Nafile ... 107

d. Mendubun Dereceleri ... 108

2. Maliki Mezhebi’nde Mendup ve Kısımları ... 109

a. Maliki Mezhebi’nin Teşekkül Döneminde Mendup ve Kısımları ... 110

b. Sünnet ... 111

c. Fazilet (Rağîbe) ... 113

d. Nafile ... 114

3. Şafiî Mezhebi’nde Mendup ... 114

a. Şafiî Mezhebi’nin Teşekkül Döneminde Mendup ... 116

b. Mendubun Kısımlarıyla İlgili Görüşler ... 117

c. Eb’âz-Hey’ât Ayrımı ... 120

4. Hanbelî Mezhebi’nde Mendup ... 121

İKİNCİ BÖLÜM... 123

TERK ETME İFADE EDEN TEKLÎFÎ HÜKÜM TERİMLERİ ... 123

I. HARAM ... 124

A. Kur’an-ı Kerim’de, Sünnette ve Sahabenin Sözlerinde Haram... 126

B. Hürmet İfade Eden Terimleşmemiş Kelime ve İfadeler ... 128

C. Haramın Kısımları ... 136

II. MEKRUH ... 137

A. Kur’an-ı Kerim’de, Sünnette ve Sahabenin Sözlerinde Mekruh ... 141

B. Mekruhun Fıkıh Literatüründeki Anlamları ... 143

1. Haram ... 143

2. Tenzîhen Nehyedilen ... 149

3. Hilâfü’l-evlâ ... 150

4. Haramlığında Şüphe Olan ... 151

5. İrşâdî (Dünyevî) Mekruh ... 152

C. Kerâhet İfade Eden Terimleşmemiş Kelime ve İfadeleler ... 152

D. Mekruhun Kısımları ... 159

1. Hanefî Mezhebi’nde Mekruh ve Kısımları ... 159

a. Tenzîhen Mekruh... 159

b. Tahrîmen Mekruh ... 160

c. Tenzîhen Mekruh ve Tahrîmen Mekruha Delâlet Eden İfadeler ... 162

(4)

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM ... 168

MUHAYYERLİK İFADE EDEN TEKLÎFÎ HÜKÜM TERİMİ ... 168

MUBAH ... 169

A. Kur’an-ı Kerim’de, Sünnette ve Sahabenin Sözlerinde Mubah ... 172

B. İbâha İfade Eden Terimler ve Tarihî Gelişimleri ... 174

1. Mubah ... 174

2. Helal... 177

3. Câiz ... 178

4. Meşrû ... 181

C. İbâha İfade Eden Terimleşmemiş Kelime ve İfadeler ... 183

Sonuç ... 195

Kaynakça ... 201 Özgeçmiş ... Hata! Yer işareti tanımlanmamış.

(5)

Bilimsel Etik Sayfası

T.C.

SELÇUK ÜNİVERSİTESİ

Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü

BİLİMSEL ETİK SAYFASI

Bu tezin proje safhasından sonuçlanmasına kadarki bütün süreçlerde bilimsel etiğe ve akademik kurallara özenle riayet edildiğini, tez içindeki bütün bilgilerin etik davranış ve akademik kurallar çerçevesinde elde edilerek sunulduğunu, ayrıca tez yazım kurallarına uygun olarak hazırlanan bu çalışmada başkalarının eserlerinden yararlanılması durumunda bilimsel kurallara uygun olarak atıf yapıldığını bildiririm.

(6)

Tez Kabul Formu

T.C.

SELÇUK ÜNİVERSİTESİ

Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü

DOKTORA TEZİ KABUL FORMU

………. tarafından hazırlanan ……….. başlıklı bu çalışma ……../……../…….. tarihinde yapılan savunma sınavı sonucunda oybirliği/oyçokluğu ile başarılı bulunarak, jürimiz tarafından doktora tezi olarak kabul edilmiştir.

(7)

Önsöz

İnsanların dünya ve ahirette huzur ve saadet içinde yaşamasını sağlamak için gönderilen İslâm dini, bu amacını gerçekleştirmek gayesiyle mükelleflerden bazı şeylerin yapılmasını veya terk edilmesini talep etmiş, bazı şeyleri yapıp yapmama hususunda onları serbest bırakmıştır. Dinin talep ettiği ve serbest bıraktığı şeylerin neler olduğu ve yapılması veya terk edilmesi talep edilen şeylerin kesin ve bağlayıcı olup olmadığı hususu öteden beri İslâm âlimlerinin zihinlerini meşgul etmiştir.

İlmî disiplinlerin tamamında olduğu gibi fıkıh usulü ilminin de kendine has bir takım terimleri bulunmaktadır. Usulcü ve fakihlerin sözlerinin tam olarak anlaşılabilmesi için bu terimlerle neleri murat ettiklerinin bilinmesi yanında bu terimlerin ne zaman ortaya çıktığının, nasıl bir süreç izleyerek şekillendiğinin, bu terimler ortaya çıkmadan önce hangi kelime ve ifadelerin kullanıldığının bilinmesi de bir zorunluluktur.

Usulcülerin çoğunluğu mükelleflerin fiillerini vacip, mendup, mubah, mekruh ve haram şeklinde beş kısma ayırırken Hanefîler vacip ve haramın delillerinin kat’î ya da zannî oluşlarını dikkate alarak bu tasnifi daha da geliştirmişler ve mükelleflerin fiillerini farz, vacip, mendup, mubah, tenzihen mekruh, tahrimen mekruh ve haram şeklinde yedi kısımda ele almışlardır. Ancak mükelleflerin fiillerinin bu şekillerdeki tasnifi Kur’an-ı Kerim’de, sünnette, sahabe, tabiîn, mezhep imamları ve talebelerinin sözlerinde yer almamaktadır. Bu kaynaklarda mükelleflerin fiillerine ilişkin hükümler çeşitli kelime ve ifadelerle belirtilmiştir. Bu tezde, zikredilen terimlerin doğuşu, gelişimi ve terimleşmesi incelenmiş, söz konusu kaynaklarda yer alan ve sonraları bu terimlerin kapsamında değerlendirilen hangi kelime ve ifadelerin kullanıldığı ve bu terimlerin hangi mezhep tarafından hangi kategoride değerlendirildiği tespit edilmeye çalışılmıştır.

Araştırmamız giriş, üç bölüm ve sonuçtan oluşmaktadır. Girişte hüküm ve şer’î hüküm kavramı üzerinde durulduktan sonra şer’î hükmün bir kısmı olan teklîfî hükmün kısımlarının Kur’an’da, sünnette ve sahabenin sözlerinde izleri sürülmeye, ardından da teklîfî hükmün fakihlerin çoğunluğu ve Hanefîler nezdinde kısımları

(8)

zikredilmeye çalışılmıştır. Tezin birinci bölümünde vacip ve mendup, ikinci bölümünde haram ve mekruh, üçüncü bölümünde ise mubah üzerinde durulmuş ve bu bölümlerde, zikredilen terimlerin ve bunlarla eş anlamda kullanılan terimlerin tarihî gelişimlerine, ne zaman terim anlamlarını kazandıklarına ve bu hükümleri ifade etmek üzere hangi kelime ve ifadelerin kullanıldığına yer verilmiştir. Tezin bu şekilde bölümlere ayrılmasında cumhurun tasnifi esas alınmış, Hanefîlerin tasnifine ise yeri geldikçe yer verilmiştir.

Tez konusunun belirlenmesinden sonuçlandırılmasına kadar bana desteğini esirgemeyen hocam Prof. Dr. Mustafa Uzunpostalcı’ya, görüşlerinden istifade ettiğim jüri üyeleri Prof. Dr. Ahmet Yaman, Prof. Dr. Hüseyin Tekin Gökmenoğlu, Prof. Dr. Hacı Mehmet Günay ve Doç. Dr. Halit Çalış’a, çalışmalarım esnasında bana yol gösteren Dr. Eyyüp Sait Kaya’ya ve son olarak aileme teşekkür etmeyi bir borç biliyorum.

(9)

Özet

T.C.

SELÇUK ÜNİVERSİTESİ

Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü

Ö ğr en ci n in

Adı Soyadı Numarası

Ana Bilim / Bilim Dalı Danışmanı Tezin Adı

(10)

Summary

T.C.

SELÇUK ÜNİVERSİTESİ

Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü

Ö ğr en ci n in

Adı Soyadı Numarası

Ana Bilim / Bilim Dalı Danışmanı Tezin İngilizce Adı

(11)

Kısaltmalar

age.: adı geçen eser a. mlf.: aynı müellif b.: ibn bkz.: bakınız der.: derleyen Hz.: Hazreti md.: maddesi

DİA: Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi krş.: karşılaştırınız nşr.: neşreden ö.: ölümü s.: sayfa thk.: tahkik eden trc.: tercüme eden t.y.: tarih yok yy.: yayın yeri yok

(12)

GİRİŞ

HÜKÜM VE ŞER’Î HÜKÜM KAVRAMI

Hüküm, sözlükte mastar olarak “men etmek, ıslah etmek ve yargılamak”, isim olarak da “ilim, derin anlayış, yargı kararı ve hâkimiyet”1 anlamlarına gelmektedir. “Men etmek” anlamı, terim olarak kullanılan hüküm kelimesinde de mevcuttur. Zira sözlük anlamıyla bağlantılı olarak hüküm, Allah tarafından kulların maslahatlarına uygun, abesten ve fesada uğramaktan men edilmiş bir şekilde ortaya konulan, din tarafından belirlenen hususlara verilen addır.2 Vücûb, hürmet, nedb ve kerâhet de taşıdıkları “men etmek” anlamından dolayı hüküm adını almıştır. Nitekim vücûbun ve vücûb kadar tekitli olmasa da nedbin terk edilmesi, hürmetin ve hürmet kadar tekitli olmasa da kerâhetin işlenmesi men edilmiştir.3

Hüküm kelimesi Kur’an-ı Kerim’de otuz yerde geçmekte ve sadece tekil formunda kullanılmaktadır. Bu yerlerde “karar verme, yargılama, hikmet ve hâkimiyet” anlamlarında kullanılmış ve Allah’a, peygamberlere ve diğer insanlara nispet edilmiştir.4 Hadislerde ise aynı anlamlarda hem tekil hem de çoğul formunda kullanılmıştır.5 Bir terim olarak hüküm örf; mantık, kelam ve fıkıh ilimlerinde farklı anlamlarda kullanılmıştır:

1. Örfte hüküm, iki şey arasında olumlu ya da olumsuz bir bağlantı kurmaya denilir.6

2. Mantık ilminde hüküm, örfteki gibi iki şey arasında olumlu ya da olumsuz bir bağlantı kurmaya denildiği gibi bu bağlantıya ve bu bağlantıyı idrak etmeye de denilir.7

1

İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, Beyrut: Dârü'l-ihyâi't-türâsi’l-Arabî, 1997, “hkm” md.; Zebîdî,

Tâcü'l-arûs min cevâhîri'l-kâmûs, Beyrut: Dârü’l-fikr, 1994, “hkm” md.

