• Sonuç bulunamadı

2. BATI’NIN BÜYÜK DÖNÜŞÜMÜ VE MODERN BATI’NIN OSMANLI AYDININA ETKİSİ OSMANLI AYDININA ETKİSİ

2.2. Modern Batı’nın Osmanlı Aydınına Etkisi (Uygarlık Krizi, Zihnî Dönüşüm, Edebî Dönüşüm, Politik Dönüşüm) Dönüşüm, Edebî Dönüşüm, Politik Dönüşüm)

2.2.1. Zihniyetin Dönüşümü

Osmanlı Devleti yaşadığı askeri mağlubiyetler ve askeri iç düzenin tam olarak sağlanamaması dolayısıyla, Batı’nın geçirmekte olduğu dönüşümün derinliklerine nüfuz etmeden96 pratikte karşılığı olan askeriyede yenilikler yapmaktaydı. Bozulan devlet ve ordu yapısını düzenlemek hedefiyle bazı düşün adamları da hazırlamış oldukları risaleleri sultanlara, devlet adamlarına sunmaktaydılar. Pasarofça Antlaşması’ndan on üç yıl sonra 1731’de Sultan I. Mahmud’a sunulan (Berkes, 2012: 53) İbrahim Müteferrika’nın ‘Üsûlü’l-hikem fî nizâmü’l-ümem’i; Tanpınar’ın deyişiyle “Bizde Avrupalılaşma hareketin beyannamesi addedilmesi lazım gelen” bir eserdir (Tanpınar, 1988: 48). Eserin amacı;

Osmanlı devletindeki aksayan işlerin neler olduğunu göstermek, Batı devletlerinin önemli bir güç haline gelmelerinin sebeplerini incelemek ve Osmanlı devletinin bulunduğu durumdan kurtulması için öneriler getirmektir (Berkes, 2012: 53). Kitabın içeriği hakkında Tanpınar’ın değerlendirmesi şu şekildedir.

Kitabın başında Latince bildiği için Avrupa milletleri hakkında fikir sahibi olduğunu söyledikten sonra ‘monarkiya’, ‘aristokrasiye’ ve ‘demokrasiya’

adlarıyla üçe ayırdığı idare tarzlarını kısaca anlatır ve askerliğin lüzumundan bahseder ve nihayet eski askerlik tarzıyla yenisi arasında bir mukayese yaparak yeni usulün faydalarını bir bir sayar ve Avrupa’nın inkişafındaki sırrın burada olduğunu söyler. Ona göre bu yeni ordu ve teşkilat

96 Osmanlı’nın Batı’nın geçirdiği dönüşümün kökenlerine inememesi hususunda Bedri Gencer, Osmanlı Devleti’nin kendisine duyduğu özgüvenin neden olduğunu belirtir. “Dini ve emperyal-temelli bu üstünlük psikolojisiyle Osmanlı, 1400’den itibaren Batı’da Rönesans, Reformasyon, Bilim ve Aydınlanma gibi aşamalardan geçen büyük dönüşüme gereken dikkati göstermedi. Değişen Batı medeniyeti ile temas, Rönesans dönemini idrak eden Fatih ile sınırlı kaldı. Bu yüzden askeri fetih vizyonuna bağlı kalmaya devam eden Osmanlı, Batılı yeniliklere münhasıran askeri teknolojik açısından yaklaşarak arka plandaki büyük dönüşümü gözden kaçırdı.” (Bedri Gencer, İslam’da Modernleşme -1839-1939-, Lotus Yayınları, Ankara, 2008, s. 46)

sayesinde haddi zatında azlık olan bir taife - yani Avrupalılar - bütün dünya yüzüne yayılmışlar, Amerika’dan istifade ettikleri gibi ‘muhit-i şarki ve garbide nice diyara musallat olmuşlardır. (Tanpınar, 1988: 46).

Bu eserden birkaç yıl sonra 1734’te Hendesehane daha sonraki süreçte (1773) Mühendishane-i Bahr-i Hümayun, (1793) Mühendishane-i Berr-i Hümayun gibi askeri okulların açılması ‘garp teknik ve bilgilerin memlekete girmesini zaruri kılar.’ (Tanpınar, 1988: 48).

Batı’yla olan ilişkiler artmaktaydı ve devlet katındaki yenileşmeler sadece askeri alanla sınırlı kalmadı. Avrupa kurumları örnek alarak yapılan düzenlemeler on dokuzuncu yüzyılda arttı. On dokuzuncu yüzyıla girerken, III. Selim döneminde (1789-1807) Avrupa’da daimi sefirlikler açılmaktadır. Bu hususta Lewis, Osmanlı Devlet kurumlarını Batılı devlet organizasyonlarının doğal işleyişlerinin seviyelerine getirmek kadar, Batılı ülkeler ve faaliyetleri konusunda doğrudan güvenilir bir bilgi akışının sağlama hedefini taşımakta olduğunu söylemektedir (Lewis, 1993: 62). “ ve başta Londra olmak üzere Viyana, Berlin ve Paris’te sefirler gönderilir.” (Tanpınar, 1988: 54). Bu sefirlere giden talimatname ise dikkat çekicidir. “ Sûret-i idaresini, nizam-ı mülke dair kâffe-i hâlâtını, askerlik sahasındaki vaziyetleri ile” tetkik ederek bildirecekler, maiyetlerinde bulunanlar ise orada ecnebi lisanı öğrenecekler ve devletin işine yarayacak bilgiler tahsis edeceklerdi.”

