• Sonuç bulunamadı

D. Mendup ve Kısımları

1. Hanefî Mezhebi’nde Mendup ve Kısımları

Hanefîler, aşağıda ele alacağımız gibi sünnet ile mendubu ayırıp sünneti derece bakımından mendubun üstünde görmelerine rağmen burada cumhurun görüşünü esas alarak sünneti mendup başlığı altında ele alacağız. Hanefîler, sünnet ile mendubu (nafile), terk edenin isâet edip etmemesi açısından ele almışlar, terk edene isâet gerekene sünnet, gerekmeyene de mendup ve nafile demişlerdir. Hanefîler bu nedenle sünnet-i gayr-i müekkede, müstehap, mendup, fazilet, edep, murağğab fîh, nafile ve tatavvu’u eş anlamda kullanmışlar ve yapılmaları karşılığında elde edilecek sevap açısından farklı olsalar da müstehap-nafile ayrımına gitmemişlerdir. Malikiler ise yapıldığı zaman elde edilecek sevap cihetinden ele almışlar, yapıldığı zaman en çok sevap kazandırana sünnet, en az kazandırına nafile, ikisinin ortasında kalana da müstehap (rağîbe) demişlerdir.

a. Hanefî Mezhebi’nin Teşekkül Döneminde Sünnet-Mendup Ayrımı Yukarıda zikrettiğimiz gibi İmam Muhammed, el-Asl isimli eserinde, sünnet-i müekkede olan birçok meselede meselâ “sünnettir” veya “yapılması sünnettir, terk eden ise isâet etmiştir ve/veya mekruh bir davranışta bulunmuştur” demek yerine sünnet-i müekkede olduğunu belirtmeksizin sadece “mekruh görülür ve/veya isâet etmiştir” gibi ifadeler kullanmıştır. Bu ifadeler ise söz konusu şeyin sünnet-i müekkede olduğuna delalet etmektedir. Mendup olan fiillerin terk edilmesi hususunda ise “beis yoktur”, “zarar vermez” ve “yeterlidir” gibi ifadeler kullanmıştır.623 Aşağıdaki örneklerde bu durum görülmektedir:

İmam Muhammed şöyle demektedir: “Dedim ki: Adamın ezanı oturarak okuması hususunda ne diyorsun? Dedi ki: Bunu yapmasını mekruh görüyorum.

622

Mervezî, İhtilâfü’l-ulemâ, 83. 623

Dedim ki: Bunu yaparsa ezanı yeterli olur mu? Dedi ki: Evet.”624 Bu ifadeden ezanın ayakta okunmasının Hanefîler’e göre sünnet-i müekkede olduğu anlaşılmaktadır.

İmam Muhammed şöyle demektedir: “Dedim ki: Adam ezan okurken parmaklarını kulaklarına sokar mı? Dedi ki: Evet. Dedim ki: Bunu yapmaz ve

ezanını bitirirse? Dedi ki: Bu zarar vermez.”625 Bu ifadeden ezan okurken

parmakları kulaklara sokmanın sünnet değil mendup olduğu anlaşılmaktadır.

İmam Muhammed’in el-Asl isimli eserinde sünnet-i müekkede olan namazlar, tatavvu kelimesi ile ifade edilmiştir.626 Meselâ o şöyle demektedir: “Öğleden önce tatavvu kaç rekattir? Dedi ki: Dört rekâttır. Ondan sonra da iki rekât tatavvu vardır. İkindiden önce tatavvu var mıdır? Dedi ki: Yaparsan hasendir. Dedim ki:

Ondan önce kaç rekât tatavvu vardır? Dedi ki: Dört rekâttır.”627 “Akşamdan sonra

da iki rekât tatavvu vardır. Yatsıdan önce de tatavvu var mıdır? Dedi ki: Tatavvu

ederse hasendir.”628 Burada ikindi ve yatsıdan önce kılınan tatavvu namazların

hükmünün derece bakımından diğer revatip sünnetlerin aşağısında olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca nedb ifade eden terimler ve terimleşmemiş kelime ve ifadeler kısmında yer alan örneklerde de sünnet-nafile ayrımına gittikleri görülür.