2

Alâeddin es-Semerkandî, Mîzânü’l-usûl, Bağdat: Vizâretü’l-evkâf ve’ş-şuûni’d-dîniyye, 1987, I, 111-112.

3

Tûfî, Şerhu Muhtasari’-r-Ravza, Beyrut: Müessesetü'r-risâle, 1987, I, 248-249. 4

Muhammed Fuâd Abdülbâkî, el-Mu’cemü’l-müfehres li-elfâzi’l-Kur’âni’l-Kerîm, Kahire: Dârü’l-hadîs, 1988, “hkm” md.

5

Wensinck, el-Mu’cemü’l-müfehres li-elfâzi’l-hadîsi’n-nebevî (Concordance et indices de la

tradition musulmane), İstanbul: Çağrı Yayınları, 1986, “hkm” md.

6

Teftâzânî, et-Telvîh ilâ keşfi hakâiki’t-Tenkîh, Beyrut: Dârü’l-Erkam b. Ebî’l-Erkam, 1998, I, 35. 7

(13)

3. Kelâm ilminde hüküm, şer’î (ilâhî, dinî) ve aklî hükümler olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Şer’î hükümler, İslâm dininin iman, ibadet, muâmelât ve ahlâka dair bütün ilkelerine denilmekte ve kendi arasında itikâdî (aslî), amelî (fer’î, fıkhî) ve ahlâkî hükümler olmak üzere üçe ayrılmaktadır. Ayrıca amelî hükümler, teklîfî ve vaz’î olmak üzere iki kısımda ele alınmaktadır. Aklî hükümler de vücûb, imkân ve imtinâ şeklinde şer’î hükümler gibi üçe ayrılmaktadır.8

4. Fıkıh ilminde hüküm, İslâm kamu hukukunda devlet idaresi ve siyâsi otorite, muhâkeme usul hukukunda ise mahkeme kararı anlamına gelir. Devlet idaresi ve siyasi otorite manasında hüküm, bir ülkede devlet otoritesinin kullanımını, mahkeme kararı anlamında ise yargılama süreci sonunda verilen şer’î izin veya emri ifade eder.9 Hükmün mantık ilminde iki nesne ve fikir arasında kurulan bağlantıyı, kazıyye ve kuralı ifade etmesinden hareketle fıkıh ilminde hüküm, ister vahiy isterse rey kaynaklı olsun bir konudaki hukuki değer yargısını, kuralı, iki şey arasında ilişki kurmayı ve nitelendirmeyi belirtir.10

Hüküm bunların yanında ve daha geniş manada belli bir konuda konulmuş kuralların bütününü ifade ettiği gibi, fıkıh, nahiv vb. ilimlerde kaide manasında da kullanılır. Hüküm, belli bir konu hakkında konulmuş kuralların bütününü ifade etmek üzere kullanılmasından dolayı belli konuya dair hükümleri toplayan eserlere ve belli konuyla ilgilenen ilim dallarına da isim olarak verilmiştir. Meselâ ahkâmü’l-vakf denildiği zaman vakıflarla ilgili hükümler, el-ahkâmü’s-sultâniyye denildiği zaman hilâfet ve devlet teşkilatı hukuku ile kamu hukukunu ilgilendiren hükümler kastedilir.11

Usûl-i fıkıh şer’î delillerden şer’î hükümler elde edilmesini, fürû-i fıkıh ise bu hükümlerin bilinmesini ve uygulanmasını konu edindiğinden klasik fıkıh literatüründe hüküm kelimesi terim anlamını genelde bu bağlamda kazanmıştır.12 Şer’î hüküm, usulcüler tarafından çeşitli şekillerde tanımlanmakla birlikte en çok kabul gören ve en çok meşhur olanı Eş’arîler’in “Allah’ın iktizâ, tahyîr veya vaz’

8

Üzüm, İlyas, “Hüküm”, DİA, İstanbul, 1998, XVIII, 464-465. 9

Türcan, Talip, İslâm Hukuk Biliminde Hukuk Normu, Ankara: Ankara Okulu, 2003, 64-65. 10

Beyânûnî, Muhammed Ebü’l- Feth, “Hüküm”, DİA, İstanbul, 1998, XVIII, 466. 11

Özel, Ahmet, “Ahkâm”, DİA, İstanbul, 1988, I, 550-551. 12

(14)

yoluyla mükelleflerin fiillerine ilişkin hitabı”13 şeklinde yaptıkları tanımdır. Bu tanımın tarihi gelişim seyri şu şekilde olmuştur: Şer’î hüküm, ilk önce “Allahı’ın

hitabı”14 şeklinde tanımlanmış ancak bu tanım mükelleflerin fiilleriyle ilgili olsun

ya da olmasın Allah’ın bütün hitaplarını kapsadığı için Gazzâlî (ö. 505/1111) tanıma “mükelleflerin fiillerine ilişkin”15 kaydını eklemiştir. Gazzâlî’nin tanımı da ağyarını mani değildir. Zira bu tanıma göre mükelleflerin hallerini ve fiillerini açıklayan kıssalar ve “Sizi ve yapmakta olduklarınızı Allah yarattı.”16 ayetinde olduğu gibi mükelleflerin amelleriyle ilgili hitaplar, Allah’tan bir hitap ve mükelleflerin fiilleriyle ilgili olmasına rağmen şer’î hüküm olmadıkları halde şer’î hüküm kapsamına girmektedir. Bu nedenle tanıma Gazzâlî’den sonra “iktizâ veya

tahyîr bakımından”17 kaydı eklenmiştir. Kanaatimizce bu kaydın eklenmesinde

Gazzâlî’nin hüküm tanımında yer vermese de şer’î hükmü tasnif ederken bu kayıtlara yer vermesi18 etkili olmuştur. Bu kayıtla, kıssalar ve mükelleflerin amellerinden bahseden hitaplar tanım dışı kalmıştır. Zira her ikisinde de iktizâ veya tahyîr bulunmaz.19 Mutezile, bu tanımın bir şeyin sebep, şart, mani, sahih ve fasit olması gibi bazı hükümleri kapsamadığı gerekçesiyle itiraz edince20 tanıma “veya

vaz’ bakımından”21 kaydı eklenmiştir.

Fukaha ekolüne mensup Hanefî usulcüler, Allah’ın hitabına değil de Allah’ın hitabının eserine hüküm diyerek mütekellimîn ekolüne (Şâfiî) mensup usulcülerden ayrılırlar. Onlar hükmü, “Allah’ın iktizâ, tahyîr veya vaz’ yoluyla mükelleflerin fiilleriyle ilgili hitabı ile sabit olan şey”22 veya “Allah’ın iktizâ, tahyîr veya vaz’

yoluyla mükelleflerin fiillerine ilişkin hitabının eseri”23 şeklinde tanımlamışlardır.

13

İbnü’l-Hâcib, Muhtasaru müntehe’s-sûl ve’l-emel fî ilmeyi’l-usûl ve’l-cedel, Beyrut: Daru İbn Hazm, 2006, I, 282-283.

14

Sadrüşşerîa, et-Tavzîh şerhu’t-Tenkîh, Beyrut: Dârü’l-Erkam b. Ebi’l-Erkam, 1998, I, 37. 15

Gazzâlî, el-Mustasfâ min ilmi’l-usûl, Cidde: eş-Şeriketü’l-Medineti’l-Münevvere li’t-tıbâa ve’n-neşr, t.y., I, 177.

16

es-Saffât, 37/96. 17

Râzî, el-Mahsûl, Beyrut: Müessesetü'r-risâle, 1992, I, 89. 18 Gazzâlî, el-Mustasfâ, I, 210. 19 Sadrüşşerîa, I, 37-38; Teftâzânî, I, 37-38. 20 Râzî, el-Mahsûl, I, 90. 21 İbnü’l-Hâcib, I, 282-283. 22 Sadrüşşerîa, I, 40. 23

Molla Hüsrev, Mir’âtü’l-usûl şerhu Mirkâti’l-vüsûl, Dersaâdet: Şirket-i sahâfiye-i Osmâniye, 1321, 276.