(Tanpınar, 1988: 54). Talimatname artık Osmanlı Devleti’nin yalnız askeri sahada değil aynı zamanda kurumlarıyla birlikte Batılılaşmaya uğraş verdiğinin ilk hali olarak okunabilir.

Çünkü “Türk Çağdaşlaşma tarihi açısından asıl dönüşümün on dokuzuncu yüzyılda gerçekleşmiş ve kurtuluşu sadece askerî alanla sınırlı tutulmaması, hukuk, ekonomi ve günlük hayata dair yaşantılarında Avrupalılaşması konusunda fikirler ileri sürülmeye”

başlandığı görülmektedir. (Eroğlu, 2001: 286). III. Selim’in Avrupa merkezlerinde açtığı sefaretler Fransa’nın Mısır’ı işgali ve istenilen faydalanmanın sağlanamaması üzerine maslahatgüzar seviyesine indirilmekteydi. Bu elçilikler 1834 yılında II. Mahmut döneminde tekrardan açılıp düzenlenecekti (Zürcher, 2000: 71).

1826 yılında Yeniçeri Ocağı’nın kapatılması ve yeni ordunun (Nizam-ı Cedit) kurulması zihniyetin farklılaşması bağlamında diğer bir önemli olaydır. Yeni Ordu’nun (Nizam-ı Cedit’in) Sultan II. Mahmut tarafından kurulma amacı, Batı standartlarında çağdaş bir askeri güç oluşturmaktı. Osmanlı Devleti’nin modern ölçülerde bir asker yetiştirme okulu için yerli danışmanları yeterli değildi. Yeni Ordu’nun eğitilmesi için yabancı danışmanların gerekli olduğu anlaşıldı.

Kırım Savaşı’ndan (1853-1856) sonra Babıali orduda reform için Fransızları, donanmada reform için de Britanyalıları davet etti. Askeri okullarda artık, eski rejimin geleceği için çok tehlikeli olan liberalizm ve ulusçuluk fikirlerini de beraberlerinde getiren Fransızlar öğretmenlik yapıyorlardı.97 (Feroz, 1995: 12)

Bu vakadan sonra eskinin ıslah edilmesi çalışmaları bir kenara bırakılır ve yerine yeni bir teşekkülün geçirilmesi gayretleri başlar. Yeni ordunun kurulmasıyla beraber, bu kurumun ihtiyaçları göz önünde bulundurularak 1834’de Harbiye, yeniden düzenlenen Mühendishane ve 1839’da son şeklini alan Tıbbiye gibi okulların açılması, pozitif bilginin98 subay talebelerine öğretilmesi, Osmanlı aydın kuşaklarının fikirlerindeki değişimin bir diğer etkenidir.

Bu üç mektep, arkalarında seneden seneye teşekkül eden kütüphaneleri ile bizzat mevcudiyetlerinin doğurduğu zaruretler ve ihtiyaçlar ile dünyamızın değişmesine hizmet ederler. Orta tahsili temin için bir rüştiye mektebi tesis edildiği gibi, Avrupa'da tahsil için yüz elli kadar genç gönderilir. Buna Tıbbiye’de Fransızca tedrisatın kabulü, ecnebi hocaların ders vermesi gibi emri vakiler de ilave edilirse, garplılaşma işine verilen ehemmiyetin derecesi anlaşılır.” (Tanpınar, 1988:s.68).

On dokuzuncu yüzyılın ortasına doğru, Osmanlı Devleti’nde birçok öncü Osmanlı aydının yetişeceği bir başka kurum daha “Tercüme Odası” teşekkül olmaktaydı. On sekizinci yüzyıldan beri mütercimler genellikle Osmanlı tebaasındaki Fenerli Rum ailelerinin fertlerinden seçilmekteydi. 1820 Yunan Bağımsızlık başkaldırısıyla birlikte Fenerli Rum aileler artık Bab-ı Ali tarafından devlet işlerini güvenecek kadar güvenilir bulunmamaktaydı.

97 Kırım Harbi’nden önce de yabancı danışmanlar çağrılmıştır. “Sultan yeni ordusunu eğitmek için yabancı danışmanlara güvenmek zorunda olduğunu kısa sure içinde anladı. 1836’da ordunun sorunlarını incelemeleri ve gerekli reformlar için tavsiyede bulunmaları için Britanyalı subayları davet etti. Ruslardan gelen baskı nedeniyle Britanyalıların yerini, Helmut von Moltke’nin komutası altında bir Prusya heyeti aldı.” (Feroz Ahmed, Modern Türkiye’nin Oluşumu, Çeviren: Yavuz Alagon, Sarmal Yayınevi, İstanbul, I. Baskı 1995, s.11-12)

98 Pozitivist görüşün özellikle Tıbbiye’de sirayet etmesini Hanioğlu şöyle açıklar: Bu olgunun ilk olarak Mekteb-i Tıbbiye'de ortaya çıkışının nedeni ise, pozitivizmin Fransa'da aydınlar arasında egemen olduğu bir dönemde bu ülkeden getirilen kitaplar ve eğiticilerin etkisiyle bu okulda biyolojik materyalist ve bundan dolayı da, dinin büyük ölçüde belirleyiciliğe sahip olduğu bir toplumdaki tüm değerler sistemiyle çatışan bir aydın tipinin ortaya çıkmasıdır.” (M. Şükrü Hanioğlu, Doktor Abdullah Cevdet ve Dönemi, Üçdal Neşriyat, İstanbul, 1981, s. 8)

Bu gelişmeler sonucunda 1833’te Tercüme Odası resmen kuruldu (Zürcher, 2000, 71).