b. Sünnet ve Kısımları

Hanefîler’e göre sünnet, Hz. Peygamber ve sahabenin sünnet olarak ortaya koydukları şeydir.629 Bu nedenle teravih namazını sünnet-i müekkede görürler. Ancak teravih namazı, Hz. Peygamber’in değil de sahabenin sünneti olduğu için terk edilen kınanmakla birlikte Hz. Peygamber’in sünneti kadar kuvvetli olmadığı için derece bakımından Hz. Peygamber’in sünnetinden daha düşüktür.630 Bununla birlikte bazıları Hanefîler’e göre sünnetin sadece Hz. Peygamber’in devamlı yaptığı şey olduğunu, raşit halifelerin devamlı yaptıkları şeyin ise sünnet değil mendup olduğunu söylemişlerdir. Buna binâen de teravih namazının sekizinci rekâttan 624 Şeybânî, el-Asl, I, 134. 625 Şeybânî, el-Asl, I, 134. 626 Şeybânî, el-Asl, I, 155-156, 162, 395. 627 Şeybânî, el-Asl, I, 154. 628 Şeybânî, el-Asl, I, 154. 629 Serahsî, el-Usûl, I, 83. 630

sonraki rekâtlarının Hz. Peygamber’in devam etmemesi nedeniyle mendup olduğunu belirtmişlerdir. Abdülhayy el-Leknevî bunu söylemenin Hanefîler’e atılan bir iftira olduğunu, halifelerin sünnetine de Hz. Peygamber’in sünnetine uyulması gerektiği gibi uyulması gerektiğini söylemiş ve teravih namazının yirmi rekâtının tamamının sünnet-i müekkede olduğunu belirten bir eser kaleme almıştır. Bu eser dört bölümden oluşmaktadır: Birinci bölümde raşit halifelere ve sahabeye uyma hakkında varit olan haberleri zikretmiştir. İkinci bölümde Hanefî fakihler tarafından yapılan yirmi iki sünnet tarifini ele almış ve bunlara çeşitli itirazlar yöneltmiştir. Üçüncü bölümde sünnet-i müekkedenin terkinin hükmünü ele almıştır. Sonuç kısmında ise teravih namazının hükmünden bahsetmiştir.631

Hanefîler sünneti; sünnet-i hüdâ ve sünnet-i zevait olmak üzere iki kısma ayırmışlardır:

ba. Sünnet-i Hüdâ

Hanefîler’e göre sünnet-i hüdâ (sünnet-i müekkede), ibadet kabilinden olan sünnetler632 olup dinin şiarından olup olmamasına göre iki kısımda ele alınabilir:

1. Dinin şiarından olan yani dinî vecibeler için birer tamamlayıcılık niteliği taşıyan fiiller:633 Ezan, kâmet, beş vakit namazın cemaatle kılınması ve bir görüşe göre bayram namazları gibi. Bu kısma giren sünnetler, dinin şiarından olup her ne kadar sabit oldukları deliller bakımından vacip olmasalar da dünyada yerine getirilmesinin istenmesi açısından vacip hükmündedir. Ancak vacibi terk edenler cezalandırılırken (ıkâb) sünnet-i hüdâyı terk edenler cezalandırılmaz ama kınanır ve azarlanır.634

2. Hz. Peygamber’in devamlı yaptığı ama sırf bağlayıcı olmadığını göstermek üzere nadiren terk ettikleri fiiller:635 Öğleden önce dört rekât kılınan sünnet namaz, abdest alırken ağza ve burna su vermek gibi.

Sünnet-i hüdânın hükmü şudur: Sünnet-i hüdâyı yerine getiren kimse sevap kazanır, istihfaf ederek terk eden kimse ise kâfir olur. İstihfâf etmeksizin terk eden

631

Abdülhayy el-Leknevî, Tuhfetü’l-ahyâr, Beyrut: Mektebetü'l-matbûati'l-İslâmî, 1992, 41-42. 632

Hâdimî, Mecâmiü’l-hakâik, 261. 633

Zekiyyüddîn Şa’bân, 245. 634

Serahsî, el-Usûl, I, 83; Kuhistânî, Câmiü’r-rumûz, I, 17. 635

ise isâet etmiş ve mekruh bir davranışta bulunmuş olur. Bundan dolayı da cezalandırılmasa da kınanır ve azarlanır.636 Ancak isâet ve kerâhet terk etme hususunda ısrar etmediği zaman olur. Eğer terk etme hususunda ısrar ederse dalâlete düşmüş olur.637