(15)

Bu durumda Hanefîler’in tanımına göre şer’î hüküm, vücûb, hürmet, nedb, kerâhet ve ibâha şeklinde nassın eseri olmaktadır. Bu eser ise mükellefin fiilinin sıfatı olarak vacip, haram, mendup, mekruh ve mubah şeklinde kullanılmaktadır. Onlar böyle davranırken tanımlarında hükmün bağlandığı mahal olan mükelleflerin fiillerini dikkate almışlardır. Hanefîler’in hükmü bu manada kullanmaları mecâzen olmakla birlikte zamanla yaygınlık kazanarak hakikat niteliği kazanmıştır.24 Şafiîler ise hükmün Allah’tan sadır olduğu ve O’nun fiilleri arasında bulunduğu noktasından hareket ederek hitabın bizzat kendisine yani nassa şer’î hüküm demişlerdir. Bu hitap ise Allah’ın bir sıfatıdır. Buna göre Hanefîler, meselâ Allah’ın “Namazı dosdoğru kılınız.”25 ayetiyle namazın kılınmasını talep eden hitabının kulların fiilleri üzerindeki eserini dikkate alarak o eseri hüküm olarak kabul ederler ve dolayısıyla bu ayetin hükmünün, namazın vacip olması olduğunu söylerler. Yine “Zinaya yaklaşmayınız.”26 ayetinin hükmünün de zina fiilinin haram olması olduğunu söylerler. Şafiîler ise bu ayetlerin bizzat kendilerini hüküm olarak kabul ederler. Bu tanımlardan hükmün, biri îcâb ve tahrîm gibi doğrudan doğruya Allah’ın hitabı, diğeri de vücûb ve hürmet gibi Allah’ın hitabının eseri olarak iki anlamda kullanıldığı anlaşılmaktadır. Buna göre Hanefîler nassla kulların fiilleri arasında bir bağ kurarak, Şafiîler ise Allah ile onun hitabı olan nas arasında bir bağlantı kurarak hükmü tarif etmişlerdir.27 Hanefî usulcülerin çoğunluğunun aksine îcâb ve tahrîme değil de farz, vacip, mekruh gibi mükelleflerin fiillerinin sıfatlarına şer’î-teklîfî hüküm demeleri bu sebepledir. Fıkıh kitaplarında ef’âl-i mükellefîn tabirinin teklîfî hükümlerle aynı anlamda kullanılması bu anlayışın bir sonucudur.28 Konuyu bu şekilde tespit ettikten sonra tanımda geçen unsurları ele alarak tanımı değerlendirelim:

Önce tarifte geçen Allah’ın hitabını açıklayalım: Hitap sözlükte “kelâmın, bir maksadı anlatmak üzere başkasına yöneltilmesi” anlamına gelmekte iken daha sonra hitabın yapıldığı şeye de ad olarak verilmiştir. Burada geçen hitap, Allah’ın 24 Sadrüşşerîa, I, 40. 25 el-Bakara, 2/43. 26 el-İsrâ, 17/32. 27 Beyânûnî, “Hüküm”, XVIII, 466. 28

(16)

ezelî olan kelâm-ı nefsîsidir. Bazı bilginler kelâma ezelde hitap denilemeyeceğini söyleyerek hitabı, “bir maksadı anlatmak üzere başkasına yöneltilen kelâm” veya “söyleniş amacı, anlamak için hazır olana bir maksadı anlatmak olan kelâm” şeklinde tarif etmiştir.29 Tanımda hitabın Allah’a nispet edilmesi, Allah’ın hitabından başka hüküm olmayacağı anlamına gelmez. Zira Allah’ın kendilerine itaat edilmesini vacip kılması nedeniyle Hz. Peygamber’in, yöneticilerin ve efendilerin de hitapları hüküm kapsamına girer.30 Sünnet, icmâ, kıyas vb. deliller de Allah’ın hitabı olmasalar da Allah’ın hitabını ortaya çıkaran ve belirten birer delil olmaları nedeniyle Allah’ın hitabının kapsamına girerler.31

Mükelleflerin fiillerine ilişkin ifadesine gelince bilindiği gibi mükellef, akıllı ve büluğ çağına ermiş kimseye denilir. Burada geçen fiil, kalp dâhil bütün organların fiillerini kapsar.32 Tanıma bu kaydın eklenmesiyle Allah’ın hitabı olmalarına rağmen Allah’ın zatı, sıfatları ve fiilleriyle ilgili hitaplar; mükelleflerin, canlı ve cansız varlıkların zatlarıyla ilgili hitaplar33 ve mükellef olmadıkları için çocukların, delilerin ve hayvanların fiilleri34 tanım dışı kalır. Mükelleflerin fiillerine ilişkin olmasının manası, hükmün mükelleflerin her hangi bir fiiline ilişkin olması demektir. Zira mükelleflerin bütün fiillerine ilişkin bir hitap yoktur. Dörtten fazla kadınla evlenmenin mubah olması gibi sadece Hz. Peygamber’e özel olan hükümler de tanım kapsamına girmektedir.35 Bu tanımda geçen mükellef kelimesini tekil formunda kullanan usulcüler de vardır.36

Sadrüşşerîa (ö. 747/1346), çocuğun yaptığı alışverişin câiz, telef ettiği malı tazmin etmesinin vacip, müslüman olmasının sahih, kıldığı namazın sahih ve mendup olması gibi hususların hüküm olmasına rağmen mükelleflerin fiillerine ilişkin olmadığı için tanım dışı kaldığını söyleyerek mükelleflerin fiillerine ilişkin 29 Teftâzânî, I, 37. 30 Teftâzânî, I, 40. 31 Teftâzânî, I, 42. 32

Bedrüddîn ez-Zerkeşî, el-Bahrü’l-muhît, Kuveyt: Vizâretü'l-evkâf ve'ş-şuûni’l-İslâmiyye, 1992, I, 117.

33

İbnü’n-Neccâr, Şerhu’l-Kevkebi’l-münîr, Dımaşk: Câmiatü’l-Melik Abdülazîz, 1980, I, 335-336. 34

Safiyyüddîn Hindî, Nihâyetü’l-vüsûl fî dirâyeti’l-usûl, Mekke: Mektebetü Nizar Mustafa el-Baz, 1999, I, 52-53. 35 Teftâzânî, I, 40. 36 İbnü’n-Neccâr, I, 337-338.

(17)

ifadesi yerine kulların fiillerine ilişkin denmesi gerektiği kanaatindedir. Ona göre zikredilen hususların, çocuğun velisinin fiiliyle ilgili olması manasında hüküm olduğu söylenirse bu durum çocuğun müslüman olması, namazının sahih ve mendup olmasında sahih değildir. Diğer hususlarda ise çocuğun malına ve zimmetine hakkın ilişmesi şer’î bir hüküm olduğu gibi, onu velisinin ödemesi bu hükmün aynısı değil bunu gerektiren başka bir hükümdür.37 Ancak Teftâzânî (ö. 792/1390) bu itirazı yerinde görmemiştir. Çünkü tanımda mükellefler kaydını kullananlar çocuğa nispetle hiçbir hüküm olmadığını, sadece malından hakkın eda edilmesinin vacip olduğunu, bunun da velisi tarafından yerine getirilmesinin vacip olduğunu açıkça ifade etmişlerdir. Ayrıca kulların fiillerine ilişkin dense bile, zikredilen hususlarda kulun her hangi bir fiiline ilişme olmadığı için çocuğun malına veya zimmetine hükmün ilişmesi, bu tanıma göre de hüküm kapsamına girmemektedir. Konu bunların sahih olup olmaması ile ilgilidir; sıhhat ve fesat da şer’î değil aklî bir hükümdür. Zira sıhhat ve fesadın manası, yapılan şeyin dinin getirdiği şeye muvafık ya da muhalif olması demektir. Bu da bir insanın namaz kılan ya da terk eden olması gibi akıl ile bilinen bir durumdur. Çocuğun alışverişinin cevâzının manası onun sahih, namazının mendup olmasının manası ise Hz. Peygamber’in “Onlar yedi yaşına geldiklerinde namazı emredin”38 hadisinden dolayı velisinin onu namaza teşvik etmekle memur olması ve onu emretmesi anlamına gelir.39 Bazı usulcüler ise çocukların ve delilerin mallarına ilişkin hükümlerin, vaz’î hükümlerden olduğu kanaatindedir.40

Bu tanımda hükmün mükelleflerin fiillerine ilişkin olduğunun ifade edilmesinden, hükmün ayana (eşya) değil mükelleflerin fiillerine ilişkin olduğu anlaşılmaktadır. Bununla birlikte helallik (hill) ve haramlık (hürmet) ayana izafe edilebilir. Meselâ ölü etinin, şarabın ve anaların haram olduğunun ifade edilmesinde böyle bir durum vardır. Âlimlerden birçoğu hükmün ayana izafe edilmesinin mahal isminin hâl ismine ıtlak edilmesi kabilinden mecâzî bir kullanım veya ölü etinin yenilmesi, şarabın içilmesi ve analarla nikâhlanmanın haram olması

37

Sadrüşşerîa, I, 41. 38

Ahmed b. Hanbel, Müsned, İstanbul: Çağrı Yayınları, 1992, II, 180. 39

Teftâzânî, I, 41-42. 40

(18)

manasında muzafın hazfi kabilinden olduğu kanaatindedirler. Ama doğru olanı muzafın hazfi kabilinden olmasıdır. Çünkü helallik ve haramlık kulların fiillerine ilişen şer’î hükümlerdendir ve etten maksat yenilmesi, içecekten maksat içilmesi, kadından maksat ise nikâhlanılmasıdır. Âlimlerin bir kısmı ise helallik ve haramlığın ayana izafe edilmesinin iki yönden hakîkî bir kullanım olduğu kanaatindedirler:

a. Hürmet, bir fiilin yapılmasını men etmek manasına gelmekte olup bir fiilin haramlığının manası, mükellefin onu elde etmekten ve kazanmaktan men edilmesi, aynın haramlığının manası ise kulun onda yapacağı tasarruflardan men edilmesidir. Bu durumda bir fiilin hürmetinin manası, adamın bir şeyden men edilmesidir. Köleye “bu suyu içme” denmesi gibi. Aynın hürmetinin manası ise bir şeyin bir adamın yapmasından men edilmesidir. Adamın suyun dökülmesinden men edilmesi gibi. Bu ise birincisinden daha tekitlidir.

b. Aynın hürmetinin manası, aynın şer’an bir fiil için mahal olmaktan çıkması, fiilin hürmetinin manası ise fiilin şer’an muteber olmaktan çıkmasıdır. Her ikisinde de şer’an muteber olmaktan çıkma mevcuttur. Bu nedenle de mecâzî bir kullanım olmaz. Aynın bir fiil için mahal olmaktan çıkması, fiilin men edilmesini evleviyetle gerektirir ve fiilin hiçbir halde işlenme ihtimali kalmaz. Ayanda fiilin nefyedilmesi her ne kadar ikinci dereceden olsa da maksut olduğu zaman nefyedilmesinden daha kuvvetlidir.41