Tercüme hususunun faaliyetlerini ve modernleştirmedeki etkisini Zürcher şu şekilde belirtir.

Burası sadece bir daire değil, aynı zamanda, genç memurlara zamanın diplomatik dili olan Fransızca okuma, yazma ve konuşmanın öğretildiği önemli bir eğitim kurumuydu. Sultan l834'te, Avrupa'nın büyük başkentlerinde Osmanlı büyükelçiliklerini yeniden kurdu. Yeni büyükelçilikler, maiyetlerinde genç Osmanlı kâtiplerini götürdüler ve böylece modern görünümlü bir kadronun meydana gelmesine vasıta da oldular. 19.

yüzyılın reformcu Osmanlı bürokratlarının özgeçmişlerini iyice incelediğimizde, Tercüme Odası'nda ve büyükelçilerden birinde görülen hizmet tekrar tekrar karşılaştığımız iki unsurdur.” (Zürcher, 2000: 71-72)

Fransız İhtilali’nden elli yıl sonra, hem iç siyasette (Balkan milletlerin ulusçuluk ve vatandaşlık99 haklarını bahane ederek isyanlar çıkarmasını ve sınırları korumak gibi) hem de dış politikada (Kavalalı Mehmet Ali Paşa’ya karşı Avrupa Devletleri’nin desteğini kazanmak ve yine Batılı devletlerin iç işlerine karışmasını engellemek gibi) dönemin şartlarına göre faydalar sağlanacağı düşüncesiyle Avrupa modeline göre hazırlanan Tanzimat Fermanı; Osmanlı Devleti’nin resmî olarak Batı’nın üstünlüğünü kabul ettiğinin bir belgesiydi.

Onunla İmparatorluk, asırlarca içinde yaşadığı bir medeniyet dairesinden çıkarak, mücadele halinde bulunduğu başka bir medeniyetin dairesine girdiğini ilan ediyor, onun değerlerini açıkça kabul ediyordu. (Tanpınar, 1988: 129).

İlber Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı adlı eserinde Tanzimat Fermanı için şu notları düşmektedir.100

99 “ 1839 tarihli Tanzimat Fermanı, başta esasen Hristiyanlar olmak üzere tüm gayr-i müslimleri Müslümanlara “eşit” kabul eden “eşitlik” ilkesini ilan etti. Bu ilke, aslında İngiltere, Fransa ve Avusturya temsilcileri tarafından hazırlanıp yürürlüğe konmak üzere Osmanlı hükümetine teslim edilen 1856 tarihli Islahat Fermanı’nda daha sonra ayrıntılı biçimde yer aldı.” (Kemal Karpat, Osmanlı Modernleşmesi – Toplum, Kuramsal Değişim ve Nüfus, Çev: Ceren Elitez, İstanbul: Timaş Yayınları, 2.Baskı, 2014, s.100)

100 Ortaylı, Ferman’ın ayrıca geleneksel bir yapıda olduğunu vurgular. “Aslında Gülhane Hatt-ı Humayunu’nun üslubu ve dayandığı gelenek açısından Osmanlı devlet hayatında özgün bir belge sayılmaması gerekir. Her hükümdar tahta çıktığında ve zaman zaman da ülkede yaygınlaşan adaletsiz uygulamalar ve kötü yönetimi önlemek amacıyla bu gibi Adaletnameler çıkarmaktaydı. Ferman, içeriğindeki yeniliklere rağmen geleneksel özellikleri taşıyan bir belgedir.[…]. Reşit Paşa ve taraftarları, kuşkusuz çağdaş Avrupa'nın devlet ve toplum sisteminden etkilendikleri için bu görüşlere sahiptiler, ama bu onların doğrudan İngiliz telkinine kapıldıkları anlamına gelmez, böyle bir telkin ve ilişkinin varlığını belgelemek de mümkün olmamıştır. En başta Avrupa dünyasının büyüyen gücüne karşı imparatorluğu ayakta tutmak endişesinin varlığı ve nihayet

Gülhane Hatt-ı Hümayunu'nu öncekilerden ayıran başlıca özelliklerden biri, Bab-ı Ali bürokratlarının düşünüşünü ve tasarılarını yansıtması, daha doğrusu onlar tarafından kaleme alınmış olmasıdır. Bu görüş ve tasarılar, liberal bir iktisadi anlayışın ve ona yönelik yeni bir yönetim modelinin gerçekleştirilmesi istemine dayanmaktaydı. (Ortaylı, 1987: 79-80).

