• Sonuç bulunamadı

Sosyal Dönüşümün Edebi Türü Olarak Roman

2. BATI’NIN BÜYÜK DÖNÜŞÜMÜ VE MODERN BATI’NIN OSMANLI AYDININA ETKİSİ OSMANLI AYDININA ETKİSİ

2.1. Batı’nın Büyük Dönüşümü (Aydınlanma, Modern Batı Kültürünün Oluşumu ve Edebiyatın İşlevi) Oluşumu ve Edebiyatın İşlevi)

2.1.4 Sosyal Dönüşümün Edebi Türü Olarak Roman

Hiçbir gelenek hücumdan kurtulamaz; karşı çıkılmayan hiçbir fikir, sarsılmamış hiçbir otorite kalmaz. Her türlü müessese yıkılır; her şeye menfi bir tavırla bakılır. Alışılagelmiş rahipler yerine yaşlı hâkimler belli yerlerde laik vaazlar verirler; bozulmamış cumhuriyetleri, müsamahakâr oligarşileri, ikna yoluyla varılan barışı, kilisesiz ve ruhbansız bir dini, zevk haline gelen temiz bir çalışmayı propaganda ederler; kendi ülkelerinde, günahın isminin bile bilinmediği ülkelerde hâkim olan bilgeliği överler. (Hazard, 1973: 30-31)

Böylelikle edebiyat geleneksel yaşamın yıkımında, modern bir dünyanın yapımında, toplumlara veya bireylere kültürel kimlikler ve ulusal simgeler üretme hususunda, yaşanılan toprağın ve tarihin halkla özdeşleşmesi bağlamında; Batı’da kalabalıklara ulaşacak ve onları dönüştürecek başat bir görev üstlenmekteydi.

On dokuzuncu yüzyıla girerken; geleneksel ve Kilise’nin dinî yorumlamalarıyla anlamlandırılan yaşamın belirginliği Avrupa için artık geride kalmıştı. Böylelikle ‘Yeni’

kelimesi bütün mutlakları birden süpüren bir güç olarak belirdi. Yeni bir devlet yapılanması: Tanrı iktidarından uzakta modern ulus-devlet. Topluma sunulan yeni bir kimlik: ulus. İnsanların mutedil bir şekilde ilişkilerini düzenleyen seküler temelde oluşan doğa hukuku ve bunun bireye getirdiği yeni bir tanımlama: yurttaşlık ya da vatandaşlık.

Neyin doğru ve güzel, neyin yanlış ve kötü olduğunu belirleyen yeni bir adab-ı muaşeret ve kültür: uygarlaşma. Kilise değerlerinden uzaklaşan bir düşüncenin yaşamın estetik tarafına ve sanatına yansımalarının yeni adı ise: modern edebiyat. Dünyevi pratikleri anlamlandıracak yeni düşünme metodu: ideoloji,82 olarak tanımlanacaktı. Yeni olan tanımlamalar çoğaltılabilir.

edebiyatın roman türüne eğilmekteyiz? 1923-38 yılları arasında devlet katındaki Batı yörüngesindeki büyük dönüşüm ile romanın Osmanlı’da ve Avrupa’da görüldüğü dönem arasında bir ilişki kurarak bu edebi türün sosyal, siyasi ve tarihi dönüşümlerin kavşağında ortaya çıktığını göstermek ve çalışmamızın tarihi sınırları içerisinde odaklanacağımız en uygun edebi metnin roman olduğunu belirtmek istemekteyiz.

Çalışmamızın edebi türler içerisinden romana yoğunlaşmasının sebebi; romanın Batı’da ve Osmanlı’da geleneksel düşünüş tarzının ve yaşantı şeklinin çözülmeye yüz tuttuğu bir zamanda ortaya çıkmış bir anlatı türü olmasından kaynaklanmaktadır. 1923-38 yılları arasında da, geleneksel olandan tümden bir uzaklaşma çerçevesinde değerlendirdiğimiz devlet katındaki topyekün bir dönüşümün tarihsel süreci ile romanın hem Avrupa’da hem Osmanlı’da ortaya çıktığı dönem arasında bir paralellik olduğu noktasından hareket etmekteyiz.