Tanımda geçen iktizâ, talep etmek ve istemek anlamına gelir. Allah bir şeyin yapılmasını ya da yapılmamasını kesin ve bağlayıcı bir tarzda istediği gibi kesin ve bağlayıcı olmayan bir tarzda da istemiş olabilir. Eğer Allah bir şeyin yapılmasını kesin ve bağlayıcı bir tarzda istemişse îcâb, bu talebe bağlanan sonuca yani hitabın eserine vücûb, yapılması istenen fiile ise vacip denilir. Bir şeyin yapılması kesin ve bağlayıcı bir tarzda istenmiyorsa hem talebe hem de ona bağlanan sonuca nedb, fiile ise mendup denilir. Eğer Allah bir şeyin yapılmamasını kesin ve bağlayıcı bir tarzda istiyorsa bu talebe tahrîm, bu talebe bağlanan sonuca hürmet, yasaklanan fiile ise haram denilir. Bir şeyin yapılmaması kesin ve bağlayıcı olmayan bir tarzda

41

(19)

isteniyorsa bu talebe ve talebe bağlanan sonuca kerâhet, fiile ise mekruh denilir. Tahyîr ise bir şeyin yapılıp yapılmaması hususunda mükellefin serbest bırakılması anlamına gelir. Bu hitaba ve hitaba bağlanan sonuca ibâha, fiile ise mubah denilir. Vaz’ ise bir şeyin başka bir şey için sebep, rükün, şart veya mani kılınması demektir.42

Âmidî (ö. 631/1233), şer’î hükmü “şâriin, şer’î bir fayda ifade eden hitabı” şeklinde tarif etmiştir. Bu tanımda geçen “şâriin” kaydıyla başkasının hitabı; “şer’î bir fayda ifade eden hitabı” kaydıyla da akledilen ve hissedilen şeyleri haber vermek gibi şer’î bir fayda ifade etmeyen hitaplar tanım dışı kalmaktadır.43 Ancak bu tanım, aklın delalet etmediği ama şer’in hitabıyla sabit olan ilâhî sıfatların, hüküm olmadıkları halde hüküm olmalarını gerektirdiği için ağyarını mani değildir. Bu tanıma göre, sem’ ve basar, istivâ ve nüzûl gibi sem’î sıfatlar, bunları aklî kabul edenlere göre tanım kapsamına girer.44 Bu tanım yine gayba dair sayılamayacak kadar haber ve din ile sabit olan bütün hükümleri kapsayacağı için ağyarını mani değildir.45

Tûfî (ö. 716/1316), şer’î hükmü “şer’in hitabının muktezâsı” şeklinde tanımlamıştır. Ona göre Hanefîler’de olduğu gibi “Namazı dosdoğru kılın.” ve “Zinaya yaklaşmayın.” ayetlerinin kendileri değil muktezâları yani namazın vücûbu ve zinanın hürmeti hüküm olmaktadır.46

Hüküm, “Allah’ın, mükellef olması bakımından mükellefin fiiline ilişkin

hitabı”47, “Allah’ın bir fiili, hükmî bir vasıf üzerine yaratması”48, “hakkında hüküm

verilen şey için sabit olan vasıf”49 şekillerinde de tarif edilmiştir.

Hükmün “Allah’ın iktizâ, tahyîr veya vaz’ yoluyla mükelleflerin fiillerin ilişkin hitabı” şeklindeki tanımının tabiî sonucu olarak şer’î hüküm (hitap); teklîfî (iktizâî, talebî) ve vaz’î hüküm (hitap) olmak üzere iki kısma ayrılmaktadır:

42

Sadrüşşerîa, I, 37-38. 43

Âmidî, el-İhkâm fî usûli’l-ahkâm, Kahire: Matbaatü Muhammed, 1968, I, 90-91. 44

Safiyyüddîn el-Hindî, I, 49-50. 45

Molla Fenârî, Fusûlü’l-bedâi’ fî usûli’ş-şerâi’, İstanbul: Şeyh Yahyâ Efendi Matbaası, 1289, 179. 46

Tûfî, I, 247-260. 47

Tâcüddîn es-Sübkî, Cem’ül-cevâmi’ fî usûli’l-fıkh, (el-Bedrü’t-tâli’ fî halli Cem’i’l-cevâmi’ ile birlikte), Beyrut: Müessesetü’r-risâle, 2005, I, 85.

48

Safiyyüddîn el-Hindî, I, 58. 49

(20)

I. TEKLÎFÎ HÜKÜM VE KISIMLARI

“Allah’ın iktizâ veya tahyîr yoluyla mükelleflerin fiillerine ilişkin hitabı”50 demek olan teklîfî hüküm insanlara bazı külfetler yüklediği için bu adı almıştır. Onun mükellefi muhayyer bırakan unsurundan hareketle her hangi bir külfet içermeyen hükümleri müstakil olarak “tahyîrî hüküm” başlığı altında ele alarak şer’î hükmü “teklîfî, tahyîrî ve vaz’î” olmak üzere üç kısımda ele alan âlimler de bulunmaktadır.51 Teklîfî hüküm adı, hükmün tanımında geçen “mükellefler” kaydı değil “iktizâ veya tahyîr” kaydı ile ilgilidir. “Mükellefler” kaydından alınsaydı teklîfî hükümler gibi mükelleflerin fiillerine ilişkin oldukları için vaz’î hükümlerin de bu kapsama dâhil olması gerekirdi.52 Bazı usulcüler iktizâ ve tahyîri ayrı ayrı zikrederek, şer’î hükmün bu çeşidine “teklîf ve izin hitabı”53 demişlerdir.

Teklif, “yapılmasında veya terk edilmesinde külfet ve meşakkat bulunan bir

şeyi yapmaya veya terk etmeye mecbur etmek”54 anlamına gelmektedir. Teklifin bu

anlamı nedeniyle, usulcüler vacip ve haramın teklîfî hükümlerden olduğu hususunda ittifak etmekle birlikte mubah, mendup ve mekruhun teklîfî hükümlerden olup olmadığı hususunda ihtilaf etmişlerdir. Usulcülerin büyük çoğunluğu her üçünün de teklîfî hükümlerden olmadığı kanaatindedirler. Çünkü teklif ancak kendisinde külfet ve meşakkat bulunan bir şeyi talep etmek demektir. Mubahta mükellef, yapma ve terk etme arasında muhayyer bırakıldığı için hiçbir külfet ve meşakkat bulunmamaktadır. Mendup ve mekruhta da aynı durum vardır. Çünkü her ne kadar mendubun yapılması ve mekruhun terk edilmesi istense de gereğinin yapılması hususunda mükellef muhayyer bırakıldığı için mubaha benzerler. Buna karşın Ebû İshak el-İsferâyînî (ö. 418/1027), mubahın mubah, mendubun mendup, mekruhun ise mekruh olduğuna itikat etmenin vacip olduğunu, vacibin de teklîfî hükümlerden olduğunu söyleyerek her üçünün de teklîfî hükümlerden olduğu kanaatindedir. Ancak bu hükümlerin teklîfî hükümlerden olup olmadığı konusundaki ihtilâf, esasa ilişkin olmayıp tamamen lafzî bir ihtilaftır. 50 Sadrüşşerîa, I, 38. 51 Beyânûnî, “Hüküm”, XVIII, 467. 52

Beyânûnî, el-Hükmü’t-teklîfî fi’ş şerîati’l-islâmiyye, Dımaşk: Dârü'l-kalem, 1988, 51. 53

Karâfî, Nefâisü’l-usûl fî şerhi’l-Mahsûl, Mekke: Mektebetü Nizar Mustafa el-Baz, 1997, I, 220. 54

(21)

Çünkü bunların mubah, mendup veya mekruh olduklarına itikat etmenin vacip olmasına itibarla teklîfî oldukları söylenirse, bu hususta âlimler arasında hiçbir ihtilaf bulunmamaktadır. Eğer teklif ile emredilen ve gereği yapıldığı takdirde sevap verilen şey kastediliyorsa, mendup ve mekruh teklîfî hükümdür ama teklif ile kesin talep kastediliyorsa, her ikisi de teklîfî hüküm değildir. Mubahta da durum aynıdır. Çünkü mubahı teklîfî hükümler arasında saymayanlar, teklifin, külfet ve meşakkat bulunan şeyi talep etmek olduğunu bu nedenle de mükellefin yapma ve terk etme arasında muhayyer bırakılması nedeniyle teklîfî hükümlerden olmadığını söyler. Mubahı teklîfî hükümlerden sayanlar ise fiilin aslına değil de mubah oluşuna itikat etmenin vücûbuna bakar.55 Bununla birlikte hepsinin teklîfî hükümler içinde ele alınması mecâzî bir kullanımdır.56 Şimdi de teklîfî hükümlerin kısımlarından bahsedelim:

A. Nasslarda ve Mezheplerin Teşekkül Döneminde Teklîfî Hüküm

Kur’an-ı Kerim ve sünnette bugünkü manada hükümlerin tasnifi yer almasa da hükümlerin beş veya yediye ayrılmasında etkili oldukları ortadadır. Zira yeri geldikçe değineceğimiz gibi gerek Kur’an-ı Kerim’de gerek sünnette, yapılması ve terk edilmesi istenenlerin bazen kesin ve bağlayıcı bir tarzda bazen de kesin ve bağlayıcı olmayan bir tarzda istendiği görülür. Mükelleflerin de bazı şeyleri yapıp yapmama hususunda muhayyer bırakıldıkları görülür. Bu durum vacip, mendup, mubah, mekruh ve haram şeklinde beş hükmün ortaya çıkmasını sağlamıştır. Hanefîler, delillerin sübût ve delâlet yönünden kat’îlik ve zannîlik durumunu dikkate alarak teklîfî hükümlerin sayısını yediye çıkarmışlardır.

Sahâbe-i kirâmın ifadelerine baktığımız zaman onların da hükümleri beş ana bölümde mütalaa ettikleri görülür. Meselâ Ebu Hureyre’nin ve Hz. Ali’nin şu sözlerinde yapılması istenenlerin, kesin ve bağlayıcı olarak yapılması istenen, kesin ve bağlayıcı olmayarak yapılması istenen şeklinde iki kısma ayrıldığı görülmektedir:

55

Âmidî, I, 173-174, 180; İbnü’s-Sââtî, Nihâyetü’l-vüsûl ilâ ilmi’l-usûl, Mekke: Câmiatü Ümmi'l-Kurâ, 1418, I, 182-184, 188-189.