Sultan Abdülmecid, Fermanı imzaladığında henüz on yedi yaşındaydı. On dokuzuncu yüzyılın başından beri III. Selim, II. Mahmut Osmanlı’nın devlet işlerine bir düzen getirilmesi için yenilikler yapmaktaydılar. Tanzimat Fermanı sadece bu yeniliklerin devlet katındaki bir belgesi ve düzenlemelerin Batı modellemesiyle devam edeceğinin bir göstergesiydi. On dokuzuncu yüzyıl Osmanlı için, ifade ettiğimiz gibi bir reformasyon dönemiydi.101 Yukarıdan aşağıya doğru hayatın ve yaşamın her katmanına değen askerlik, eğitim, sağlık, bürokratik, vergi sahalarında yenilikler yapılmaktaydı (Saydam, 2002: 533).

Bu dönemde öncelikle geleneksel kurumlar ıslah edilmeye çalışıldı. Daha sonraki aşamada ise geleneksel Osmanlı kurumlarıyla Batılı kurum ve yöntemler uzlaştırılmaya gayret edildi.

Bu durum, ikili kurumsal yapıyı ve değerler sistemini ortaya çıkardı. Nizamî mahkemelerin yanında Şer’î mahkemeler; mekteplerin yanında medreseler, Adliye ve Maarif Vekâleti’nin yanında Bab-ı Meşihat, bu ikili örgütlenmenin bazı örnekleridir. (Eryılmaz, 2010: 13).

Osmanlı Devleti’nin sonuna kadar devam eden kurumlardaki bu ikili yapı; okullarda yetişen talebeler veya aydın kuşaklar içinde sonraki safhalarda bir düalizm oluşturduğu söylenebilir. Çünkü “Tanzimat reformları Osmanlı aydınlarını ayrı bir dünya ve yönetim anlayışına götürmüştü.” (Ortaylı, 1987: 207) ve geleneksel olan kurumlar (dünya) ile modern temelli kurumlar (dünya) arasında yetişen gençlerin nihayetinde bir tercih yapacağı açıktı.

On dokuzuncu yüzyıl reformlarının amacı, devlet kurumlarıyla, sanayileşmesiyle, kentlileşmesiyle, modern askeri sistemleriyle, iktisadi yapısıyla, Batı medeniyetini /

Fermanda öngörülen haklar ve getirilmek istenen düzenin örneğinin Avrupa dünyası olduğu tartışılmaz gerçeklerdir. Fakat bu düzenin gerçekleştirilmesinde her zaman ihtiyatla hareket edilecektir.” (İlber Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, İstanbul: Hil Yayınları, 1987, II. Baskı, s. 79).

101 “Batılılaşmanın ilk devresi olan Tanzimat’ın, bir bakıma on dokuzuncu yüzyılın sonuna kadar devam ettiği düşünülebilir. Fakat yirminci yüzyıl, bütün münakaşalara rağmen Batı’nın bir takım kıymet hükümlerinin değişik alanlarda benimsendiği bir çağ olmuştur.” (Orhan Okay, Batılaşma Devri Türk Edebiyatı, İstanbul:

Dergah Yayınları, 2016 6. Baskı, s.44 )

‘civilisation’102ını aramaktı. “Ve nihayet Şinasi, Mustafa Reşid Paşa’dan ≪medeniyet resulü≫ diye bahsederek hayatımıza yavaş yavaş sızan bu mefhumu kendi nesli ve gelecekler için bir din haline getirir.” (Tanpınar, 1988: 152). Medeniyetçilik Tanpınar’ın deyişiyle genç kuşakların zihninde artık bir din, yani bir düşün ve yaşam şekli olarak algılanmaya başlamaktaydı.

Tanzimat yıllarında çok önemli mevkiler elde eden kalemiye yani bürokratlar, dönemi itibariyle yeni bir fenomendi. Tercüme odalarında ve daha öncesinde Tahrirat-ı Hariciye Kalemleri’nde birikimlerini oluşturan bürokratlar Avrupa’yı bilmekteydiler.

Ulemadan farklı olarak, “Bilgileri de tarzları da yeniydi. Redingot ve fes giyiniyor, artık sık sık görüştükleri Avrupalıların arkadaşlığından hoşlanıyorlardı.” (Zürcher, 2000: s. 101).

Bu şekilde aydın kuşaklar arasında kültürel bir geçişkenlik de başlamış oluyordu. Yükselen bu orta bürokrat sınıfı, yeni giyim tarzlarıyla halka karışıyor ve zaman geçirecekleri Avrupai tarzda mekânlar arıyorlardı. Kültürel yenileşme böylelikle, devlet katındaki memurlardan az çok halka nakloluyordu.103

Söz konusu okullarda ve kurullarda hem eğitim dilinin Fransızca olması hem yabancı danışmanlar tarafından yönlendirilen pozitivist müfredat konuları genç talebelerin dimağlarında bir zihniyet değişimine sebebiyet vermekteydi.