Roman, doğduğu topraklarda tarihsel bir gelişmeyi izledi. Yeni bir hayat, yeni bir toplum, yeni bir birey oluşumları; yeni değerlerle yansıyacağı yeni bir edebî türün ihtiyacına zemin hazırlamıştı ve romanın ortaya çıktığı zaman da böyle bir ana eşlik etmekteydi.

Roman modern dönemde ortaya çıkmıştır ve bu dönemin genel düşünsel yönelimini klasik dönem ve ortaçağ mirasından gayet kalın çizgilerle ayıran nokta, tümelleri reddetmesi ya da en azından reddetmeye çalışmasıdır. (Wat, 2007: 12)

Ian Wat, roman çalışmalarındaki başucu eserlerden biri olan Romanın Yükselişi adlı yapıtında, romanın yeni bir tür olarak temayüz etmesinde; geleneğe/tümele olan karşıtlığı, diğer edebi türlerin aksine kahramanın birey yaşantısının ayrıntılandırılması, zamanın ve mekânın yaşanılan hayatın bir parçası olması, gerçeğe çokça yakın olması gibi özelliklerini saymaktadır.

Romandan önceki edebiyat biçimleri geleneksel pratiğe uygunluğu hakikatin en temel ölçütü saydıkları için bulundukları kültürün genel eğilimini yansıtıyorlardı. Örneğin, klasik döneme ve Rönesans’a ait epiklerin olay örgüleri geçmiş tarihten ve fabllardan alınıyordu ve yazarın konuyu işleyiş tarzı, çoğunlukla, o türün kabul görmüş örneklerini esas alan edebi adaba göre değerlendiriliyordu. Bu edebî gelenekçiliğe ilk kez ve de tamamen karşı çıkan tür roman oldu; zira romanın başlıca kıstası her zaman biricik ve dolayısıyla da yeni olan bireysel yaşantının doğru bir şekilde aktarılmasıdır. Bu nedenle roman son birkaç yüz yıldır özgünlüğe ve yeni

(novel) olana eşi görülmedik ölçüde değer veren bir kültürün edebiyat alanındaki mantıksal aracıdır ve dolayısıyla ismiyle müsemmadır.” (Wat, 2007: 14)

Ian Watt Romanın Gelişimi adlı eserinde; romanı tanımlamada yaşanılan hayatın

‘gerçeğine’ ve ‘bireyin’ keşfedilmesine yönelik bir merkezden yola çıkar. Bu iki önermeyi bağladığı ana başlık ise ‘ eski toplumdan modern toplum yapısına dönüşme’ vurgusudur.

Burjuva devrimleri döneminde yayılmaya başlayan roman, ‘Yeni Hayat’ın değerlerini gösteren bir ana tür olarak belirmeye başlar. Ortaya çıkışındaki ana saik, eski toplumun (Kilise’nin Orta Çağ Avrupa’sında yaşanılan haksızlıklara meşrulaştırıcı bir halinin bulunması gibi bir vaziyetin, soyluluğu doğuştan geldiğini iddia ve dikte ederek toplumsal sınıf yapısını oluşturmuş bir anlayışın) ve yaşamın sürdürülebilir olmadığıdır. Jale Parla Don Kişot’tan Bugüne Roman adlı eserinde, Cervantes’in tam olarak bu köhnemiş anlatının tükendiğini anlatmak istediğini, şu cümlelerle açıklar:

Yazar kitaba başlarken “görme biçimleri”nin ya da ”kronotop”ların öyküsü için yetersiz kalacağına karar vermişti. O halde yeni bir şey icat etmesi gerekiyordu. Bildiği tek şey, bu ‘yeni’nin, İspanya ve Avrupa’nın yeni gerçekliğini yansıtmak zorunda olduğuydu. Eski yazın türleri artık bu yeni gerçekliği yansıtmak için fazla köhnemişti. (Parla, 2005: 53-54)

Cervantes, 1605 senesinde, kendini şövalye83 sanan ve gerçekte bir meczup olan Don Kişot’u mukavvadan bir zırh; zayıf bir ihtiyar at ile tasvir ederek eski dünyanın soyluluk kurumuna eleştiriler yöneltmekteydi.

Dahası, Cervantes’in İspanya’sı da tıpkı bu köhnemiş ifade biçimleri kadar köhnemiş dünya görüşünü sürdürmeye çalışan bir ülkeydi:

İspanya’da resmî ideoloji hala bütün dünyayı İspanya kralı II. Felipe hükümdarlığında tek bir din -Katoliklik- altında birleştirme peşindeydi.

Cervantes hicivci bir gerçeklikle bu köhnemiş özlemlerin don kişotluğunu sergilemek üzere yola çıktı. Dünya değişiyordu ama İspanya bunu fark etmemekte direniyordu. Oysa İspanya bir yerden de bu değişen dünyada çok önemli bir rol oynamaktaydı. Avrupa ticaretinde etkili olmasına rağmen feodal yapılarını henüz kıramamıştı. İşte Cervantes’e

83 Orta Çağ’da krallar tarafından verilen bir soyluluk unvanı.

Don Quijote fikrini veren, bu ideolojik köhnemişlikle edebi köhnemişliği bir arada ele almaktı. (Parla, 2005: 53-54)

Anlatılanlara istinaden; Batılı yazarlar için, Ortaçağ’ın silikleşmiş bireyin ve gerçek dünyanın edebî türe hak ettiği şekilde girmesi gerekmektedir ve bu tür yepyeni anlamına gelen (novel) romandır. Batı için geleneksel yaşamı oluşturan en önemli temel, Kilise’nin temsil ettiği Hristiyanlık idi. Toplum, geçişkenliği olmayan sınıflara ayrılmış ve soyluluk anlayışı katı bir biçimde devam etmekteydi. Böyle bir yaşamın artık aydın insanlara hitap etmemesi, yeni ortaya çıkan edebi tür olan romanın yapısını da profan kılmaktaydı. Bu konuda Ian Wat mezkûr eserinde şunları söylemektedir:

… yeni edebi türün doğuşu için belirli bir oranda sekülerleşme zaruri bir koşuldu diyebiliriz. Romanın kişisel ilişkiler üzerinde yoğunlaşabilmesi için, öncelikle, çoğu yazarın ve okurun dünya sahnesindeki başrolün Kilise gibi kolektif kurumlara ya da Teslis gibi aşkın aktörlere değil, birey olarak insanlara tahsis edildiğine inanması gerekiyordu. Roman diyordu George Lukacs, Tanrıların terk ettiği bir dünyanın epiğidir, o bize, Sade’nin deyişiyle, ‘ le tableau moeurs seculaires’i (dünyevi davranışlar tablosu) sunar. ( 2007: 96)

Bunlarla beraber, romanın ortaya çıktığı dönemlerden bu yana Batı coğrafyasının kültürleri, felsefesi, olaylara yaklaşım tarzı, tarihsel arka planı gibi her olgu, romanın yapısına uygun tema olarak karşımıza çıkmaktadır. Kundera bu hususta öz bir açıklama yapar: “Roman Avrupa’nın eseridir; keşiflerini farklı dillerde yapmış olsa da, bütün bir Avrupa’ya aittir.”(Kundera, 2017: 17). Stevick ise daha ayrıntılı bir içerik sunuyor.

Bu tarihi devirde (18. Yüzyılı kastediyor), organik toplum kavramının çöküşünün, bireyciliğin gelişmesinin, sınıf dinamizminde gittikçe gelişen imkânların, şehirleşmenin yaygınlaşmasının ve buna benzer şeylerin edebi bir çeşit olarak romanın konusu içine girdiğini görüyoruz. Toplum bilincindeki değişmeye gelince, dini inancın çöküşü, dünyevi bir ahlakın gelişmesi, insan şahsiyetinde meydana gelen parçalanma, meslekî ve sosyal değerlerin kopması gibi konular da, romanın yansıttığı, şekillendirdiği ve ayrıntılı bir şekilde sunduğu meseleler olmuştur. (Stevick, 2017: 13)

Stevick’in yukarıdaki açıklamasına baktığımızda, tarihsel bir kültür haznesi olduğundan romanın sosyolojik bir tarafı vardır. Yer yer gerçekliği geçen zamana ve yorumlara göre değişse veya sorgulansa da tarihi bir özelliği mevcuttur. Gelenekteki hikâye ve şiirin sözlü/şifahî edebiyattaki yeri düşünüldüğünde romanın tefrika veya basılma şartı olduğundan yazılı kültürün vazgeçilmez bir parçasıdır. Bu sebepten dolayı matbaa tekniklerinin gelişmesi84 ve gazetenin ortaya çıkışıyla ve okuryazar oranının artmasıyla arasında güçlü bir bağ vardır ve bu bir açıdan gazetedeki siyasi fikirler ile romanın yan yana geldiği düşünüldüğünde politik bir veçheye yakınlaşmaktadır anlamına da gelmektedir.

Okur kitlesi istediğinden halka yöneliktir, bu sebepten dili aristokrat olmaktan ziyade halka yakınlaşır. Meçhul okura hitap ettiğinden tek tek bireye ve böylece kitle olarak topluma ulaşır. Ortak bir hissiyat bütünlüğü sağlayarak birlik oluşturmak için bir araç durumuna getirilebilir ve sanatın bu husustaki en elverişli bir türüdür85 ve bu işleviyle de politik bir kullanıma açıktır. Romanı ortaya çıkaran saikler ve gelişmesini sağlayan birçok unsur zikredilebilir. Fakat bu özelliklerinden daha baskın olarak söylenebilir ki; roman, Batı’nın burjuva sınıfının devlet yönetimlerinde güçlenmeye başladığı sırada yaygın hale gelen bir edebi türdü (Belge, 1998: 17 - Moran, 2001: 9 - Arslan, 2007: 11).

On sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllar da Aydınlanma düşünürleri (Spinoza, Malebranche, Fontenelle, Locke, Leibniz, Bossuet, Fenelon, Bayle, Voltaire, Rousseau, Condorcet, Montesquieu ve Diderot gibi…) kilisenin tanımladığı hayata, katı toplumsal sınıfların olduğu toplumsal yaşama, soyluluk kurumuna ve düşüncesine, bireyin oldukça silikleşmesine eleştiriler getirmekteydiler. Bu eleştiriler zaman sonra Avrupa’da, Burjuva sınıfının öncülüğünde aksiyona dönüşerek bir devrimler çağı başlatmıştı. Kilise’nin anlam dünyasıyla oluşan hayat bu tarihi, sosyolojik hareketlilik ile yerini kilise dışı, seküler bir düşünce alanına bırakıyordu. Burjuva sınıfı, yönetimi ulus söylemiyle elde ediyor ve bir parlamenter yönetim sistemi geliştiriyordu. Roman, Batı’daki bütün bu gelişmelerde daha da yalnızlaşan, kilisenin ve onun oluşturduğu anlam dünyasının da yavaş yavaş çekilmesiyle

84 “Toplumsal ve kültürel bir edim olarak, okuma 18. yüzyılda temel bir dönüşüm yaşadı. Matbaa üretimi kayda değer şekilde yükselmekle kalmadı; okurların okudukları şeyler de değişti. Okur sayısı artmakla kalmadı, insanlar daha fazla okumaya başladı.” (Melton, 2011: 97)

85 Sanatın ortak bir hissiyat oluşturmadaki işlevi için Azade Seyhan şu örneği vermektedir: “ Almanya’nın çok sayıdaki devletin oluşturduğu bir kümelenme olduğu dönemde, ünlü Alman şairi Heinrich Heine, herhangi bir birleştirici siyasal yapının yokluğunda Almanya’ya bir birlik hissi verecek tek kurumun, Martin Luther’in pek çok Alman lehçesini sentezleyerek İncil çevirisinde yarattığı dilden doğan modern Alman edebiyatı olduğunu savunmuştu.” (Seyhan, Azade (2014). Dünya Edebiyatı Bağlamında Modern Türk Edebiyatı, Çev: Erkan Irmak, İstanbul: İletişim Yayınları. s. 16)

bir bakıma tek başına kalan bireyi, yeni olaylar ve ortamlar karşısında anlatacak yeni bir edebi tür ihtiyacının karşılığı olarak neşet etmişti.

Roman, yeni dünya düzeninin, bilgiyle donanmış, görünen gerçekliğin dışında olanı şüpheyle karşılayan insanının bir birey olarak kendi başına kalışında kendini dışa vurmanın yolu ve biçimi olmuştur. Romanlar, modern dünyada, ortak bir dünya görüşünde birleşemeyen, her biri yolunu ayrı ve kendi başına çizmeye çalışan insanın dünya görüşünü ortaya koyan, öznel, bireysel, felsefelerdir. (Arslan, 2007: 17).

Açıklamalara dayanarak diyebiliriz ki; roman, romanı oluşturan yazar ve romanın konu edindiği insan; Batı’nın kendi tarihi, sosyal, politik, düşünce ve edebi doğal tarihi seyri içerisinde oluşmuştur.

Osmanlı’da ise roman, Osmanlı devleti ve toplumu Batı tarihinden farklı bir hayat sürdürdüğü için Batı’dan ithal edilen bir edebi tür olarak belirmekteydi. Roman, bürokrasinin dolayısıyla devletin Batılılaşma çalışmasının bir sonucu olarak Osmanlı edebiyatına dâhil olur.86

Biliyoruz ki bizde roman, Batı'da olduğu gibi feodaliteden kapitalizme geçiş döneminde burjuva sınıfının doğuşu ve bireyciliğin gelişimi sırasında tarihsel, toplumsal ve ekonomik koşulların etkisi altında yavaş yavaş gelişen bir anlatı türü olarak çıkmadı ortaya. (Moran, 2001: 9)

Türk Edebiyatı için romanın ilk örneklerini Şinasi ve Mehmet Münif Paşa’nın çıkartmış oldukları gazetelerde parça parça tercüme etme yılının 185987 olması (Tanzimat’tan yirmi yıl sonra), sadece edebiyatla alakalı bir gelişmeden ibaret değil; aynı zamanda Osmanlı bürokrasisinin/aydının yaşadığı, Batı’ya odaklanan zihnî değişiminin ve yaşam şeklinin dönüşümüyle de bağlantılıydı. (Evin, 2004: XI).

Osmanlıda devlet kalemlerinde çalışan, siyasi düşünür olan, toplumsal olaylara kafa yoranlarca yayımlanan romanlar, Batı’daki modellerine öykünerek yazılmaktaydı ve bu durum, gelenekteki ahlakçı öykü mirasının da etkisiyle romanı bir öğretici ve eğitici araç

86 Mesela Namık Kemal romanı, Batı’da beliren yeni bir tür olan üç edebi şubeden biri olarak görmektedir: “ edebiyatta üç yeni şube meydana geldi ki bunlar siyasi makaleler, roman ve tiyatro.” (Kemal, 1975: 11) Namık Kemal (1975), ‘Mukaddime-i Celal’, Celaleddin Harzemşah, (Haz. Hüseyin Ayan), İstanbul: Dergâh Yayınları s.11.

87 Geniş bilgi için bakınız: Ahmet Hamdi Tanpınar, 19’uncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi, s. 185.

olarak kullanılmasına sebep oldu. Ahmet Mithat; Nedamet mi? Heyhat! adlı romanının önsözündeki açıklama cümlelerimize örnek teşkil etmektedir.

Roman yalnız bir vaka-i latife ve garibenin [hoş ve garip bir olayın]

hikâyesinden ibaret değildir. O vak'a elbette fünundan [bilimlerden] birisine, sanayiden birkaçına, hikmetin [ felsefenin] bazı kavaidine [ kurallarına ], coğrafyanın bir faslını teşkil eden bir memlekete, tarihin bir fıkrasına taalluk eder ki [ilişkindir ki] onlara dair verilen izahat erbab-ı mütalaanın [okuyanların ] malumat ve vukufu [bilgi] dairesini tevsi eder [genişletir] . (Moran, 2001: 18-19)

Ahmet Mithat’ın iktibastaki görüşleri dönemin aydın yazarlarının ortak bir tutumudur diyebiliriz (Moran, 2001: 19). Onlara göre, roman sadece latif ve garip olayların meskeni değil aynı zamanda toplumu bilgilendiren, felsefeden, tarihten, toplumsal olaylardan söz ederek kendilerince bir ilerleme atmosferinin oluşum uzamıdır. Ortaylı’ya göre Tanzimat aydını Fransız ansiklopedisyenlerinin peşinden gitmekteydi ve hemen her alanı (gazete, mimari, dil bilgisi, edebiyat) düzene koyma uğraşındadır. “İlk roman yazarı olan Şemseddin Sami, ilk sözlükleri ve ansiklopediyi de ortaya koymuştur.” (Ortaylı, 1987:

204-205). Moran da aynı şekilde Tanzimat yazarının üretimlerini terakki hizmeti temelinde ele aldıklarını savunur.

…bizde romanı başlatanlar iki yoldan "terakki"ye hizmet etmiş oluyorlardı.

Birincisi, edebiyatta ilerlemiş Avrupalıların geliştirdiği ve uygar insanlara yakışır bir anlatı türünü Türkiye'ye getirmek ve tanıtmak suretiyle. Yani edebiyatta Batılılaşmamıza yardım ederek. İkincisi, gazete gibi romanı da eğitim amacıyla kullanarak yine "terakki" ye (terakkiden anladıkları şeyler başka da olsa) yardımcı olmakla. (Moran, 2001: 20).

Ortaylı ve Moran’ın görüşlerinden hareket edersek tutulan yol başka bir soruyu daha akla getirmektedir. Tanzimat aydını niçin böyle hummalı bir çalışma yapmaktadır ve neden edebiyatı fikirleri için bir araç haline getirmektedir? Osmanlı aydını imparatorluğun içinde bulunduğu durumdan bir çıkış yolu bulmak için Batı’nın ürettiği düşünce ve siyasi yapının kendi ülkelerinde de gerçekleştirmek istemekteydiler ve onlar için roman da gelişmiş bir uygarlığın edebi türüydü.88 Bu sebepten Moran “…bizde romanı başlatanlar iki yoldan

88 Moran, Türk romanı ve Batılılaşma Sorunsalı adlı incelemesinde Şemseddin Sami’nin, Namık Kemal’in, Ahmet Mithat’ın Batı Edebiyatı’nın özellikle düzyazısının (romanın) kendi edebiyatlarından çok önde olduğunu ifade ettiklerini gösterir. “Şemsettin Sami, Namık Kemal, Ahmet Mithat gibi, romanı ilk deneyen yazarlarımızın edebiyat ve roman ile ilgili yazılarını okuyacak olursak görürüz ki Avrupa edebiyatını ve

"terakki"ye hizmet etmiş oluyorlardı.(Moran, 2001: 20)” düşüncesini ileri sürmektedir.

Tanzimat Fermanı’ndan sonra, gazetenin de etkisiyle Osmanlı aydını, dönemin izin verdiği çerçevede, siyaset ve toplum meselelerine ilgi duymakta ve gazetelerde bu hususlarda yazılarıyla hem halka bilgi vermekte hem de okur kitlesini genişletmek amacıyla edebiyata başvurmaktaydı.

Entelijensiya, Avrupa romanlarının tercüme edilmesiyle halkın giderek artan ilgisini kendi fikirlerine çekmeye çabalıyordu; roman yayınlamak, özellikle orta sınıflar arasından, yeni okur kitlesi kazanmanın yollarından biriydi. Yani roman, fikirlerin popüleştirilmiş biçimde daha geniş kesimlere yayılmasını sağlayabilecek avantajlı bir araç sunabilirdi. Romanın didaktik bir vasıta olarak barındırdığı muazzam imkânlar, Tanzimat sonrası idealistler kuşağının idealizmi açısında son derece cazip bir tablo sunmaktaydı.

Türkiye’de bu cazibe o kadar güçlüydü ki, daha sonraki kuşaklardan birçok yazar da romana esas olarak toplumsal ve siyasal fikirler aşılamak amacıyla başvuracaktı. (Evin, 2005: 14)

Batı’da romanın ortaya çıkışındaki ana saiklerin biri de bireyin keşfi olduğunu ifade etmiştik. Batı romanında bireyin hayattaki davranışlarının karmaşıklığı romanda makes bulmaya başlamıştı. Bu durum, romanın diğer edebi türlerle karşılaştırıldığı zaman gerçek yaşama yanaştığının göstergesiydi. Ayrıca, Osmanlı edebiyatında romanın devletin Batı’ya yönünü döndüğü dönemde ortaya çıktığını ve Osmanlı yazarlarının roman yazmak için Batılı yazarlara öykündüklerini dile getirmiştik.

Burada bir sorunsal ile daha karşılaşmış bulunmaktayız. Batı’ya öykünen Osmanlı yazarları niçin, Batı’daki gibi bireyin gerçek yaşama daha da yaklaşan bir tutum olan kahraman yaratma yerine, gerçek hayatta rastlanılması zor olan ve kimi araştırmacıların roman dışı unsur olarak tanımladığı89 tip oluşturma yoluna gitmişlerdi? Romanın Osmanlı’daki macerasının fikri ve politik bir zeminde zuhur ettiğini söyleyen Murat Belge’nin açıklamaları sorumuza cevap verecek türdendir:

romanını ileri bir uygarlığın işareti, kendi edebiyatımızı ve özellikle anlatı türündeki yapıtlarımızı da geriliğin bir işareti sayarlar” (Moran, 2001: 9).

89 “Tip, doğal değil, yapmadır.” Tekin, Mehmet (2016-14. Basım), Roman Sanatı 1 -Romanın Unsurları - , İstanbul: Ötüken Yayınları. s. 114. Ve “Tip kendi dışında bir şeyi temsil eden roman kişisidir. Yani, roman dünyasının dışında kalan, dış dünyada mevcut bir kavramı ya da bir insan türünü temsil eden bir roman kişisidir.” Moran, Berna, 1982 “Romanda Tip Olgusu ve Tipin İşlevi Üzerine Yazarlarla Söyleşiler”, Söyl:

Zeynep Karabey, İstanbul: Yazko- Edebiyat, S.24, s.94 – 104

Bizde bir Batılılaşma öncesi doğu toplumundan kalan (ideolojisinden) bir ölçüde masalla falan bağlantılı olan ahlaki öykü diyebileceğimiz, bir hikâye çatısı var. Ahlakçı bir toplumuz, ama yüzeysel bir ahlakçılık bu. Bu ahlaki öykü yapısıyla bizdeki romancılar, romancı olarak ortaya çıktıkları andan itibaren politik tavır almış insanlardır. Doğrudan doğruya roman yazmakla politik tavır almışlar. […]. Onun için ahlaki öykü+politik allegori bizde romanın ekseni haline geliyor. Tipler de buna göre. Aslında her iki yapı da statik. Gerçek bir insan anlayışı yok. (1982: 105-106)

Belge iktibastaki açıklamasıyla geleneğin bir şekilde devam ettiğini, bununla beraber roman yazarlarının edebiyat dışı kimliklerinin roman üretiminde etkili olduğunu söylemektedir. Araştırmacılara göre romanlar, Osmanlı’da ilk çıktığı dönemlerde halkı eğiten, bilgilendiren, politik mesaj içeren veya bir düşünceyi açıkça savunan özellikleriyle dikkat çekmektedir. Bir taşıyıcı görevi yüklenmektedir kendisine. Batı’da modern toplum ve devlet yapılanmasında ortaya çıkan ve bu sebepten modernleşmenin bir edebi türü olarak temayüz eden roman, Osmanlı edebiyatında da Batılılaşma/modernleşme dönemlerinde ortaya çıkması, romanın Türk modernleşmesi için merkez bir edebi tür durumuna geldiğini gözler önüne serer.90

Roman özü itibariyle geleneğe olan karşıtlık üzerinden bir anlam dünyası kurgulamıştır. Burjuvanın öncülüğünde başlayan aydınlanma ve onun bir ideolojisi olan modernleşme Avrupa’nın yeni gerçekliği oldu. Burjuva, ulus söylemiyle imparatorlukları dağıtmasının akabinde ulus devlet sistemini kurmaya başlamaktaydı. Bir taraftan krallıkların dağılması diğer taraftan Kilise’nin anlamlandırdığı dünyanın çözülmesi Batı’da bireyin bir nevi tek başına kalmasına sebep oldu. Roman ise bütün bu tarihi, siyasal ve sosyal olayların ortasında, yeni olaylar dâhilindeki Avrupa’nın yeni gerçekliğini aksettiren, ismiyle müsemma olarak (novel) yeni bir edebi tür olarak neşet etmekteydi. Bu açıklamalardan sonra araştırmacıların tanımlamalarından hareketle; zuhur ettiği topraklarda romanı diğer edebi

90 Lewis’de romanın ve tiyatronun Türk modernleşmesinde başat unsurlarından biri olarak görmektedir. “ Ardından tercüme hareketi hızla gelişti. Uzun vadeli etkiler yaratan bir sonuç olarak tamamen yeni iki tür ortaya çıktı tiyatro ve roman. Bu tercümeler ve uyarlamalar Türk okurunun ve izleyicisinin Avrupai yöntemlerin ve adetlerin bazı niteliklerine aşinalık kazanmasına ve böylece bu adetlerin Türklere kabulü için önceden bir hazırlık yapılmasına yardım etti. Aksi takdirde bu nitelikler yadırganacaktı. Kitap okurlarının ve tiyatro izleyenlerinin sayısı kuşkusuz çok azdı, ancak Türkiye’nin bu başarılı devrimlerini gerçekleştirenler de bir avuç insandı.” (Lewis, 2015: 592)

Ayrıca Özdemir bu hususta şu açıklamayı yapar: Türk modernleşmesinin anlam arayışı, her şeyden önce edebiyat ve sanat üzerinde cereyan eden bir takım değişikliklerle kendini göstermiştir. Batılı tarzda yeni bir edebiyat ve sanat şiddetle arzulanır olmuştur (Özdemir, 2013: 48).

türlerden ayıran yapısını şu şekilde sıralayabiliriz: (a) Bireyin ayrıntılandırılarak keşfi, (b) yaşanılan hayatın daha gerçekçi bir yönüyle metne girmesi, (c) toplum yaşantısına ve gelenekselleşmiş zihniyete dolayımlayarak eleştiriler getirmesi ve (d) seküler bir düşünüşün tezahür ettiği alan olması.91

Modern romanın doğuşunu Don Kişot’tan başlatırsak (on yedinci yüzyılın başı) romanın Osmanlı edebiyatına gelmesi yaklaşık iki yüz elli yıl sonra, aynı Batı gibi toplumsal bir dönüşüm döneminin hemen başına denk gelmekteydi. Osmanlı’nın Batılılaşma çabalarının bir kültürel sonucu, yeni ve yabancı bir tür olarak edebiyata giren roman, modernleşme çabalarının da başat bir alanı oldu. Tanzimat aydınlarının fikirlerini benimsetmek ve geniş bir okur kitlesi kazanmak için bir yandan romanlar tercüme ederken bir yandan da kendileri Batı’ya öykünerek edebi bir üretime girişmekteydiler. Tanzimat aydınlarının bu tutumu daha sonraki kuşaklar için bir gelenek oluşturacaktı.

Görüleceği üzere roman, hem Batı’da hem de Osmanlı’da toplumsal dönüşümlerin kavşağında yeni bir edebi tür olarak belirmekteydi. 1923-38 yılları arasındaki devlet katındaki topyekün Batılı bir dönüşüm, romanın Türk edebiyatında ortaya çıkış sebepleriyle de düşünüldüğünde; sosyal, tarihi ve politik gelişmelerin görülebileceği/yorumlanabileceği edebiyatın ana türlerinden biri olarak temayüz etmektedir. Bunlarla birlikte romanın yapısında bulunan zaman, mekân, olay, olay örgüsü, şahıs kadrosu, fikir gibi unsurlar;

yazarlar için bir fikrin aktarılmasında diğer edebi türlere nazaran daha fazla fırsatlar oluşturmaktadır. Halktan sıradan insanların roman kişileriyle kendini benzeştirmesi, romanın ana anlatısının payandası konumunda bulunan alt anlatılarla farklı konulara değinebilişi, roman kişilerinin birbiriyle konuşması, giyimleri, düşünceleri, iç seslerini tezahür ettirmesi bakımından; yazarın her hangi bir konuyu estetize ederek hem fikirlerini okur kitleye aşılamasında hem de davranış biçimlerini telkin ederek bilinçli bir üretim yapmasında roman, önemli bir edebi tür olarak karşılarında durmaktaydı. Diğer bir deyişle roman eğlenceli bir vakit geçirme metasıdır ve yazar bunun farkındadır. Yazar ideolojilerini bir sanat formuna sokarak telkinlerle (zorlama yapmadan, istediği olayı, fikri, davranış tarzını, düşünme biçimini güzelleştirerek) anlatarak meçhul okuruna düşüncelerini

91 Bireyin keşfi ve romanın seküler yapısı hükümleri için Ian Wat’ın şu cümlesi kaynak olarak gösterilebilir.

“Romanın ortaya çıkması için bireylerarası toplumsal ilişkileri merkez alan bir dünya görüşü şarttır ve bu görüşün içerisinde bireycilik kadar sekülerleşme de vardır, çünkü birey on yedinci yüz yılın sonlarına kadar tümüyle özerk bir varlık olarak kavranmıyor, aksine anlamını ikinci kişilerden, seküler şablonu da Kilise ya da Krallık gibi geleneksel kavramlardan alan büyük bir resmin parçası olarak görülüyordu.” (Watt, 2007: 96)

benimsetmeye çalışır. Böylelikle roman sosyal ve siyasal dönüşümlerin başat bir edebi türü olarak temayüz eder.