56

(22)

Hz. Ali şöyle demektedir: “Vitir namazı, farz namazınız gibi kesin ve bağlayıcı bir şekilde istenmemiştir (hatm). Lakin Hz. Peygamber onu sünnet kıldı

ve dedi ki: Allah tektir, teki sever. Ey Kur’an ehli! Vitir namazını kılınız.”57

Ebu Hureyre ise şöyle demektedir: “Hz. Peygamber, ashabını teravih

namazına kesin ve bağlayıcı bir şekilde (azimet) emretmeksizin teşvik ediyordu.”58

Sahabenin sözlerinde, terk edilmesi istenenlerin de terk edilmesi kesin ve bağlayıcı olarak istenenler ve terk edilmesi kesin ve bağlayıcı olmayarak istenenler şeklinde iki kısma ayrıldığı görülür: Meselâ Ümmü Atiyye şöyle demektedir: “Biz kadınlar, cenazeye tabi olmaktan nehiy ediliyorduk. Ancak bundan kesin ve

bağlayıcı bir şekilde nehiy edilmemiştik (lem yü’zem aleynâ).”59

Şer’î hükmün tasnifine ilk olarak Ebu Hanîfe’ye nispet edilen el-Vasiyye isimli eserde rastlamaktayız. Ebû Hanîfe bu eserde, amelleri farz, fazilet ve masiyet olmak üzere üç kısımda ele almıştır. O farzın Allah’ın emri, dilemesi ve rızası ile faziletin Allah’ın emri ile değil de dilemesi, muhabbeti ve rızasıyla, masiyetin ise Allah’ın emri, muhabbeti ve rızasıyla değil de dilemesiyle olduğunu belirtmiştir.60

İmam Şâfiî (ö. 204/820) hükümleri “kesin ve bağlayıcı bir şekilde olan (hatm), mubah, kesin ve bağlayıcı olmamakla birlikte irşâdî olarak emredilen ve

nehiy edilenler”61 şeklinde ele almıştır. Kesin ve bağlayıcı olanlardan muradı farz

ve haram, irşâdî olarak emredilen ve nehiy edilenlerden muradı ise mendup ve mekruhtur. İmam Şafiî’den sonra hicrî beşinci asır başlarında yazılan eserlerde hükümlerin beş kategoride değerlendirildiğini görmekteyiz.62

B. Cumhura Göre Teklîfî Hükmün Kısımları

Mütekellimîn metoduna mensup usulcüler teklîfî hükmü; vücûb, nedb, ibâha, kerâhet ve hürmet şeklinde beş kısma ayırmışlardır. Gazzâlî bunların beşe ayrılma

57

Tirmizî, es-Sünen, İstanbul: Çağrı Yayınları, 1992, Vitir, 2. 58

Müslim, el-Câmiü’s-sahîh, İstanbul: Çağrı Yayınları, 1992, Müsâfirûn, 174; Ebû Davud,

es-Sünen, İstanbul: Çağrı Yayınları, 1992, Ramazan, 1; Nesâî, es-es-Sünen, İstanbul: Çağrı Yayınları,

1992, Sıyâm, 5. 59

Buhârî, el-Câmiü’s-sahîh, İstanbul: Çağrı Yayınları, 1992, Cenâiz, 29; İ’tisâm, 27; Müslim, Cenâiz, 34, 35; Ebû Davud, Cenâiz, 4.

60

Ebû Hanîfe, el-Vasiyye, 88. 61

Şafiî, el-Üm, Beyrut: Dâru ihyâi’t-türâsi’l-Arabî, 2001, VI, 427. Ayrıca bkz. age., VI, 425. 62

Temîmî, Kitâbü usûli’d-dîn, İstanbul: Darülfünun İlahiyat Fakültesi, 1928, 199; Ebü’l-Hüseyin el-Basrî, el-Mu’temed fî usûli’l-fıkh, Dımaşk: Institut Français de Damas, 1964, I, 8-9.

(23)

gerekçesini ele alan ilk usulcü olmuştur. O, iktizâ kavramına dâhil hükümleri, talebin yerine getirilmemesine bağlanan yaptırımın niteliğini dikkate alarak tasnif etmekte ve tanımlamaktadır. Ona göre şer’î hitap, ya “yapmayı gerektirici” bir şekilde, ya “terk etmeyi gerektirici” bir şekilde ya da “yapma ve terk etme arasında serbest bırakma” şeklinde olur. Eğer şer’î hitap, yapmayı gerektirici bir şekilde gelmişse bu hitap emirdir. Bu hitaba, söz konusu fiilin terk edilmesi karşılığında ceza (ıkâb) olacağını hissettiren bir şey bitişirse bu emir vacip, ceza verileceğini hissettiren bir şey bitişmemişse mendup olur. Yapmamayı gerektirici bir şekilde olan hitap, yapma durumunda ceza olacağını hissettiriyorsa hazr yani yasak, ceza olacağını hissettirmiyorsa kerâhettir. Hitap serbest bırakma biçiminde ise fiil mubahtır.63

Râzî (ö. 606/1209), teklîfî hükümleri talebin kesin ve bağlayıcı olup olmamasını dikkate alarak tanımlamış ve tasnif etmiştir. Buna göre bir şeyin yapılmasınının kesin ve bağlayıcı bir taleple istenmesi o fiil için îcâb, terk edilmesinin kesin ve bağlayıcı bir taleple istenmesi tahrîmdir. Bir şeyin yapılması ve terk edilmesi eşit ise ibâha, yapılması yönü ağır basarsa nedb, terk edilmesi yönü ağır basarsa kerâhettir.64

Beyzâvî’ye (ö. 685/1286) göre ise eğer hitap, bir şeyin var olmasını gerektirip terk edilmesini men ederse vücûb, terk edilmesini men etmezse nedbdir. Hitap, bir şeyin terk edilmesini gerektirip, fiilin var olmasını men ederse hürmet, men etmezse kerâhettir. Yapma veya terk etme arasında serbest bırakma şeklinde olursa ibâhadır.65 Şâfiîler içinde Tâcüddîn es-Sübkî (ö. 771/1370) gibi hilâfülevlâyı da teklîfî hükümler arasında sayarak teklîfî hükümleri altıya çıkaranlar âlimler de vardır.66 Ancak hilâfü’l-evlâyı açıklarken ele alacağımız gibi Şâfiîler’in çoğunluğu hilâfü’l-evlâyı mekruha dâhil etmişler, ayrı bir hüküm olarak zikretmemişlerdir.

Bazı âlimler, mubahı şer’î hükümler arasında saymayarak teklîfî hükümlerin dört tane olduğunu, bazıları da teklîfî hükümlerin haram ve mubah şeklinde iki 63 Gazzâlî, el-Mustasfâ, I, 210-211. 64 Râzî, el-Mahsûl, I, 93. 65

Beyzâvî, Minhâcü’l-vusûl ilâ ma’rifeti’l-usûl, (et-Tahkîkü’l-me’mûl li-minhâci’l-usûl

ale’l-Minhâc ile birlikte), Kahire: Müessesetü Kurtuba, 2001, 86-87.

66

(24)

kısım olduğunu söylemiştir. Teklîfî hükümlerin, haram ve mubah şeklinde iki kısım olduğunu söyleyenlere göre ibâha “bir şeyi yapmanın câiz olması ve fiilin failinden sıkıntının kaldırılması” anlamına gelir ve bu anlamı nedeniyle de vacip, mendup, mekruh ve mubahı kapsar.67 Teklîfî hükümleri; vacip, haram ve mubah olmak üzere üç kısım olarak sayanlar da vardır. Ona göre mubah; mendup, mekruh ve mubahın üçünü de kapsamaktadır.68

C. Hanefîler’e Göre Teklîfî Hükmün Kısımları

Debûsî (ö. 430/1039), Pezdevî (ö. 482/1089), Serahsî (ö. 483/1090), Ahsîkesî (ö. 644/1246) ve Nesefî (ö. 710/1310) gibi Hanefî usulcüleri, teklîfî hükümlerden sadece yapılmasına sevap verilen farz, vacip, sünnet ve nafileden bahsetmişlerdir.69 Debûsî’nin, zikredilen hükümleri “Allah’ın Hakkı Olan Meşrûlar”70, Serahsî’nin ise “İbadetlerden Meşrû Olanlar ve Hükümleri”71 başlığı altında ele alması bu görüşümüzü teyit etmektedir. Ancak Serahsî’nin de işaret ettiği gibi72 bunlar sadece yapılması farz, vacip, sünnet ve nafile olanları değil terk edilmesi farz, vacip, sünnet ve nafile olanları da kapsamaktadır. Buna göre, terk edilmesinin kat’î bir delille sabit olması nedeniyle haram farza, terk edilmesinin zannî bir delille sabit olması nedeniyle tahrîmen mekruh vacibe, terk edilmesinin sünnet olması nedeniyle tenzîhen mekruh sünnete, yapan veya terk eden kimsenin cezalandırılmaması ve kınanmaması nedeniyle de mubah nafileye dâhildir.73

Adı geçen usulcülerin hükümleri dörde ayırmasının hareket noktası çeşitli şekillerde izah edilmiştir: Bazı usulcüler, konuyu hükmün sabit olduğu delil ve talebi yerine getirmeyen kimseye uygulanacak yaptırım açısından ele almıştır. Buna göre bir şeyin yapılmasını talep eden delil kat’î ise söz konusu şey farz, delil

67

Karâfî, Şerhu Tenkîhi’l-fusûl, el-Mektebetü'l-ezheriyye, 1993, 71; a. mlf. Nefâisü’l-usûl, I, 238-240; İbnü’n-Neccâr, I, 427.

68

İbnü’n-Neccâr, I, 427. 69

Debûsî, Takvîmü’l-edille fî usûli’l-fıkh, Beyrut: Dârü’l-kütübi’l-ilmiyye, 2001, 77, 81-86; Serahsî,

el-Usûl, Beyrut: Dârü'l-kütübi'l-ilmiyye, 1996, I, 80; Pezdevî, el-Usûl, (Keşfü’l-esrâr an Usûli Fahri’l-İslâm el-Pezdevî ile birlikte), Beyrut: Dârü'l-kütübi'l-Arabiyye, 1997, II, 543, 548;

Nesefî, el-Menâr, Kahire: Mustafa el-Babi el-Halebî, 1979, 15; Ahsîkesî, el-Müntehab fî

usûli’l-mezheb, Beyrut: Dârü’l-medâri’l-İslâmî, 2005, 265.

70 Debûsî, 77. 71 Serahsî, el-Usûl, I, 80. 72 Serahsî, el-Usûl, I, 81. 73

Muhammed Emin el-Leknevî, Kamerü’l-akmâr li Nûri’l-envâr fî şerhi’l-Menâr, Beyrut: Dârü'l-kütübi'l-ilmiyye, 1995, I, 335.

(25)

kat’î olmaz ve terk edeni cezaya (ıkâb) müstehak olursa vacip, cezaya değil de kınanmaya müstehak olursa sünnet, aksi halde nafile ve mubahtır.74

Bazı usulcüler ise bunları inkâr edenin durumunu ve terk eden kimseye uygulanacak yaptırımı esas almışlardır. Buna göre, inkâr edenin küfre düştüğüne hükmedilen farz, inkâr edenin küfre düştüğüne hükmedilmemekle terk edeni günaha giren vacip, terk edeni günaha girmeyen ama azarlanan (itâb) sünnet, terk edeni azarlanmamakla birlikte yapanı sevap kazanan ise nafiledir.75

Zikredilen usulcüler, teklîfî hükümleri bu şekilde dört kısımda ele almakla birlikte Abdülazîz el-Buhâri’nin (ö. 730/1330) naklettiğine göre hükümleri farz, vacip, sünnet, nafile, mubah, mekruh ve haram şeklinde yedi kısımda ele alanlar da olmuştur. Buna göre, şâri, ya bir şeyin yapılmasını veya terk edilmesini tercih eder ya da her ikisini de tercih etmez. Şâri tarafından yapılması terk edilmesine tercih edilen bir fiili inkâr eden kimsenin küfre düştüğüne hükmedilirse söz konusu fiil farz, inkâr eden kimsenin küfre düştüğüne hükmedilmez de terk eden cezayı hak ederse vacip, terk eden cezayı hak etmez, fakat o Hz. Peygamber’in devamlı yaptığı bir fiil olursa sünnet, aksi halde nafiledir. Eğer terk edilmesi yapılmasına tercih edilen fiilin yapılmasına karşılık ceza olursa o fiili haram, ceza olmazsa mekruhtur. Yapılması ve terk edilmesi eşit ise mubahtır.76

İbnü’s-Sââtî (ö. 694/1295), mütekellimîn metoduna mensup usulcüler gibi önce şer’î hükmü tanımlamış, sonra da teklîfî hükmün beş kısma ayrılmasının hareket noktasını ele alarak fukaha metodu ile mütekellimîn metodunu mezcetmeye çalışmıştır. İbnü’s-Sââtî ile birlikte Hanefî usulcülerinin de şer’î hükmün tanımında mütekellimîn metoduna mensup usulcülerin tanımlarını tercih ettiklerini görüyoruz. O, şer’î hükmü tanımlarken yukarıda zikrettiğimiz en meşhur tanımı zikretmekle birlikte yeterli görmemiş onun yerine Âmidî’nin “şer’in, şer’î bir fayda ifade eden hitabı” tanımına “şer’e mahsus” kaydını ekleyerek “hüküm; şer’in, şer’e mahsus şer’î bir fayda ifade eden hitabıdır.” diye tanımlamıştır. Onun teklîfî hükümleri

74

Bâbertî, et-Takrîr li-usûli Fahri’l-İslâm el-Pezdevî, Kuveyt: Vizâratü'l-evkâf ve'ş-şuûni’l-İslâmiyye, 2005, III, 474.

75

Nesefî, Keşfü’l-esrâr, Beyrut: Dârü'l-kütübi'l-ilmiyye, 1986, I, 460. 76

Abdülazîz el-Buhârî, Keşfü’l-esrâr an usûli Fahri’l-İslâm el-Pezdevî, Beyrut: Dârü'l-kütübi'l-Arabiyye, 1997, II, 548.

(26)

tasnifi şu şekildedir: Eğer şer’î hitap, bütün vaktinde terk edilmesi cezanın (ıkâb) hak edilmesine sebep olan bir şeyin talep edilmesi şeklinde olursa o hüküm vücûbdur. Yapılması sadece sevaba vesile olan ve terk edilmesi durumunda üzerine hiçbir şeyin terettüp etmeyeceği bir şeyin talep edilmesi şeklinde olursa bu hüküm nedbdir. Eğer şer’î hitap, cezanın hak edilmesine sebep olan bir şeyin terk edilmesinin talep edilmesi şeklinde olursa tahrîm, terk edilmesi sadece sevaba vesile olacak bir şeyin terk edilmesinin talep edilmesi şeklinde olursa kerâhettir. Eğer her hangi bir talep bulunmaz da hitap yapıp yapmama arasında serbest bırakma şeklinde olursa ibâha, aksi halde vaz’î hükümdür.77 İbnü’s-Sââtî, teklîfî hükmü mütekellimîn metoduna göre taksim etmeye çalıştığı için görüldüğü gibi beşe ayırmış, farz-vacip ayrımını ise daha sonra ele almıştır.78

Sadrüşşerîa ile birlikte Hanefî usulcüleri şer’î hükmü tanımlarken yukarıda zikrettiğimiz gibi en meşhur ve en çok kabul gören tanımı tercih etmeye başlamışlardır.79 Sadrüşşerîa, hüküm taksiminde fıkıh kitaplarında hüküm olarak adlandırılan farklı kısımları bir araya toplayan yeni bir metot geliştirmiş ve kendisinden sonraki birçok Hanefî usulcü bu metodu takip etmiştir.80 Bu taksime göre hüküm, ilk olarak bir şeyin başka bir şeye ilişmesi şeklinde bir hüküm olmaması ya da bir şeyin başka bir şeye ilişmesi şeklinde bir hüküm olması şeklinde iki kısma ayrılır.81 Hüküm, bir şeyin başka bir şeye ilişkin olmaması şeklinde olursa teklîfî hüküm, ilişkin olması şeklinde olursa vaz’î hüküm adını alır.82

Teklîfî hükümler de iki kısma ayrılır:

1. Mükellefin fiillerinin eseri olan hükümler: Meselâ bir alışveriş akdi yapıldığı zaman müşterinin mala, satıcının ise o malın bedeli olan paraya sahip olması mükellefin fiili olan akdin eseri yani sonucudur.

77 İbnü’s-Sââtî, I, 141-142. 78 İbnü’s-Sââtî, I, 143-144. 79 Sadrüşşerîa, I, 37-40. 80

Molla Hüsrev, 276-278; Hâdimî, Mecâmiü’l-hakâik, Hacı Muharrem Efendi Matbaası, 1915, 258-276.

81

Sadrüşşerîa, II, 268. 82

(27)

2. Mükellefin fiillerinin sıfatı olan hükümler: Bu tür hükümler kendisinde ilk olarak dünyevî ya da uhrevî maksatlara itibar edilmesi açısından iki kısımda ele alınır.83 İbadetlerde dünyevî maksat zimmetin borçtan kurtarılması iken, muâmelâtta şer’î ihtisaslardır.84 Kendisinde ilk olarak dünyevî maksat gözetilerek işlenen fiillerin hükümleri, sıhhat-fesat-butlan, in’ikâd-adem-i in’ikâd, nefâz-adem-i nefâz ve lüzûm- adem-nefâz-adem-i lüzûmdur.

Kendisinde ilk olarak uhrevî maksatlara itibar edilen hükümler ise ya her hangi bir özre dayanmaksızın konulan aslî bir hükümdür ya da her hangi bir özre dayanarak konulan aslî olmayan bir hükümdür. Eğer aslî hüküm olan bir şeyin yapılması terk edilmesinden evla olur, terk edilmesi men edilir ve delili kat’î olursa farz, zannî olursa vaciptir. Eğer terk edilmesi men edilmez de yapılması dinde takip edilen bir yol ise sünnet aksi halde nafile ve menduptur. Eğer terk edilmesi yapılmasından evla olur, yapılması men edilirse haram, men edilmezse mekruhtur. Yapılması ve terk edilmesi eşit ise mubahtır.85 Burada mekruhtan murat, tenzîhen mekruhtur. Tahrîmen mekruh ise harama yakın olmasından dolayı harama dâhil edilmiştir.86

Aslî hüküm olmayıp da kulların özürlerine binâen konulan hükümlere ruhsat adı verilir. Aslî hükümlerden ruhsatın mukabilinde kullanılanlara ise azimet adı verilir. Azimet; farz, vacip, sünnet ve nafile olmak üzere dört kısımdır. Ruhsat da ikisi hakîkî manada ikisi de mecâzî manada olmak üzere dört kısma ayrılır.87 Vaz’î hükümler ise rükün, illet, sebep, şart ve alâmettir.88

83

Dünyevî maksat dünyada hâsıl olan şeydir. İbadetin sahih olmasının manasının zimmeti borçtan kurtaracak bir şekilde olması gibi. Uhrevî maksat ise ahirette hâsıl olan şeydir. Vücûbda itibar edilen şeyin yapılmasına karşılık sevap, terk edilmesine karşılık ceza olması gibi. Burada ilk olarak itibar edilen diye kaydedilmesinin sebebi şudur: Çünkü sıhhatta sevaba, vücûbda zimmetin borçtan kurtarılmasına itibar edilebilir ama bunlara ilk olarak itibar edilmez. (Molla Hüsrev, 276.)

84

Şer’î ihtisâs, şer’î tasarruflara bağlanan sonuçlardır. Satım akdinde mala sahip olma, kira akdinde malın menfaatine sahip olma gibi. (Teftâzânî, II, 269-270).

85

Sadrüşşerîa, II, 269-271. 86

Güzelhisârî, Menâfiü’d-dekâik fî şerhi Mecâmii’l-hakâik, Hacı Muharrem Efendi Matbaası, 1915, 260.

87

Sadrüşşerîa, II, 277-286. Azimet ve ruhsat tanımları ile bunların hangi hükümleri kapsadığı ile ilgili tartışmalar ve ruhsatın çeşitleri için bkz. Çalış, Halit, İslam’da Kolaylaştırma İlkesi, Konya: Yediveren, 2004, 61-78, 124-152.

88

(28)

İbn Abdişşekûr el-Bihârî (ö. 1119/1707) teklîfî hükümleri, hüküm tanımında geçen iktizâ veya tahyîr kaydından hareketle tasnif etmiştir. Bu tasnife göre talep, geri durma olmaksızın bir şeyin kesin bir şekilde yapılması için olursa îcâb, tercihen yapılması için olursa nedb, bir şeyin yapılmasından kesin bir şekilde geri durma için olursa tahrîm, yapılmasından tercihen geri durma için olursa kerâhet, muhayyer bırakma şeklinde olursa ibâhadır. Daha sonra Hanefîlerin, delilin sübût veya delâlet yönünden kat’î ve zannî olmasından hareketle kesin talebin kat’î bir delille sabit olması durumuna iftirâz veya tahrîm, zannî bir delille sabit olması durumuna ise îcâb ve kerâhet-i tahrîm dediklerini zikrederek hükümleri yedi kısma ayırmıştır.89 Yukarıdaki tasniflerde hükümler farz, vacip, sünnet, nafile, mubah, mekruh ve haram şeklinde ele alınırken Bihârî’nin farz, vacip, mendup, mubah, tenzîhen mekruh, tahrîmen mekruh ve haram şeklinde ele alması dikkat çekicidir.

“Ârızî hallere bağlı olmaksızın baştan konulan aslî hükümler”90 diye tarif edilen azimet ile “kulların özürlerine binâen konulan hükümler”91 diye tarif edilen ruhsatın teklîfî hükümlerden mi yoksa vaz’î hükümlerden mi olduğu hususu usulcüler arasında tartışılmıştır. Ancak bu ihtilaf esasla ilgili olmayıp, şer’î hükümlere âlimlerin tamamen farklı yönlerden bakmalarından kaynaklanmaktadır.92 Usulcülerin büyük bir kısmı azimet ve ruhsatı teklîfi hükümler arasında saymıştır. Çünkü azimet, şâriin umumi bir şekilde talep veya nehiy ettiği ya da mubah kıldığı hükümleri, ruhsat ise meşakkat, zaruret ve ihtiyaç gibi ârızî bir sebebe bağlı olarak azîmet hükmünü terk etmeye imkân veren hafifletilmiş ve geçici hükmü ifade eder. Her ikisinde de bulunan talep etme ve mubah kılma ise teklîfî hükümlerdendir. Bir kısım usulcüler ise şâriin, azimette mükelleflerin normal hallerini aslî hükümlerin devamı için, ruhsatta ise bazı ârızî durumları bir takım mükellefiyetleri hafifletmek için sebep kıldığını, sebebin ise vaz’î hükümlerden olduğunu söyleyerek azimet ve ruhsatı vaz’î hükümlerden saymışlardır. Azîmet ve ruhsat hususundaki bu tartışmaların pratik bir sonucu

89

Bihârî, Müsellemü’s-sübût, (Fevâtihü’r-rahamût bi-şerhi Müsellemi’s-sübût içinde), Beyrut: Dârü’l-Kütübi’l-İlmiyye, 2002, I, 48.

90

Serahsî, el-Usûl, I, 85; Pezdevî, II, 543-545; Abdülazîz el-Buhârî, II, 545. 91

Serahsî, el-Usûl, I, 85; Pezdevî, II, 543-545; Abdülazîz el-Buhârî, II, 545. 92

(29)

bulunmamakla birlikte, şâriin, genel bir şekilde kendisiyle ilgili talepte bulunduğu veya mubah kıldığı fiil anlamında azimetle, şâriin bir zaruret ve ihtiyaç nedeniyle mubah kıldığı fiil manasındaki ruhsatın, talep ve ibâhayı kapsayan teklîfî hükümlerden sayılması sistematiğe daha uygun görünmektedir.93

II. VAZ’Î HÜKÜM VE KISIMLARI

Vaz’î hüküm, şer’î hükmün tanımında geçtiği gibi “Allah’ın vaz’ yoluyla

mükelleflerin fiillerine ilişkin hitabı”94 olup bir şeyin başka bir şey için sebep,

rükün, şart veya mani kılınmasıdır. Usulcülerin bir kısmı, sıhhat-fesat-butlan, azimet ve ruhsatı da vaz’î hükümlere dâhil etmiştir. Bu kısma “vaz’ ve ihbâr hitabı”, “vaz’î ve ihbârî hitap” da denilmektedir. Burada geçen vaz’, dinin vaz’ etmesi (ortaya koyması) demektir. Yani dinin, var olmaları durumunda dinin hükümlerinin var ya da yok olduğunun bilindiği bir takım sebepler, şartlar ve maniler ortaya koyması anlamına gelir. Buna göre sebeplerin ve şartların var olmasıyla dinin hükümleri de var olur; manilerin var olmasıyla veya şartların ve sebeplerin var olmamasıyla da dinin hükümleri var olmaz. İhbârın manası ise dinin, zikredilen şeylerin var ya da yok olmaları halinde dinin hükümlerinin de var ya da yok olmasını haber vermesidir. Bu manada din sanki “Zekâtın sebebi olan nisap ve şartı olan malın elde edilmesinin üzerinden bir yıl geçtiği zaman biliniz ki size zekâtın verilmesini vacip kıldım. Eğer zekâtın vacip olmasına mani miktarda olan bir borç bulunursa size zekâtı vacip kılmadım.” demektedir.95

Meselâ “Güneşin –batıya doğru- dönmesinden gecenin karanlığı bastırıncaya

kadar –-belli vakitlerde- namaz kıl.”96 ayetindeki güneşin gökyüzünün ortasından

batı yönüne eğilmesi (dülûk) namazın vacip olması ve mükellefin bu namazı eda etmekle borçlu olması için bir sebep kılınmıştır. Burada dülûkun, namazın vacip olmasına sebep kılınması vaz’î bir hüküm, zikredilen ayet de bunun delilidir. Hz. Peygamber’in “Allah temizlik olmaksızın namazı kabul etmez.”97 hadisi gereği

93

Beyânûnî, “Hüküm”, XVIII, 467. Ayrıca bkz. Çalış, 90-93; Dönmez, İbrahim Kâfi, “Ruhsat” DİA, XXXV, 207-208. 94 Sadrüşşerîa, I, 38. 95 Tûfî, I, 411-412. 96 el-İsrâ, 17/78. 97

(30)

namazın geçerliliği için temizlik şart, “Katil mirasçı olamaz.”98 hadisiyle de varisin murisi öldürmesi mirasçı olmak için bir mâni niteliğindedir.99

Hükmün, Allah’ın hitabı mı yoksa hitabının eseri mi olduğu ihtilafının bir sonucu olarak mütekellimîne göre sebep, şart veya mani kılmanın bizzat kendisi fukaha metoduna mensup olan Hanefî fakihlere göre ise bunların sonucu vaz’î hükümdür. Bu durumda mütekellimîne göre dülûkun namazın vücûbuna sebep kılınması vaz’î hüküm iken Hanefîler’e göre bu sebep kılmanın sonucu, yani dülûkun namazın vücûbuna sebep oluşu vaz’î hükümdür. Yine mütekellimîne göre temizliğin namazın geçerli olması şart kılınması vaz’î hüküm iken Hanefî fakihlere göre namazın geçerliliği için temizliğin şart oluşu vaz’î hükümdür.100

Ancak Râzî başta olmak üzere bazı usulcüler vaz’î hükümleri teklîfî hükümlerin içinde mütalaa ederek, şer’î hükmün tanımında “veya vaz’ yoluyla” kaydına ihtiyaç duymamışlardır. Bu görüşte olan usulcülere göre dülûkun namazın vücûbu için sebep olmasının manası dülûku gördüğümüzde Allah’ın namazı bize vacip kıldığını bilmemizdir. Burada dülûkun sebep olmasının vacip kılmaktan başka bir manası yoktur. Maniden murat edilen ise söz konusu şeyin terk edilmesini istemektir. Bunun ise hürmetten başka bir manası yoktur. Yine bir akdin sahih olduğunu söylediğimizde manası, dinin akit konusu şeyden yararlanmaya izin vermesidir. Bunun ise ibâhadan başka bir manası yoktur. Bir akdin batıl olduğunu söylediğimizde manası, dinin akit konusu şeyden yararlanmaya izin vermemesi anlamına gelir. Bunun ise hürmetten başka bir manası yoktur.101

Bazı usulcüler ise bu durumu daha açıklığa kavuşturmak için teklîfî hükmü “sarîh ve zımnî” olmak üzere iki kısma ayırmışlar ve vaz’î hükümleri zımnî kabilinden sayarak iktizâ veya tahyîre dâhil etmişlerdir.102 Ancak doğru olanı bunlara vaz’î hüküm denilmesidir. Çünkü vaz’î hükümden murat edilen bir şeyin başka bir şeye ilişkin olmasıdır. Teklîfî hükümde ise böyle bir durum yoktur.

98

Ebu Dâvûd, Diyât, 18; Dârimî, Ferâiz, 41; Müsned, I, 49. 99 Beyânûnî, “Hüküm”, XVIII, 467. 100 Beyânûnî, “Hüküm”, XVIII, 467. 101 Râzî, el-Mahsûl, I, 90; Beyzâvî, 79-85. 102

(31)

Bunların bir şekilde birbirlerine bağlı olmaları ikisinin de bir olmasını gerektirmez.103

Tûfî, bu durumu bertaraf etmek için şariin hitabının, lafzî ve vaz’î olmak üzere ikiye ayrılması gerektiği kanaatindedir. Çünkü vaz’ hitabında da teklif hitabında olduğu gibi bir talep söz konusu olduğu için tedâhül meydana gelmektedir. Onun lafzî hitaptan muradı “Namazı dosdoğru kılınız.” ayetinde olduğu gibi lafızlarla sabit olan hitaplardır. Vaz’î hitaptan muradı ise “Güneş batıya doğru döndüğü zaman öğle namazı size vacip olmuştur.” sözü gibi olanlardır. Burada lafız namazın vücûbunu beyan etmiştir, vaz’ ise namazın vücûb vaktini belirlemiştir.104

Sıhhat-fesat-butlan, in’ikât, nefâz ve lüzûmun teklîfî mi, vaz’î mi yoksa aklî bir hüküm mü olduğu hususunda âlimler ihtilaf etmişlerdir. Âlimlerin büyük çoğunluğu bunların hepsinin teklîfî hükümlere raci olduklarını söylemişlerdir. Bu görüşte olanlara göre meselâ bir alışverişin sahih olmasının manası, akit konusu maldan yararlanmanın mubah olması, butlanın manası ise akit konusu maldan yararlanmanın haram olmasıdır. Âlimlerden bir kısmı ise şâriin, bir takım fiillere bu hükümlerin ilişmesi şeklinde hükmetmesi manasında bunların vaz’î hükümlerden olduğu kanaatindedirler. Buna göre sıhhatin manası akit konusu şeyden yararlanmanın mubah olması için sebep kılınması, butlanın manası ise söz konusu şeyden yararlanmanın hürmeti için sebep kılınmasıdır. Bunların aklî hükümlerden olduğunu söyleyenlerin gerekçesi ise şudur: Şâri’ mülkiyetin gerçekleşmesi için alışverişi meşrû kılmış, rükün ve şartlarını ortaya koymuştur. Akıl ise rükün ve şartlar yerine geldiği zaman alışverişin mülkiyetin elde edilmesini sağlayacağına aksi halde mülkiyetin elde edilmesini sağlamayacağına hükmeder. Bu ise görüldüğü gibi aklî bir hükümdür.105...

103 Sadrüşşerîa, I, 38. 104 Tûfî, I, 416. 105 Teftâzânî, II, 270.

(32)

BİRİNCİ BÖLÜM

(33)

I. VACİP

Tezin bu bölümünde cumhurun teklîfî hüküm tasnifine uygun olarak vacip ve mendup üzerinde durulacak, farz-vacip ayrımına ayrıca değinilecektir. Cumhura göre farz ve vacip eş anlamda olup, ister kat’î isterse zannî bir delille sabit olsun “şâriin yapılmasını kesin ve bağlayıcı bir tarzda istediği fiildir.”106 Hanefîler ise aşağıda ele alacağımız gibi vücûbu sübût ve delâlet yönünden kat’î bir delille sabit olan fiillere farz, vücûbu sübût veya delâlet yönünden zannî bir delille sabit olan fiillere ise vacip adını vermişlerdir. Hanefîler’in farz ve vacip tanımlarını aşağıda ele alacağımız için onların yaptıkları tanımları bir tarafa bırakarak cumhurun görüşüne uygun olarak yapılan bazı vacip tanımlarını zikredelim. Gazzâlî’nin naklettiğine göre vacip çeşitli şekillerde tanımlanmaya çalışılmış ve bunlara çeşitli eleştiriler yöneltilmiştir. Bu tarifler şunlardır:

1. “Vacip, terk edilmesinden dolayı ceza (ıkâb) verilen şeydir.” Bu tanım isabetli bir tanım değildir. Çünkü Allah’ın vacibi terk eden kimseyi affetme ihtimali mevcuttur. Bu tanıma göre Allah affetse bile vacip, vacip olmaktan çıkmamaktadır. Zira vacip halihazırda mevcuttur, ceza ise halihazırda mevcut değil ileride olması beklenen bir şeydir.107

2. “Vacip, terk edilmesinden dolayı ceza verileceği, tehditli bir ifade ile bildirilen şeydir.” Usulcüler bu tanıma da itiraz etmişlerdir. Bu tanıma göre Allah’ın vacibi terk edeni cezalandırması vacip olmaktadır. Çünkü Allah tehdit ediyorsa bunu mutlaka yerine geririr. Halbuki bu cezanın affedilerek kişinin cezalandırılmaması mümkündür.108

3. “Vacip, terk edilmesinden dolayı ceza verilmesinden endişe edilen şeydir.” Bu tanım haramlığında ve vacipliğinde şüphe edilen şeyler nedeniyle batıldır. Çünkü bu durumda olan bir fiilin vacip olmamasına rağmen terk edilmesi durumunda ceza verilmesinden korkulmaktadır.109

106 Râzî, el-Mahsûl, I, 93. 107 Gazzâlî, el-Mustasfâ, I, 211. 108 Gazzâlî, el-Mustasfâ, I, 211, trc. I, 105. 109 Gazzâlî, el-Mustasfâ, I, 211; trc. 106.

(34)

Bütün bu itirazları dikkate alan Bâkillânî (ö. 403/1013), “vacip, terk edenin

şer’an her hangi bir şekilde kınanıp yerildiği şeydir”110 diye tanımlamış, Gazzâlî,

Râzî ve İbnü’l-Hâcib (ö. 646/1249) de bu tanımı benimsemiştir.111 Bâkillânî, bu tanımda ceza (ıkâb) yerine yergiyi (levm, zemm) koymuştur. Çünkü kınama vacibin terk edilmesi esnasında meydana gelirken, cezanın mevcudiyetinde şüphe bulunmaktadır.112 Bu tanıma Allah’ın vacibi terk edeni affetme ihtimali ile itiraz edilemez. Çünkü vacibi terk eden kimsenin her ne kadar affedilme ihtimali olsa da Allah’ın kınamasından kurtulamaz, en azından asi olarak nitelendilir. Allah vacibi terk edeni affetse bile vacibi yerine getirene ikram ettiği gibi ikram etmez. Çünkü o kimseden adalet vasfını kaldırır.113 Tanımda geçen “şer’an” kaydı hükümlerin akıl değil de din tarafından sabit olduğunu ifade etmek114, “her hangi bir şekilde” kaydı ise muhayyer vacip, müvessa’ vacip ve kifâî vacibi tanıma dâhil etmek için zikredilmiştir. Çünkü müvessa’ bir vacip olan namazı ilk vaktinde terk eden kimse her ne kadar kınanmasa da namazı bütün vaktinde veya vaktin sonunda kılmaya azmetmeden ilk vaktinde terk etmesi nedeniyle kınanmayı hak eder. Muhayyer vacipte ise alternatiflerden birisini yapıp birisini terk ederse kınanmaz ama hepsini terk ederse kınanır. Kifâî vacipte ise mükelleflerin bir kısmının yapmasıyla terk edenler kınanmaz ama hepsi terk ederse hepsi kınanır.115 Bazı usulcüler “kınanır” fiilinin ispatın siyakında gelmesi nedeniyle mutlak olduğunu, bu nedenle ister her hangi bir şekilde isterse her şekilde olsun bütün kınamaları kapsadığını söyleyerek “her hangi bir şekilde” kaydına ihtiyaç olmadığını belirtmiştir.116

Cüveynî (ö. 478/1085), “şâri tarafından yapılması istenen ve terk edeni şeriat tarafından kınanan fiildir” şeklinde tanımlamıştır. Bu tanımda geçen “şâri tarafından yapılması istenen” kaydı ile vacibin, şeriat koyucu tarafından

110

Bâkıllânî, I, 293-294; Mustasfa tercümesi, I, 106. 111

Gazzâlî, el-Mustasfâ, I, 211-212; Râzî, el-Mahsûl, I, 95; İbnü’l-Hâcib, I, 285. 112

Gazzâlî, el-Mustasfâ, I, 212. 113

Bedrüddîn ez-Zerkeşî, el-Bahrü’l-muhît, I, 177. 114

Râzî, el-Mahsûl, I, 96. 115

Bedrüddîn ez-Zerkeşî, el-Bahrü’l-muhît, I, 177-178. 116

Referanslar

Benzer Belgeler

In the event that the deed is subjected to a criminal case; the civil court shall suspend its trial and await the criminal case result due to a prejudicial ques- tion providing

Yeni Anayasada ceza hukukuna ilişkin önerilerimizin temel başlıklarını şöyle sıralayabiliriz: Öncelikle Anayasada belli bir ideolojiye yer verilmemeli, yeni

Bütün hekim, diş hekimi ve sağlık meslek mensuplarının “sağlık mesleğinin icrası kapsamında yaptıklan muayene, teşhis ve tedaviye ilişkin tıbbi işlem ve

konumuzun gayesi ele aldığımız muhakkak hattının menĢeini ve geliĢmesini araĢtırmak ve uzun zamandır kullanımı çok az olan bir yazı çeĢidi olarak karakterini

CEZA MUHAKEMESİ SORUŞTURMA EVRESİ KOVUŞTURMA EVRESİ DURUŞMA HAZIRLIĞI DEVRESİ KANUN YOLU DEVRESİ DURUŞMA DEVRESİ HÜKÜM DEVRESİ İLK DERECE İKİNCİ DERECE..

Horizontal göz hareketlerinin düzenlendiği inferior pons tegmentumundaki paramedyan pontin retiküler formasyon, mediyal longitidunal fasikül ve altıncı kraniyal sinir nükleusu

Aleni olmayan bir söylefliyi ses alma cihaz› ile kaydetme suçu bak›m›ndan ...154 VIII Hamide Zafer / Özel Hayat›n Ceza Hukukuyla Korunmas› (TCK m.132-134).d. Kayda

2020: “Resmî Belgenin Düzenlenmesinde Yalan Beyan”, Özel Ceza Hukuku Cilt VI, Kamu Güvenine, Kamu Barışına, Ulaşım Araçlarına veya Sabit Platformlara Karşı Suçlar,