Okulun eğitim dili Fransızca olarak belirlenmişti ve zamanla eğitim dilinin Türkçeleştirilmesi düşünülüyordu. Tıbbiye, 1839'da pozitivist ve materyalist düşüncenin önde gelen savunucularından Dr. Claude Bernard’ın 'muallim-i evvel' sıfatıyla okulun başına getirilmesi ve onun okulu yeniden düzenlemesi ve müfredatını yeniden tanzim etmesiyle birlikte yeni bir çehre kazanır. Bu dönemden itibaren de, pozitivist ve materyalist fikirler bu okul öğrencileri

102 “Tanzimat devrinin ilk ideolojisi medeniyetçiliktir. Sadık Rıfat Paşa ve Sami Efendi’den itibaren

medeniyet, temeddün, ünsiyet, menusiyet ve teennus gibi kelime ve terkiplerle Frenkçe civilisation kelimesinin karşılığı aranıyordu. Reşid Paşa, Ali Paşa, Cevdet Paşa, Munif Paşa, Sultan Abdülaziz türlü yazılarında, fermanlarda hep onun tarifini yapmağa çalışırlar.” (Ahmet Hamdi Tanpınar, 19’uncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul: Çağlayan Kitabevi, 1988, 7. Baskı, s.152).

103 Tanzimat’ta tohumları atılan Batı tarzı yaşama düşkünlüğü Islahat Fermanı’ndan sonra orta sınıf devlet adamlarından çok az da olsa halka doğru bir yayılma gözlemlenir. Bu hususa Tanpınar’ın güzel ve geniş tasvirlerine göz atmakta fayda var: “Beyoğlu, Avrupalı lokanta ve kahveleriyle, en basit gündelik ihtiyaçtan, en pahalı zevk unsuruna kadar her şeyi Avrupa’dan tedarik eden zengin mağazalarıyla, gece hayatıyla, eğlence yerleriyle Avrupa hayatının küçük bir numunesini verir. Her modasıyla büyük Avrupa merkezlerine, bilhassa Paris’e tabidir. Giyim ve kuşamda, debdebe ve sefahatte onu takip eder, eğlencede onun artıklarıyla geçinir.

Bendre fabrikasından araba, Bulvar tiyatrosu, cafe chantant, Fransız veya İngiliz tarzı mobilya, cins yarış ve araba atı, alafranga sofra, Fransız şarabı, ecnebi mürebbiye, yabancı dil hocası, bazı zümreler için olsa dahi şehir hayatının, orta - oyunu ve Karagöz gibi yerli gelenekler ve biraz sonra doğacak yeni edebiyatla beraber derece farklarıyla besleyecek - unsurları haline girer.” (Ahmet Hamdi Tanpınar, 19’uncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul: Çağlayan Kitabevi, 1988, 7. Baskı, s.156-157).

üzerinde özellikle etkili olmaya başlar. Korlaelçi'nin de belirttiği üzere,

"1826'da tedrisata başlayan Avrupaî Tıphane ile Batıya açılan kapıdan materyalizm ve Fransız pozitivistlerini hazırlayan bazı filozofların eser ve fikirleri giriyor. (Bulut, 2009: 158)

Pozitivist eğitimin yanı sıra Avrupa’nın düşün dünyasıyla da basın aracılığıyla temasa geçilmekteydi. Avrupa’da ve İstanbul’da çıkan gazetelerde Avrupa’daki fikir hareketlerinden bilgiler verilmekteydi. Mesela modern Türkiye’nin zihni yapısını oluşturan Jön Türklerle sıkı ilişkiler kuran gazeteci Ali Kemal, 1880’lerin entelektüel havasına etki eden insanlardan biri olan (Mardin, 2008: 55) Tıbbiyeli Beşir Fuat’ı anlatırken şu açıklamaları yapmaktaydı. “Fransızcayı, Almancayı, İngilizceyi âlâ biliyordu, çünkü saha-i matbuata atılır atılmaz bu lisanlardan birer bedreka-i sarf-ı nahv yazdı, Tercüman'da ise ulûma, felsefeye, filozoflara dair neşriyata koyuldu ve bir yandan Volter'i, bir yandan Schopenhauer'i Türklere tanıtmaya çalıştı.” (Mardin, 2008: 59). Aynı yıllar içinde pozitivizm ile de tanışıldı. Kısa zamanda Jön Türkler için entelektüel öncü bir figür olacak Ahmet Rıza, 1889 yılında Bursa’da Milli Eğitim Müdürü iken Paris’teki sergiyi görmek için Paris’e gitme iznini aldı ve Paris’e gidince gönüllü Jön Türk sürgünlerine katıldı. Paris’teki Jön Türk grubunun da kısa zamanda öne çıkan isimlerinden olmuştu. Pozitivizmin kurucusu olan Auguste Comte’un öğrencisi Pierre Lafitte’nin etkisinde kalan Ahmet Rıza tarafından1895’te Paris’te on beş günde bir çıkarılan Meşveret, pozitivist104 düşünce üzerinden bir yayın çizgisi izlemekteydi (Lewis, 1993: 196)105. İstişare ile alınan hüküm anlamında Kur’anî bir kavram olan meşveret106; isminin art anlam alanında parlamenter bir rejimi imgelemekle birlikte, başlığının üretildiği değer dünyasına tam zıt bir düşünce öğretisiyle diğer Jön Türk gazeteleri gibi yabancı postaneler kanalıyla gizliden İstanbul’da talebeler arasında dağılmaya başladı.