Hanefî usulcüleri, kınama ve azarlamanın dünyada mı yoksa hem dünyada hem de ahirette mi olacağı hususunda ihtilaf etmişlerdir. Abdülazîz el-Buhârî sünneti terk eden kimsenin dünyada kınanması yanında “Sünnetimi terk eden şefaatime nail olamaz.” hadisinden dolayı ahirette şefaatten mahrum kalmak gibi ateş ile cezadan daha düşük bir şeyle cezalandırılacağını söylemiştir.638 İbn Nüceym ise Allah’ın sünnet-i müekkedelerin yerine getirilmesine dair bir emri bulunmamasından dolayı doğru olanın, terk eden kimsenin ahirette değil sadece dünyada kınanacağını belirtmiştir.639

Sünneti terk edenin günah işlemiş olup olmadığı da Hanefî âlimlerce tartışılmıştır. Ama sahih olan görüş, sünneti müekkedeyi terk eden kimsenin vacibi terk eden kadar olmasa da günah işlemiş olmasıdır.640 Ancak İbn Emîr el-Hacc’ın (ö. 879/1474) dediği gibi sünneti terk eden kimsenin dalâlete düştüğüne, kınanacağına ve günaha girdiğine hükmedilebilmesi için sünneti terkte özürsüz olarak ısrar etmesi ve terk etmeyi adet haline getirmesi gereklidir.641

Eğer bir topluluk dinin şiarından olan sünnetleri terk eder ve terk etme hususunda ısrar ederse İmam Muhammed’e göre onlara önce bunları yerine getirmeleri emredilir. Buna rağmen yerine getirmezlerse farz ve vacipleri terk edenlere savaş açıldığı gibi bunlara da savaş açılır. Çünkü onlar dinin şiarından olan bir şeyi terk etme hususunda ısrar etmişlerdir. Bu ise dini hafife almaktır. Ebû Yusuf’a göre ise savaş sadece farzları ve vacipleri terk edenlere karşı açılır bu nedenle sünneti terk edenler hapsedilir ve dövülür.642

636

Serahsî, el-Usûl, I, 83; Pezdevî, II, 567-568. 637

Zeynüddîn İbn Nüceym, Fethü’l-gaffâr bi-şerhi’l-Menâr, 256. 638

Abdülazîz el-Buhâri, II, 564. 639

Zeynüddîn İbn Nüceym, Fethü’l-gaffâr bi-şerhi’l-menâr, 255. 640

Burhâneddîn el-Buhârî, I, 512; Abdülazîz el-Buhârî, II, 563. 641

İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, I, 220. 642

Sünnet-i müekkedenin terk edilmesinin tahrîmen mekruh mu yoksa tenzîhen mekruh mu olduğu hususunda da ihtilaf edilmiştir. Hanefîler’in çoğunluğu sünnet-i müekkedenin terk edilmesinin tenzîhen mekruh olduğunu söylemişlerdir. Ancak buradaki tenzîhen mekruh derece bakımından tahrîmen mekruha yakındır.643 İbn Nüceym ve Abdülhayy el-Leknevî gibi bir kısım Hanefî bilginler ise sünnet-i müekkedenin terk edilmesinin tahrîmen mekruh olduğu kanaatindedirler.644

Alâeddin es-Semerkandî, Kâsânî ve İbn Nüceym gibi bazı bilginler sünnet-i müekkedeyi bazen vacip gibi ve vacip ile eş anlamda görerek bazen de derece bakımından vacipten daha aşağıda görerek çelişkiye düşmüşlerdir.645 Onların çelişkiye düşmesinin nedeni sünnet-i müekkedeyi zikrettiğimiz şekilde iki kısımda ele almamalarıdır. Onların bu çelişkisi sünnet-i müekkedeleri tekit ve kuvvet bakımından iki kısımda ele alarak giderilebilir: Buna göre bazı sünnet-i müekkedeler dinin şiarından olmaları hasebiyle diğerlerinden daha tekitli olduklarından vacip mertebesinde olurlar. Namazları cemaatle kılmak, ezan ve kamet böyledir. Bazı sünnet-i müekkedeler ise bunlara göre daha az tekitli olduğu için derece bakımından vacipten daha aşağıda olurlar. Abdestte azaları üç kere yıkamak gibi.646

