• Sonuç bulunamadı

D. Farz-Vacip Ayrımı

1. Hanefî Mezhebi’nde Farz-Vacip Ayrımı

Hanefîler, şâriin, mükelleften yapılmasını kesin ve bağlayıcı bir tarzda istediği fiilleri sabit oldukları delillerin kat’îlik ve zannîliğinden hareketle ele almışlar ve sübût ve delâlet yönünden kat’î bir delille sabit olan fiillere farz, sübût veya delâlet yönünden zannî bir delille sabit olanlara ise vacip adını vermişlerdir.

Farz-vacip ayrımını daha iyi anlayabilmek için kat’î ve zannî delil ayrımını ele almak uygun olacaktır. Zira naklî deliller sübût ve delâlet yönünden dörde ayrılır: a. Hem sübût hem de delâlet yönünden kat’î olan deliller: Müfesser veya muhkem ayetler ve delâleti kat’î olan mütevatir sünnetler gibi. b. Sübût yönünden kat’î, delâlet yönünden zannî olan deliller: Tevil edilmiş ayetler gibi. c. Sübût yönünden zannî, delâlet yönünden kat’î olan deliller: Delâleti kat’î olan haber-i vahitler gibi. d. Hem sübût hem de delâlet yönünden zannî olan deliller: Delâleti zannî olan haber-i vahitler gibi. Hanefîler’e göre birinci tür delillerle farz ve haram,

268

Merdâvî, el-İnsâf, Beyrut: Dâru ihyâi't-türâsi'l-Arabî, 1986, XII, 248. 269

ikinci ve üçüncü tür delillerle vacip ve tahrimen mekruh, son delille de sünnet ve müstehap sabit olur.270

Hanefîler meşhur sünnetin bilgi değeri hususunda ihtilaf etmişlerdir. Cessas ve Hanefîler’den bir gruba göre meşhur sünnet mütevatir gibi olup meşhur sünnetle kat’î bilgi sabit olur. İsa b. Ebân, Debûsî ve müteahhirînden birçoğuna göre ise meşhur sünnet, kat’î ilim değil ilm-i tume’nîne ifade eder. Bu görüşte olanlara göre meşhur sünnet derece bakımından mütevatir sünnetten daha aşağıda haber-i vahitten ise daha üstün olup meşhur sünnetle nassa ziyade yapılması caizdir. Ebü’l- Yüsr’ün de belirttiği gibi iki görüş arasındaki ihtilaf meşhur sünneti inkâr edenin küfre düştüğüne hükmedilip hükmedilmemesi noktasındadır. Zira birinci gruptakiler meşhur sünneti inkâr edenin küfre düştüğüne kani iken ikinci gruptakilere göre bu durumda olan bir kimsenin küfre düştüğüne hükmedilmez. Amel gerektirip gerektirmemesi açısından bakıldığı zaman ise aralarında bir ihtilaftan söz edilemez.271 Bu durumda meşhur sünnetin ilm-i tume’nîne gerektirdiğini söyleyenlere göre de meşhur sünnet amel gerektirmesi açısından mütevatir derecesindedir. Bu da meşhur sünnetlerle farzın sabit olabileceğini göstermektedir.272

Hanefîler’e göre delilinin kat’î olması nedeniyle, farzın farz olduğunu itikat etmek ve gereğince amel etmek gerekirken, delilinin zannî olması nedeniyle, vacibin vacip olduğuna itikat etmek şart değildir ama gereğince amel edilmesi gereklidir. Hanefîler bu iddialarını, farzın sözlükte derece bakımından vacipten daha üstün olduğunu ve kat’î delille sabit olan hususların zannî delille sabit olan hususlardan ayrılması gerektiğini söyleyerek savunmuşlardır. Çünkü farz, sözlükte “sert bir cisimde çentik açmak”, vücûb ise “düşmek” anlamına gelir. Açılan çentiğin bıraktığı iz ise kalıcı iken, düşen bir şeyin bıraktığı iz kalıcı olmayabilir. Dinî bir terim olan farzın bıraktığı iz, sözkonusu fiilin farz olduğuna itikat etmek olup, mükellef ister eda etsin isterse etmesin bu itikat her zaman kalıcıdır. Hanefîler’e göre, zannî bir delille sabit olan bir fiilin farz olduğunu söylemek,

270

İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, IX, 487. 271

Abdülazîz el-Buhârî, II, 674-675. 272

kendisinde şüphe bulunan bir delili derece bakımından yükseltmek veya kendisinde hiçbir şüphe olmayan bir delili, derece bakımından düşürmek olduğu için doğru değildir.

Hanefîler nassa ziyade yapmayı nesih sayarlar. Onlara göre, nassa ziyade ancak neshin sabit olduğu delil ile sabit olur. Nesih haber-i vahitle sabit olmayacağına göre nassa ziyade de haber-i vahitle sabit olmaz. Bu manada, haber-i vahitle sabit olan bir şeye itikat etmek vacip olmasa da onunla amel etmek vacip olur. Çünkü haber-i vahitle sabit olan bir şeyle amel etmek, nassın neshedilmesi değil ama nass ile sabit olan hususun takrir edilmesidir. Bunu bir örnekle açıklayalım: Namazda kıraatin farziyeti, kat’î bir delille sabittir. O da “(Namazda)

Kur’an’dan kolayınıza geleni okuyunuz.”273 ayetidir. Fatiha Sûresi’ni okumak ise

haber-i vahitle sabittir. Fatiha’nın farz olduğunun söylenmesi nassa ziyade olur. Ama farz olmaksızın, onunla amel edilmesinin vacip olduğu söylenirse, nass ile sabit olan bir husus mevcut olduğu hal üzere bırakılmış ve diğer delille de gereğince amel edilmiş olur. Ama haber-i vahitle sabit olan Fatiha’nın farz olduğu söylenirse, kendisinde şüphe bulunan bir delilin derecesi yükseltilmiş veya kendisinde hiçbir şüphe bulunmayan bir delilin derecesi düşürülmüş olur ki bunların her ikisi de doğru değildir.274

Hanefîlere göre farzın hükmü şudur: Farz olan bir şeyin, farz olduğuna inanmak ve gereğince amel etmek gerekir. Farz olan bir şeyi inkâr edenin ve inkâr etmese de hafife alarak terk eden kimsenin küfre düştüğüne hükmedilir. İnkâr etmemekle birlikte terk eden kimse asi ve fâsık olur ve cezayı hak eder.275

Vacibin hükmü ise şudur: Vacip olan bir şeyin yerine getirilmesi farz gibi zorunlu olmakla birlikte, inkâr eden kimsenin küfre düştüğüne hükmedilmez. Çünkü bir şeye inanmanın bağlayıcı olması ancak kat’î bir delille olur, vacibin delili ise sübût veya delâlet yönünden zannîdir. Vacip ile amel etmeyi terk eden kimsenin ise üç durumu vardır:

273 el-Müzzemmil, 73/20. 274 Serahsî, el-Usûl, I, 81-82. 275

1. Eğer haber-i vahitlerle ameli vacip görmez ve haber-i vahitleri alaya alarak vacipleri terk ederse, bu kimsenin küfre düştüğüne hükmedilmese de, haber-i vahidi terk etmek bidat olduğu için dalâlete düştüğüne hükmedilir.

2. Eğer haber-i vahitleri tevil ederek terk ederse, tearuz anında nasslarda tevil etmek selef ve halefin sireti olduğu için ne dalâletine ne de fıskına hükmedilir.

3. Eğer vacipleri alaya almaksızın veya tevil etmeksizin terk ederse, fıskına hükmedilir ama dalâletine hükmedilmez. Çünkü vacip bir emirle amel etmek itaattir, tevil etmeksizin terk edilmesi ise isyan etmek ve fâsıklıktır.276 Vacip bir fiili yerine getiren farz bir fiili yerine getirenden daha az sevap kazanır. Vacibi terk eden de farzı terk eden kimse gibi cezayı hak eder, ama vacibi terk edenin cezası farzı terk edenin cezasından daha azdır.277

Hanefîler farz-vacip ayrımına bazı sonuçlar da bağlamışlardır: Buna göre namazda farz olan bir hususun terk edilmesi namazın fesadını gerektirirken, vacibin terki namazın fesadını gerektirmez ama namazda bir noksanlık meydana getirir. Eğer vacibi sehven terk ettiyse, bu noksanlığı gidermek için sehiv secdesi yapar, kasten terk ettiyse, namazı noksan olmakla birlikte sahih olur ama sehiv secdesi vacip olmaz. Bu durumda namazı iade etmesi vacip olur, iade etmezse fâsık ve günahkâr olur.278

Ancak Şafiîler farz-vacip ayrımını reddetmişler ve Hanefîlerin farz-vacip ayrımına hem sözlük anlamından delil getirmelerine hem de kat’î delille sabit olan hususların zannî delille sabit olanlardan ayrılması gerektiği düşüncelerine itiraz etmişlerdir. Çünkü Şafiîler’e göre ister kat’î isterse zannî bir delille sabit olsun, farz, sözlükte mutlak olarak “belirlemek”, vücûb ise “düşmek” anlamına gelmektedir. Bu nedenle de farzın kat’î bir delille, vacibin ise zannî bir delille sabit olana tahsis edilmesinin bir zorlama olduğunu söylemişlerdir. Yine onlara göre delilleri kat’î ya da zannî olsun hem farz hem de vacip, terk edenleri kınanan bir hüküm olup nafilelerin kat’î ya da zannî bir delille sabit olmaları onların

276

Abdülazîz el-Buhârî, II, 553-554; Ali el-Kârî, Şerhü Muhtasari’l-Menâr, Beyrut: Daru sâdır, 2006, 284.

277

Cessâs, el-Füsûl fi’l-usûl, Kuveyt: Vizâretü’l-evkâf ve’ş-şuûni’l-İslâmiyye, 1985, I, 170; Debûsî, 78; Serahsî, el-Usûl, I, 82.

278

hakikatlerinin farklı olmasını gerektirmediği gibi farz ve vacibin delillerinin farklı olması da farz-vacip ayrımını gerektirmez.279 Gazzâlî, Şafiîler’in de vacibi, kat’î ve zannî bir delille sabit olan şeklinde ayırdıklarını ancak anlamlar anlaşıldıktan sonra terimler hususunda hiçbir kısıtlamanın söz konusu olmadığını belirtmiştir.280 Gazzâlî bu sözüyle ihtilafın esasa ilişkin değil tamamen lafzî bir ihtilaf olduğunu belirtmek istemiştir. Ancak Şafiîler’in her ne kadar itikat edilmesi açısından kat’î delillerle sabit olan hükümleri zannî delillerle sabit olanlardan ayırsalar da amel edilmesi noktasından ayırmamaları281 ihtilafın lafzî olmadığını göstermektedir.

Hanefîler farz-vacip ayrımının doğal bir sonucu olarak farz ve vacibi tanımlarken sabit oldukları delilleri, tanımlarına dâhil etme gereği hissetmişlerdir. Cessâs, Debûsî, Serahsî, Pezdevî ve Nesefî tekniğe uygun bir farz tanımı yapmamışlardır. Cessâs, “îcâb mertebelerinin en üstünde olanıdır.”282 ve Debûsî, “vücûbu kendisinde hiçbir şüphe bulunmayan bir delille sabit olan şeydir.” şeklinde vacipten hareketle tanımlamışlardır. Serahsî ve Pezdevî “ziyade ve

noksana muhtemel olmayacak bir biçimde şer’an belirlenmiş şeydir.”283 şeklinde

farzı sözlük anlamından hareketle tanımlamışlardır. Bu tanım vacipleri de sünnetleri de kapsamaktadır. Zira şer’an, vaciplerin ve sünnetlerin de ziyade ve noksana muhtemel olmayacak bir şekilde sınırları belirlenmiştir. Nesefî ise Serahsî ve Pezdevî’nin tanımlarına farzın sabit olduğu delili de ekleyerek “ziyade ve noksana muhtemel olmayan, kendisinde hiçbir şüphe bulunmayan bir delille sabit

olan şeydir.”284 şeklinde tanımlamıştır.

Abdülazîz el-Buhârî, “farz, kat’î bir delille sabit olan, özürsüz ve mutlak olarak terk edilmesinden dolayı kınanma hak edilen şeydir.” şeklinde daha teknik bir tanım yapmıştır. Bu tanımda geçen “kat’î bir delille sabit olan” sözü, kat’î delille sabit olmalarının muhtemel olması sebebiyle mendup ve mubahı da kapsamaktadır. Zira “Ey iman edenler! Rükû edin; secdeye kapanın; Rabbinize 279 Râzî, el-Mahsûl, I, 97-98. 280 Gazzâlî, el-Mustasfâ, I, 213. 281

Abdülazîz el-Buhârî, II, 555; İtkânî, et-Tebyîn, Kuveyt: Vizaretü'l-evkâf ve'ş-şuûni’l-İslâmiyye, 1999, I, 551-552.

282

Cessâs, el-Fusûl fi’l-usûl, III, 236. 283

Serahsî, el-Usûl, I, 80; Pezdevî, II, 549. 284

ibadet edin; hayır işleyin ki kurtuluşa eresiniz.”285 ayetinde mendup olan hayır işlemenin ve “Yiyiniz, içiniz.”286 ayetinde mubah olan yeme, içmenin delilleri kat’î olmasına rağmen farz değildir. Ancak “terk edilmesine karşılık kınanma hak edilen” sözüyle, mendup ve mubah tanım dışı kalır. “Mutlak” sözüyle, sonunda kılmaya azmetmekle birlikte namazı ilk vaktinde terk eden ve seferde iken ileride kaza etmeye azmetmek suretiyle orucu terk edenin durumu vb. tanım dışı kalır. Çünkü bunlar mutlak terk olmadıkları için kınanmayı hak etmezler. “Özürsüz” sözüyle de özür nedeniyle orucu terk eden ve özürleri ortadan kalkmadan ölen seferî ve hastanın durumu tanım dışı kalmaktadır. Çünkü onlar özür nedeniyle terk ettikleri için kınanmazlar.287

İbn Melek (ö. 801/1398), “kat’î bir delille sabit olan, özürsüz olarak

tamamen terk edenin cezayı hak ettiği hükümdür.”288 şeklinde tanımlamıştır.Farzın,

kat’î bir delille sabit olmasını ifade etmesi onu zannî bir delille sabit olan vacipten ayırmak içindir. “Özürsüz olarak terk eden kimse” derken seferde oruç tutan kimsenin durumu nedeniyle yapılacak itirazın, “tamamen terk eden” derken de bütün vaktinde namazı terk eden kimseyi kastederek, vaktin başlangıcında namaz kılanın durumu nedeniyle yapılacak itirazın önüne geçmek istemiştir. İbnü’l- Hümâm ise “bağlayıcılığı kat’î olandır.”289 şeklinde tanımlamıştır.

Debûsî, Serahsî, Pezdevî ve Nesefî’nin yaptığı vacip tanımları da tanım tekniğine tam uygun değildir. Zira Debûsî “bağlayıcılığı ilim değil de amel

gerektiren haber-i vahitle sabit olan şeydir.”290, Serahsî “amel gerektiren ama

delilinde bulunan bir şüphe nedeniyle kesin ilim gerektirmeyen bir delille sabit

olan şeydir.”291, Pezdevî “kendisinde şüphe bulunan bir delille sabit olan ve bizim

için bağlayıcı olan şeydir.”292, Nesefî ise “şüphe bulunan bir delille sabit olan

şeydir.”293 şeklinde tanımlamışlardır. Delilinde şüphe olanlar haber-i vahitler, tevil

285 el-Hacc, 22/77 286 el-Bakara, 2/60, 187. 287

Abdülazîz el-Buhârî, II, 552-553. 288

İbn Melek, Şerhü’l-Menâr fi’l-usûl, İstanbul: Dârü’t-tıbâati’l-âmire, 1292, 195. 289

İbnü’l-Hümâm, et-Tahrîr, Kahire: Mustafa el-Babi el-Halebî, 1932, 259. 290 Debûsî, 77. 291 Serahsî, el-Usûl, I, 81. 292 Pezdevî, II, 551. 293 Nesefî, el-Menâr, 15.

edilmiş, ayetler ve tahsis edilmiş âmm lafızlardır. Ama vaciplerin çoğunluğu haber- i vahitlerle sabit olduğu için tariflerde çoğu zaman haber-i vahitle sabit olan ifadesi kullanılmıştır.294 Abdülazîz el-Buhâri, yaptığı farz tanımında geçen kat’î delil sözü yerine zannî delil sözünü getirerek “vacip; zannî bir delille sabit olan, özürsüz ve

mutlak olarak terk edilmesine karşılık kınanma hak edilen şeydir.”295; İbnü’l-

Hümâm ise “bağlayıcılığı zannî olan şeydir.”296 şeklinde tanımlamıştır. a. Hanefî Mezhebi’nin Teşekkül Döneminde Farz-Vacip Ayrımı

Elimizdeki bilgiler ışığında sabit oldukları delillerin kat’îlik ve zannîliğini dikkate alarak farz-vacip ayrımından ilk defa Ebu Hanife ve öğrencilerinin bahsettiğini söyleyebiliriz. Yusuf b. Hâlid es-Semtî ile Ebû Hanife arasında zikredeceğimiz diyalog farz-vacip ayrımının ilk defa Hanefîler tarafından ortaya atıldığı şeklindeki iddiamızı desteklemektedir. Çünkü bu diyalogda, Yusuf b. Hâlid es-Semtî gibi bazı kişilerin, farz-vacip ayrımını ilk defa duydukları yer almaktadır. Serahsî’nin naklettiğine göre Yusuf b. Hâlid es-Semtî şöyle demektedir: “Ebû Hanife’ye geldim ve ona farz namazların sayısını sordum? Dedi ki: Beş. Bunun üzerine ona vitri sordum. Dedi ki: Vacip. Bunun üzerine derin düşünmemin azlığından dolayı dedim ki: Kabul etmiyorum. Bunun üzerine yüzüme gülümsedi. Sonra iyice düşününce, vacip ve farz arasında gök ile yer arasındaki kadar fark olduğunu anladım. Allah, Ebu Hanife’ye rahmet etsin ve beni doğruya iletmesinden

dolayı onu hayırla mükâfatlandırsın.”297

Hanefîler, çoğu zaman farz ve vacibi birbirlerinin yerine kullandıkları için298, İmam Muhammed’in eserlerinde farz ve vacip kelimelerinin mutlak kullanımı zikredilen şeyin farziyet veya vücûbu hususunda yeterli delil teşkil etmemekle birlikte, eserlerinin satır aralarına girildiği zaman farz olan hükümlerle vacip olan hükümleri birbirinden ayırdıkları görülür. Bu hususu çeşitli örneklerle irdeleyelim:

İmam Muhammed şöyle demektedir: “Dedim ki: Vitir namazında ezan ve kamet var mıdır? Dedi: Hayır. Dedim ki: Bayram namazlarında ezan ve kamet var

294

Bâbertî, et-Takrîr, III, 481; Zeynüddîn İbn Nüceym, Fethü’l-gaffâr bi-şerhi’l-Menâr, Beyrut: Dârü’l-kütübi’l-ilmiyye, 2001, 252.

295

Abdülazîz el-Buhârî, II, 552-553. 296 İbnü’l-Hümâm, et-Tahrîr, 259. 297 Serahsî, el-Usûl, I, 82. 298 Teftâzânî, II, 272-273.

mıdır? Dedi ki: Bayram namazlarında ezan ve kamet yoktur. Dedim ki: Ya cuma

namazında? Dedi ki: Cuma namazı farzdır, onda ezan ve kamet vardır.”299 Burada

cuma namazı farz olduğu için vitir ve bayram namazlarından ayrı tutulmaktadır. Bu da vitir ve bayram namazlarının farz değil vacip olduğunu göstermektedir. Zira başka bir yerde bayram namazının vacip olduğu belirtilmektedir.300

Ebu Hanife seferî olanın namazı hakkında şöyle demektedir: “Seferde tatavvu kıldığı zaman devesi ve bineği üzerinde kılar… Farîza veya vitir namazını ise yere

inip yerde kılması şarttır.”301 Görüldüğü gibi burada vitir namazını hem farz

namazdan hem de nafile namazdan ayırmaktadır.

İmam Muhammed şöyle demektedir: “Dedim ki: Bir adam farz (mektûbe) bir namazı unutur onu güneş doğarken, günün ortasında veya güneş batarken hatırlarsa? Dedi ki: Bu üç vakitte onları kılmaz. Dedim ki: Namaz vitir, farz (mektûbe) veya başkası da olsa da böyle midir? Dedi ki: Evet. Bu üç vakitte ikindiden başkasını kılmaz. Çünkü o bu gününde ikindiyi güneş batmadan

hatırlarsa onu kılar.”302 Görüldüğü gibi burada vitri, farz namazdan ayırmaktadır.

İmam Muhammed şöyle demektedir: “Vitir hakkında muhtelif hadisler gelmiştir. Biz en güvenilir olanını aldık ve vitir namazını deve üzerinde değil, yerde kılmasını uygun gördük. Çünkü fakihler vitir hakkında, beş vakit namaz dışında hiçbir namazda olmadığı kadar tavizsiz davranmışlardır. Bazıları dedi ki: Terk edilmesi yakışık almayan (lâ yenbeğî) bir sünnettir. Bazıları da dedi ki:

Vaciptir.”303 İmam Muhammed burada vitrin Ebu Hanife’ye göre vacip diğerlerine

göre ise sünnet-i müekkede olduğunu ifade etmektedir.

Bununla birlikte Ebu Hanife’den vitir namazı hakkında farz, vacip ve sünnet olmak üzere üç rivayet bulunmaktadır. Hanefî fakihleri, bu rivayetler arasını amelen farz, itikaden vacip, delil açısından da sünnet şeklinde telif etmişlerdir.304

b. Kat’î Farz-Zannî Farz Ayrımı

299 Şeybânî, el-Asl, I, 136. 300 Şeybânî, el-Asl, I, 335. 301 Şeybânî, el-Hücce, I, 182. 302 Şeybânî, el-Asl, I, 150. 303 Şeybânî, el-Hücce, I, 182-186. 304

Hanefîler farzı bazen “yokluğu ile geçerliliğin yok olduğu şey” diye tanımlamışlar ve bu tanımdan hareketle farzı, kat’î farz ve zannî farz olmak üzere iki kısma ayırmışlardır.

1. Kat’î/itikâdî farz: Hanefîler’in farzdan muratları bu olup hem ilim ve itikat açısından hem de amel açısından farz olana denilmektedir.305 Abdestte ellerin, yüzün ve ayakların yıkanması, başın meshedilmesi gibi kat’î delillerle sabit olan hususlar bu çeşit farza dâhildir. Bunlar ilim ve itikat açısından farz olduğu için inkâr eden kimsenin küfre düştüğüne hükmedilir, amel açısından farz olduğu için terk edenler cezaya müstehak olurlar. Bunların yokluğu ile geçerliliğin yok olmasının manası, abdestte yıkanması gereken organlardan birisinin veya başın meshedilmesinin terk edilmesi durumunda abdestin geçerli olmamasıdır. Bu çeşit farza kat’î vacip306 ve itikâdî vacip307 de denilmektedir.

2. Zannî/amelî/ictihâdî farz: İlim ve itikat açısından değil de sadece amel açısından farz olana denilmekte olup zannî bir delille sabit olmuştur. Zannî bir delille sabit olmasından dolayı inkâr eden kimsenin küfre düştüğüne hükmedilmez ama amel açısından farz olduğu için terk eden kimsenin ibadeti geçersiz olur. Farzın bu çeşidi müçtehidin elinde zannî delili kat’î delile yakın olacak şekilde destekleyen bir delil bulunmasından dolayı amelin vücûbu hususunda farz kuvvetinde olduğu için zannî veya amelî farz, delili zannî olduğu için de vacip adını alır. Delilinin zannî olmasına rağmen vacipten farkı, zannî farzın yok olmasıyla birlikte geçerliliğin yok olması, vacibin terki nedeniyle ise geçerliliğin yok olmamasıdır. Meselâ abdestte başın dörtte birinin meshedilmesi zannî farzdır. Çünkü başın meshedilmesinin delili kat’î iken dörtte birinin meshedilmesinin delili zannîdir. Başı mesh etmek nasıl farz ise başın dörtte birini mesh etmek de ilim ve itikat açısından farz olmasa da amel açısından farzdır. Buna göre abdest alan bir kimse başın dörtte birinden daha az bir miktarını mesh ederse, zannî farzı terk ettiği için geçerlilik yok olur yani abdesti geçerli olmaz. Ebu Hanife’ye göre vitir namazı da zannî farzdır ve delilinin zannîliğinden dolayı vacip adını alır. Çünkü vitir

305

İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, II, 438. 306

Alâeddin es-Semerkandî, Mîzânü’l-usûl, I, 134. 307

namazı, ilim ve itikat açısından olmasa da amel açısından farzdır. Sabah namazını kılan bir kimsenin yatsı namazını hatırlaması durumunda sabah namazının geçerli olmaması gibi vitir namazını kılmadığını hatırlarsa da sabah namazı geçersiz olur.308

İmam Muhammed’in mestler üzerine mesihte farz olanın üç parmak olduğunu belirten sözündeki farzdan muradı zannî farz olup309, bu da Hanefî imamları zamanında farzın kat’î ve zannî olmak üzere ayrıldığını göstermektedir.

Hanefîler zannî farza vacip de dedikleri için vacibi de farz gibi iki kısma ayırmışlardır:

a. Amel hususunda farz kuvvetinde olan vacip: Hanefîler, bu kısma zannî farz adını vermişlerdir. Bu durumda zannî farz, farzın iki çeşidinin en zayıfı, vacibin iki çeşidinin ise en kuvvetlisidir. Yani zannî farz ile vacibin bu kısmı birbirine eşittir.310 Bu çeşit vacibi terk edenin ibadeti fasit olur.311

b. Amel hususunda farzdan aşağıda sünnetten üstte olan vacip: Namazda Fatiha okumak gibi. Zira namazda Fatiha’yı terk etmekle namaz geçersiz olmaz