104 Pozitivizm “Genel olarak, modern bilimi temele alan, ona uygun düşen ve batıl inançları, metafizik ve dini, insanlığın ilerlemesini engelleyen bilim öncesi düşünce tarzları ya da formları olarak gören dünya görüşü.”

(Ahmet Cevizci, Felsefe Sözlüğü, Paradigma Yayınları, 3. Baskı, 1999, İstanbul, s. 707)

105 Doğan Özlem Osmanlı aydınları arasında poztivizmin ne kadar mühim ve makbul olduğu konusunda şunları söylemektedir: “1875’ten 1905’e kadar Osmanlı aydınları arasında bu pozitivist inanç doğrultusunda adı konulmamış bir “ toplum mühendisliği” fikrinin pek makbul olduğu açıktır. Ahmet Rıza Fransız pozitivistlerin ünlü derneği ‘Societe des Positiviste’in şiarı olan ‘ordre et progres’ (düzen ve ilerlerme) şiarını ‘union et prores’e (birlik ve ilerleme: ittihat ve terakki) dönüştürerek ‘İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin de isim babalığını yapmış oldu. […]. Ahmet Rıza, Comte’un kurduğu Avrupa Birleşik Devletleri Komitesi’nin Osmanlı Temsilcisi de olmuş çıkardığı Meşveret dergisinde Osmanlı’da yeni bir nizam için orduya büyük görev düşeceğini sürekli belirtmiş ve ordu içinde bunun propagandasını yapmıştır.” (Özlem, 2004: 459)

106 Bakınız Şura Suresi 38. Ayet. ‘İşleri aralarında danışma iledir’.

Doğan Özlem, Türkiye’deki Pozitivizm ve Siyaset isimli çalışmasında ise pozitivizmin dayandığı temeli şu şekilde açıklar:

Eksakt bilimsel analizin konusu olgulardır. Olguların ötesine geçilmeyecek, onların ‘öz’leri ve ‘ilk neden’leri gözlenemezler; onlar olgu ötesi ve fizik ötesi, yani metafizik karakterlidirler […]. Bu durumda metafiziğin sorunları anlamsız hale gelirler; çünkü bu sorunlar gözlem yoluyla çözüme kavuşturulması mümkün olmayan, görüntüsel ve sahte sorunlardır…(Özlem:

2004: 454)

Batı’nın geçirdiği Aydınlanmacı dönüşüm; ekonomik, bilimsel ve zihni değişim on dokuzuncu yüzyıl aydınlarınca da daha ileri götürülme hedefini taşımaktaydı. Hem Aydınlanma dönemi düşünürleri hem daha sonraki yüzyıllardaki Batılı filozoflar kendilerini insanlık adına konuştuklarını düşünüyorlardı107. Pozitif düşünce sistemi de aynı kodlar üzerinden devam etti. Var oluşun maddeden geldiğini savunan, metafiziği reddeden söz konusu düşünce biçimi, Comte’un öğretileri doğrultusunda dini olmayan yeni bir değerler sistemini de gerekli kılmaktaydı. “Böyle bir sistem, yaşama pratiği göz önünde tutularak geliştirilmiş, tanrısız bir ‘pozitif din’ olarak ortaya konulmalıdır. Amaç, bir

“uluslararasılaşmış pozitivizm”e ve bir “pozitif toplum”a ulaşmaktır” (Özlem, 2004: 454).

Bu düşünce biçimiyle ve eylem planıyla pozitivizm; Batı dışında kalan tüm toplumları da Batı’nın geçirdiği safhalardan hızla geçerek dünyada genelleştirilmiş pozitivist bir medeniyet toplumu kurmak istemekteydi.

Buna göre, Batılı olmayan toplumlar, Batı’nın Rönesans’tan itibaren gerçekleştirdiklerini çok kısa bir süre içinde gerçekleştirmek zorundadırlar.

Bunun için topluma aktif şekilde müdahale etmek gerekmektedir ve bu müdahaleyi gerçekleştirecek, ‘modern pozitif toplum’un niteliklerini kavramış aydınlara, bir ‘entelijensiya’ya ihtiyaç vardır. Aydınlar ve siyasetçiler ‘geri’ sayılan ‘geleneksel toplumdan’ ‘ileri’ sayılan ‘modern

107 Jhon Nef, Sanayileşmenin Kültür Temelleri adlı eserinde, medeniyet kelimesinin Avrupa’da ortaya çıktığından bahsederken aynı zamanda Batılı aydınların kendilerini tüm dünyaya hitap eden bir üslupla davrandıklarını belirtir. “Avrupalıları burada yeni bir kelime buldular ve kullandılar, çünkü onlar bu dünyada yeni olan durumları tasvir ettiklerine inanıyorlardı. Mirabeau’nun, Adam Smith’in, Gibbon’un hatta daha evvel Defoe, Montesqieu ve Voltaire gibi büyüklerin zamanlarında Avrupa'nın ön safta gelen birçok kafaları medeniyet kelimesini kullanmış olsalar da olmasalar da, Avrupalıların mükemmelliğe bütün geçmiş milletlerin daha çok yaklaşmış bulunduğunu kani idiler.” (Nef, 1980: 112-113)

pozitif toplum’a geçişi sağlamak üzere, otoriter, üstenci, merkeziyetçi bir politika izlemelidirler.” (Özlem, 2004: 458)