Bazı Hanefî âlimler ise vacip kuvvetinde olan sünnet-i müekkedelerle böyle olmayanları ayırmak için sünneti; sünnet-i müekkede, sünnet-i zâide ve sünnet-i hüdâ şeklinde üç kısma ayırmıştır. Buna göre sünnet-i müekkede, Hz. Peygamber’in bir ya da iki kere terk etmekle birlikte devamlı olarak yaptığıdır. Yapılmasında sevap terk edilmesinde ceza değil, isâet, kerahiyet ve azarlama (ıtâb) vardır. Revatip sünnetler ve nikâh gibi. Sünnet-i zâide, Hz. Peygamber’in devamlı yapmadıklarıdır. Yapılmasında sevap vardır ama terk edilmesinde bir şey yoktur. Sünnet-i hüdâ, ezan, kamet ve sünnet olmak gibi dinin şiarından olan sünnetlerdir. Yapılmasında sünnet-i müekkedenin sevabından daha fazla sevap vardır, terk

643

İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, II, 198, 258. 644

Zeynüddîn İbn Nüceym, el-Bahrü’r-râik, II, 57; Kuhistânî, I, 119; Abdülhayy el-Leknevî,

Tuhfetü’l-ahyâr, 91-92; et-Ta’lîkü’l-mümecced, I, 192-193.

645

Alâeddin es-Semerkandî, Tuhfetü’l-fukahâ, I, 109, 127, 392; Kâsânî, Bedâiü’s-sanâi’, I, 635, 662; Zeynüddîn İbn Nüceym, el-Bahrü’r-râik, I, 44, 47, 444-445, 527, 602-603; II, 287.

646

İbn Âbidîn, Minhatü’l-Hâlik, (el-Bahrü'r-râik şerhu Kenzi'd-dekâik ile birlikte), Beyrut: Dârü’l- kütübi'l-ilmiyye, 1997, I, 48.

edilmesinde ise vacibi terk edene verilecek ceza gibi ama ondan daha hafif bir ceza vardır. Bu durumda her sünnet-i hüdâ sünnet-i müekkede olmakta ama aksi söz konusu olmamaktadır.647

Abdülhayy el-Leknevî, sabah namazının sünneti, cemaatle namaz ve ezan gibi vacip kuvvetinde olan sünnet-i müekkedelerin sünnet olarak isimlendirilse de esasında sünnetlerden değil vacibin fertlerinden olduğunu söyleyerek bunların terkinde de ceza (ıkâb) olduğunu ifade etmiştir.648

İbnü’l-Hümâm sünnet-i hüdânın sözlük anlamı bakımından vacibi de kapsadığını söylemiştir.649 Bu durumda sünnet-i hüdâ sadece sünnet-i müekkedeye has değil vücûbunun sünnet ile sabit olması manasında vacip de sünnet-i hüdânın kapsamına girer.650

Hanefîler, sünnet-i müekkedeyi çeşitli şekillerde tanımlamışlardır. Şimdi bunları zikredelim: Ebü’l-Leys es-Semerkandî’ye (ö. 373/983) göre sünnet, Hz. Peygamber’in Kur’an dışında yaptığı ve bütün ömrü boyunca devam ettiği veya terk edeni fâsık, inkâr edeni bid’atçi saydığı şeydir.651 Serahsî ve Pezdevî sünneti “dinde takip edilen yol”652 şeklinde tanımlamış ancak bu tanım farzlara ve vaciplere de şamil olmasından dolayı Nesefî, “farz ve vacip olmaksızın”653 kaydını eklemiştir. Ancak bu tanım da müstehap ve mendubu kapsamasından dolayı ağyarını mani olmadığı için İbn Nüceym, “sünnet; sürekli yapılması şeklinde

bağlayıcılık olmaksızın dinde takip edilen yol”654 şeklinde tarif etmiştir. Daha sonra

İbn Nüceym, Hz. Peygamber’in terk etmeksizin devamlı olarak yaptığı şeyin sünnet-i müekkede, ara sıra terk ettiği şeyin sünnet-i gayr-i müekkede, devamlı yaptığı ve yapmayanları azarladığı şeylerin ise vacip olduğunu ifade etmiştir.655

647

Molla Hüsrev’in Mir’ât’ı üzerine yapılan müellifi bilinmeyen hamiş, 280. 648

Abdülhayy el-Leknevî, Tuhfetü’l-ahyâr, 72-73. 649

İbnü’l-Hümâm, Fethü’l-kadîr, I, 346. 650

Zeynüddîn İbn Nüceym, Fethü’l-gaffâr, 255. 651

Ebü’l-Leys es-Semerkandî, Mukaddimetü’s-salât, 61-62. 652

Serahsî, el-Usûl, I, 82; Pezdevî, II, 552. 653

Nesefî, Keşfü’l-esrâr, I, 455. 654

Zeynüddîn İbn Nüceym, el-Bahrü’r-râik, I, 35. 655

Alâeddin es-Semerkandî de “sünnet; Hz. Peygamber’in devamlı yapıp sadece

özür nedeniyle terk ettiği şey”656 şeklinde bir tanım getirmiştir. Bu tanım Hz.

Peygamber’in özür nedeniyle terk ettiği farzları da kapsadığı için ağyarını mani değildir. Molla Fenari (ö. 834/1431), “farz ve vacip kılınmaksızın Allah resûlü veya

ondan başka dinde alem olanların dinde takip ettikleri yol”657 şeklinde

tanımlamıştır. Bu tanım da müstehap ve mendubu kapsadığı için ağyarını mani bir tanım değildir.

İbnü’l-Hümâm, Fethü’l-kadîr’de “sünnet; Hz. Peygamberin ara sıra terk

etmekle birlikte devamlı yaptığı şey”658 şeklinde tanımlamıştır. Ancak bu tanım farz

ile nakzolur. Çünkü namazda kıyam farz olmakla ve Hz. Peygamber tarafından devamlı yapılmakla birlikte Hz. Peygamber, onu hastalık nedeniyle ara sıra terk etmiştir.659 et-Tahrîr’de ise “sünnet; Hz. Peygamber’in bağlayıcı olmadığını beyan etmek için özürsüz olarak nadiren terk etmekle birlikte yapılmasına devam ettiği şey”660 şeklinde tarif edilmiştir. Bu tanıma göre bir şeyi terk etmeksizin devamlı yapmak, o şeyin vacip olduğuna delil olmaktadır. Bu ise el-Hidâye’de ağza ve burna su vermenin, Hz. Peygamber’in devamlı yapması nedeniyle sünnet olduğuna delil getirmesine ve fakihlerin Hz. Peygamber’in ramazan ayının son on gününde devamlı olarak itikâf yapmasını itikâfın sünnet olduğuna delil getirmelerine aykırıdır. Bu nedenle İbnü’l-Hümâm Fethü’l-kadîr’de, bu durumu bertaraf etmek amacıyla bir şeyin sünnet olması için terk edenlerin azarlanmaması kaydını zikretmiştir. Buna göre Hz. Peygamber, bir şeyi bir defa dahi olmaksızın terk etmez ve sahabeden terk edenleri azarlamazsa o şey sünnet, azarlarsa vacip olur.661 Çünkü Hz. Peygamber’in bir şeyi terk etmemekle birlikte terk edeni azarlamaması, hükmen terk etmesi anlamına gelir. Zira Hz. Peygamber’in bir fiili terk etmesi, o şeyin terk edilmesinin câiz olduğunu öğretmek içindir. Bu durumda Hz.

656

Alâeddin es-Semerkandî, Mîzânü’l-usûl, I, 135. 657

Molla Fenârî, 219. 658

İbnü’l-Hümâm, Fethü’l-kadîr, I, 21. 659

Zeynüddîn İbn Nüceym, el-Bahrü’r-râik, I, 36. 660

İbnü’l-Hümâm, et-Tahrîr, 303. 661

Peygamber’in devamlı yapmasından murat edilen hakikaten ya da hükmen terk etmek suretiyle devam etmesi şeklinde olur.662

Abdülfettâh Ebû Gudde, sünneti, “Hz. Peygamber’in, raşit halifelerin veya sahabeden birisinin özürsüz olarak ara sıra terk etmekle birlikte ibadet kabilinden

devamlı olarak yaptıkları şeydir.”663 şeklinde tanımlamıştır.

bb. Sünnet-i Zevâit

Hz. Peygamber’in sürekli yapmayıp da bazen terk ettiği nafilelere denir. Sünnet-i zevâidin hükmü şudur: Yapılması evla ve efdal olup yapan kimse sevap kazanır ama terki isâet ve kerahiyet gerektirmez, terk eden kimse kınanmaz, azarlanmaz ve günaha girmez. Hz. Peygamber’in namazda kıraati, rükû ve secdeyi uzatması, kıyam, rükû ve secdede yaptığı diğer fiiller ile namazın dışında yürümesi, giyinmesi ve yemesi gibi bir takım fiilleri bu kısma girer.664

Hanefîler’e göre hüküm açısından nafile (müstehap, mendup) ile sünnet-i zevâit arasında hiçbir fark yoktur. Çünkü her ikisinin de yapılmasında sevap vardır, terk edilmesinde kerâhet yoktur. Aralarındaki tek fark nafilenin ibadetlerden sünnet-i zevâidin ise âdetlerden olmasıdır. Bazıları ibadet ile adet arasında ihlâs ve samimiyeti içeren niyet nedeniyle bir fark olduğunu söyleyerek buna itiraz etse de bu itiraz yerinde değildir. Çünkü Hz. Peygamber’in bütün fiilleri ister ibadet isterse âdet kabilinden olsun niyeti içermektedir. Bununla birlikte Hanefîler, Hz. Peygamber’in namazda kıraat, rükû ve secdeyi uzatmasının da ibadet oldukları hususunda hiçbir şüphe olmamasına rağmen bunları sünnet-i zevâide örnek vermişlerdir. Bu durumda sünnet-i zevâidin âdet olmasının manası, Hz. Peygamber’in ara sıra terk etmekle birlikte devamlı yapmak suretiyle bunları âdet haline getirmesidir. Çünkü sünnet dinde takip edilen yoldur. Bu zikredilenler her ne kadar zatları itibariyle ibadet olsalar da zikrettiğimiz nedenden dolayı âdet diye isimlendirilmişlerdir. Sünnetin bu çeşidi dinî vecibeleri tamamlayıcı nitelikte ve dinin şiarından olmadığı için sünnet-i zevâit adını almıştır. Sünnet-i hüdâ ise böyle değildir. Sünnet-i hüdâ terk edenlerin dalâlete düştüğüne hükmedildiği müekket 662 Müftî, II, 389. 663 Ebû Gudde, 7. 664

sünnetlerdir. Nafile de sünnet-i zevâitten farklıdır. Zira nafile; farz, vacip ve sünnetin her iki çeşidine de ziyade olarak meşrû kılınan şeydir. Bu nedenle usulcüler nafileyi farz, vacip ve sünnetin her iki çeşidinden sonra dördüncü bir kısım olarak saymışlardır. Usulcüler mendup ve müstehabı da nafile kapsamında mütalaa etmişlerdir. Mendup ve müstehap, hakkında hususi olarak bir nedb delili bulunan şeydir. Nafile ise hakkında umumi ya da hususi bir nedb delili bulunan ve Hz. Peygamber’in sürekli olarak yapmadığı şeydir.665 Bu nedenle nafile Sadrüşşerîa’nın, usulcülerin nafileyi sünnetin her iki çeşidine de mukabil kılmalarından hareketle belirttiği gibi derece bakımından sünnet-i zevâidin aşağısında olmuştur.666 Bazıları Sadrüşşerîa’nın bu dediğine nafilenin ibadetlerden sünnet-i zevâidin ise adetlerden oluşu ile itiraz etseler de durum zikrettiğimiz gibidir.667

İbn Nüceym, sünnet-i gayr-i müekkedeyi müstehaptan ayırarak sünnet-i gayr- i müekkedenin terkinin tenzîhen mekruh olduğunu, müstehabın ve mendubun terkinin ise mekruh olmadığını ifade etmiştir.668

Usulcüler müstehap ve mendubu eş anlamda görmekle birlikte fakihler müstehap ve mendubu birbirinden ayırmışlardır. Fakihlere göre Hz. Peygamber’in özürsüz olarak nadiren terk etmekle birlikte yapılmasına devam ettiği sünnet, devam etmediği ama yapılması ve terk edilmesi eşit olan müstehap, sırf câiz olduğunu göstermek üzere bir ya da iki kere yapmak suretiyle yapılması terk edilmesine ağır basarsa menduptur (edep).669 Usulcülere göre ise Hz. Peygamber’in devamlı yaptıkları dışında kalanlar, teşvik ettikten sonra Hz. Peygamber yapmasa bile onlar, mendup ve müstehaptır.670 Ancak Hz. Peygamber’in teşvik edip de yapmadıklarına şamil olmasından dolayı usulcülerin tanımı daha doğrudur.671

Fakihlerin müstehap ve mendup ayrımının hükmü şudur: Her ikisinin de hükmü yapıldıkları zaman sevap elde edilmesi ve terk edilmeleri durumunda 665 İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, I, 218-219. 666 Sadrüşşerîa, II, 273. 667 İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, I, 218. 668

Zeynüddîn İbn Nüceym, el-Bahrü’r-râik, II, 57. 669

Zeynüddîn İbn Nüceym, Fethü’l-gaffâr, 255-256. 670

İbnü’l-Hümâm, et-Tahrîr, 303. 671

azarlama (ıtâb) olmaması hususunda birdir. Ancak müstehabı terk edenin kınanması (levm), mendubu terk edenin kınanmaması hususunda birbirlerinden ayrılırlar.672

c. Nafile

Nafile usulcüler tarafından çeşitli şekillerde tarif edilmiştir: Debûsî, “kul tarafından Allah’a kulluk etmek amacıyla farzlara ve meşhur sünnetlere ilave

olarak yapılan şeylerdir”673 şeklinde tanımlamıştır. Serahsî de “nafile; vacip

olmaksızın yapmamız câiz olan meşrû ilavelerdir”674 şeklinde tanımlamıştır.

Alâeddin es-Semerkandî “vacip olan ibadetlere ilave olarak yapılan ibadet”675 demiştir. Pezdevî ve Nesefî ise nafileyi “yapılmasına karşılık sevap verilen, terk

edilmesine karşılık ise ikab edilmeyen ibadet”676 olarak hükmüyle tarif etmiştir.

Ancak cezanın (ıkâb) nefyedilmesi durumunda kınama, yerme ve azarlama (ıtâb) nefyedilmiş olmayacağından Sadrüşşerîa, bu durumu bertaraf etmek için “terk eden

kimsenin isâet etmediği şey”677 demiştir.

Usulcülerin nafileyi, farz, vacip ve sünnetin her iki çeşidini ele aldıktan sonra dördüncü bir kısım olarak ele almalarından nafileyi, Hz. Peygamber’in yapmadığı ve hususi olarak teşvik etmediği şey olarak gördükleri anlaşılmaktadır. Bu nedenle Sadrüşşerîa gibi bazı usulcüler, yukarıda zikrettiğimiz gibi nafilenin derece bakımından sünnet-i müekkedenin aşağısında olduğunu söylemişlerdir.678 Fakihlere göre nafile Hz. Peygamber’in vacip olmaksızın hususi ve umumi olarak davet ettiği şeydir.679 İmam Muhammed’in sünnet-i müekkede olan namazları tatavvu kelimesi ile ifade etmesi buna delalet eder.680

Nafilelerin azimetlerden olup olmadığı hususu Hanefî usulcüler tarafından tartışılmıştır. Hanefî usulcülerden bazıları, nafilelerin farzlarda meydana gelen eksiklikleri tamamlamak ya da şeytanın ibadetten alıkoyma hususundaki arzu ve

672

Güzelhisârî, Menâfiü’d-dekâik fî şerhi Mecâmii’l-hakâik, 262. 673

Debûsî, 78. 674

Serahsî, el-Usûl, I, 84. 675

Alâeddin es-Semerkandî, Mîzânü’l-usûl, I, 136. 676

Pezdevî, II, 569; Nesefî, el-Menâr, 15.