Osmanlı’nın genç aydın kuşakları felsefenin derinlikleriyle, bilgi birikimiyle fazla alakadar değillerdi. Osmanlı Devleti’nin karşılaştığı yeni olgulara (milliyetçilik, laik kanunlar, modern eğitim ve öğretim, askeri tekniklerin yenileşmesi, yeni ulaşım ağları kurma ve geliştirme, gazete ve haberleşme ağının tam bir şekilde yerleştirme) çözüm üretememe durumu karşısında, modern okullarda vatansever olarak yetişen gençler için kendilerince; İmparatorluğu kurtarmak, devlet yönetim sistemine Batı tarzı bir düzenleme getirmek elzemdi. Akılcı ve evrensel ilkelere göre kurulmuş bir ‘pozitif toplum’ ütopyasının yön vermiş olduğu pozitivist siyaset öğretisi, o aşamada, Osmanlı aydınlarına, özellikle Jön Türkler’e pek cazip gelmişti.” (Özlem, 2004: 459). Pozitivizmin maddi gelişmelerle toplumu ileri bir çizgiye çalışma gayreti, Osmanlı son dönem aydını ve Cumhuriyet’i kuran kadrolar için geleneksel değerlerin kırılmasında egemen/baskın bir ilkeydi. Bu konuda Lewis şunları ifade eder:

… on dokuzuncu yüzyılın sosyal bilimi Türk reformcu ve devrimcilerinin düşüncesine hakim oldu. Ortaya çıkan ilk etki Auguste Comte’un idi; onun pozitivist sosyolojisi Ahmet Rıza'ya İttihat ve Terakki'nin ilk yorumlamalarını ilham etti ve Türkiye'de laik radikalizmin daha sonraki gelişmesini derinden etkiledi (Lewis, 1993: 230)

Ahmet Rıza gibi Jön Türklerin Batıcı, pozitivist düşüncenin oluşmasında etkili bir isim Abdullah Cevdet’tir. Abdullah Cevdet 1904’te çıkardığı İçtihat dergisini ölümüne kadar devam ettirmişti (Mardin, 2008: 232). Tıbbiye’de aldığı biyolojik materyalist tarzı derslerden çokça etkilenen Abdullah Cevdet, ülkesinin ve toplumunun kurtuluşunu materyalist bir dünya görüşünde aramakta ve buna tüm kalbiyle iman etmekteydi.

Zihnindeki aydın portresini oluşturan hocası Ali Bey’i bir yazısında şöyle tanımlıyordu.

Ali Bey sâkit, mütefekkir haliyle, esrarengiz vaz'-ı uzletperverisiyle üzerimizde bir resul tesiri icra ederdi. Evet, o resulullah değildi, fakat bir resul-ül-hak idi. Hakka, hakikata perestij ve merbutiyet hiss-i bülendi onu Türkiye'ye mürsel kılmıştı (Hanioğlu, 1981, s. 11).

Hocasını hak ve hakikat ile çokça tasvir etmesi maddi alana karşılık gelen bir düşüncenin ürünüydü. 1892 yılında Tıbbiye talebesiyken Musavver mecmuasına yazmış

olduğu bir yazıda materyalizmin Abdullah Cevdet’in ruhuna nasıl işlediğini de görebiliyoruz.

Terbiye-i etfal mesele-i mutenabahası bir zamanlar bir takım nazariyat ve hemen her zaman tebdil edebilen kavaid-i bîesasdan ibaretdi. Çünkü terbiye-i ezhân ve ebdana aterbiye-id olan malûmat fünûn menba'-ı pürfüyûzundan nebeân etmiyordu. Bilâhare gayet mufassal fizyolociya (fenn-i vezaif-ül âza), antropolociya (ilm-i beşer) nın ve belki tıbbın mütalâa-i dûrâduruyla istihsâl olunan hususî bir silsile-i malûmat sırasına geçdi. (Hanioğlu, 1981, s. 11)

Abdullah Cevdet, geçmiş zamanlarda temelsiz kaideler ile değişebilen çocukların terbiyesini, artık fizyoloji ve antropoloji gibi görünen, tecrübeyle sabit bilimler ile çözümlenebilecek meseleler olarak zikrederek pozitif bilimlerin hareketliliğine dikkat çeker.

Bu biyolojik materyalist tutum, Cevdet için zaman geçtikçe daha da güçlü bir hal aldı. Ahmet Rıza gibi Abdullah Cevdet de ilk yazılarında düşüncelerini toplumda meşrulaştırmak için dini örnekler vermekteydi108. Sonraki yazılarında ise tedricen İslam ve Doğu medeniyetlerinden çıkılması tamamen Batı uygarlığına ilhak olunmasını dile getirir (Hanioğlu, 1981, s. 359). Mesela 1911’deki bir yazısında şu notları düşer:

En büyük ve en daimî hasmımız bizim kendi kanımızdadır, kendi kafamızdır. Bizim ile ecanib arasındaki münasebât kavi ile zaif, âlim ile cahil, zengin ile fakir arasındaki münasebâtdır... Bir ikinci medeniyet yokdur.

Medeniyet Avrupa medeniyetidir. Bunu gülüyle, dikeniyle isticnas etmeye mecburuz. (Hanioğlu, 1981, s. 359)

Abdullah Cevdet’in düşünceleri Jön Türk kadrolarının Batıcı kanadını teşkil etmekle beraber sonraki süreçte Kemalist kadroların ideolojisi için de önemli bir temel oluşturacaktı.109 Jön Türklerin diğer fikir hareketleri de bu dönem içerisinde çıkardıkları dergilerden izlenebilir. Ahmet Rıza’nın Meşveret’i, Abdullah Cevdet’in İçtihat’ı gibi onların

108 Geniş bilgi içi bakınız: Hanioğlu, 1981: 130. Hanioğlu’nun bu konudaki şu yorumu dikkat çekicidir:

Batılılaşma bir gerekti ancak bu alanda geleneksel kültür ve değerlerden de yararlanmak gerekiyordu.

Abdullah Cevdet'in Batılılaşma konusundaki bu düşünceleri biyolojik materyalizmin toplumda itici bir güç olarak benimsenmesi konusunda İslâm dininden yararlanma yolundaki görüşlerine oldukça benzemektedir.

Ancak Abdullah Cevdet, İslâm’ın tedricen terkedilmesi düşüncesini taşırken, Doğu kültüründen devamlı bir şekilde yararlanmak istiyordu. (Hanioğlu, 1981: 193)

109 “Ve göreceğimiz «Batılılaşma» tezleriyle birlikte bu «utopia» 1923 sonrası Türkiye Cumhuriyetinin resmi ideolojisi ile büyük bir benzerlik göstermektedir.” (M. Şükrü Hanioğlu, Doktor Abdullah Cevdet ve Dönemi, Üçdal Neşriyat, İstanbul, 1981, s. 341)

siyasi fikirlerine etki eden Murat Bey’in Mizan’ı, Tunalı Hilmi’nin Osmanlı’sı ve Şura-yı Ümmet mecmuaları zikredilebilir. Bu dergilere bakıldığında bütünlükçü bir ideolojik yapının bulunmadığı görülmektedir110. Fakat Sultan II. Abdülhamit’in tahttan indirilmesi ve bir meşrutiyet sistemini çokça arzulamaları bütünlüklü olarak hareket ettikleri mevzulardı.

Osmanlı aydın kuşaklarının zihni yapısındaki değişikliğine sebep olan bir diğer okul, 1859 yılında kurulan Mülkiye mektebi idi. Modernleşmeye çalışan devlet kurumlarına uygun talebeler yetiştirilmesi gerekiyordu. Mülkiye zaman ilerledikçe devlet adamları nazarında daha mühim bir yer elde etmekteydi. “ 1870 yıllarının sonuna doğru Padişah, Sait Paşa'nın tavsiyesiyle mektebe tayin ettirdiği bazı hocalar sayesinde Mülkiye'nin akademik niteliğini kuvvetlendirmişti.” (Mardin, 2008: 50). Şerif Mardin, Jön Türklerin Siyasi Fikirleri isimli eserinde, Mizancı Murat Bey ile Recaizade Mahmut Ekrem’in mektebin atmosferine hâkim olduklarının ve bundan sonraki senelerde Mülkiye gerçek bir Batı merkezci bir okul olarak görevini ifa ettiğini dile getirir (Mardin, 2008: 50). Mülkiye’de yetişen Ahmet İhsan Tokgöz Matbuat Hatıralarım adlı eserinde, Mülkiye yıllarını özlemle anarken şu notları düşmektedir: “ Mülkiye Mektebi’nde geçirdiğim beş sene, hayatımın en tatlı parçasıdır.

Açılmaya çok elverişli olan beyinlerimizi aydınlatan birçok hocamız vardı.” (Tokgöz, 2012:

30). Söz konusu eser, Mülkiye okulunun zihinlerde pozitivist ve realist düşüncelerinin nasıl uyandığını gösteren parçalar içermesi bakımından dikkat çekicidir. Alıntıladığımız parçanın uzun olması; muhtevasının, ifade ettiklerimiz doğrultusunda, önemli olmasından dolayıdır.

Merhum Murat Bey, Genel Tarih dersinde hepimize çok büyük ibret levhaları verir ve bizi dünya inkılaplarının büyüklüğüne alıştırırdı ve bu aydın öğretmenin anlattıklarında, o zamana kadar gittiğimiz mekteplerde veya evlerimizde dinlemeye alıştığımız batıl inanışlardan, çorak geleneklerden eser bulunmazdı. Murat Bey Mülkiye Mektebi'nden yetişecek efendileri Türkiye'de uyandığını dilediği yenilik ve medeniyet aşkı ile doldurmak isterdi.

Abdurrahman Şeref Efendi merhum, bugün gelişmesini saadetle gördüğümüz yükselme hayatının temellerini her öğrencinin zihninde köklendirecek sağlam tohumlar serperdi. […]. Sonra Hekimbaşı Salih Efendi vardı, nebatat dersi verirdi, fakat onun ağzından çıkan sözler en derin felsefe kaideleri idi…

110 Bu konuda geniş bilgi için bakınız: Mardin, Şerif (2008-15. Baskı), Jön Türklerin Siyasi Fikirleri 1895-1908, İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları.