• Sonuç bulunamadı

Enver-Talat-Cemal Paşalara ve İttihat Terakki’ye Karşı Yeni İnsanın Belirlenmesi Belirlenmesi

3. TÜRK ROMANINDA YENİ İNSAN (1923-1938)

3.1. Erken Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Yerleşik/Geleneksel İdari ve Dini Yapıların Ötekileştirilmesi Dini Yapıların Ötekileştirilmesi

3.1.1. İdari Yapının / İmparatorluk Kurumlarının Ötekileştirilmesi

3.1.1.3. Enver-Talat-Cemal Paşalara ve İttihat Terakki’ye Karşı Yeni İnsanın Belirlenmesi Belirlenmesi

on sekiz odalık, kendi kavlince vız geliyormuş. Konağın kadın kadrosu – boşananlar, azat edilenler başka- bu kadardır. (Ertem, 1935: 16)

1939 yılında CHP’den milletvekili olan Sadri Ertem romanını propagandist bir amaçla yazar. Ferhat Paşa’yı tasvir ettiği ilk cümlelerinde okura hemen iktibastaki cümlelerle anlatan yazar, konağı hep sefih, rezil, müsrif bir şekilde tasvir eder. Yazar romanın başka bir yerinde ise Ferhat Paşa’nın torunu olan Sacit’i yine oldukça olumsuz bir şekilde yansıtır. Küçük Bey Sacit, bir gün halayık Emsal’i isterim diye ısrarcı olur. Kalfa Hanım, halayık Emsal’in yanına gelir ve onu küçük beyin yanına göndermek ister. Emsal ise “ Ama benim ağzım abdestane mi? Küçük bey ağzıma abdest bozmak istiyor” (Ertem, 1935: 47) diye Sacit’in yanına gitmek istemez. Kalfa’nın kızmasına ve konaktan gidersin tehditlerine daha fazla dayanamaz ve isteği yerine getirilir. “ Paşacım üzülme diye ağzını bir kubur gibi açtı… Mamaafih gözleri yaşla dolu idi. Sacid’in yüzü bakılır gibi değildi… Ağzı iri, gözü şaşı…” (Ertem, 1935: 49). Yazar oldukça çirkin sahnelerle Osmanlı bürokrasisinde olan bir adamın konağını tasvir eder. Yazarın böyle bir anlatımın yapmasındaki amacı ise Osmanlı kurumlarını ve unvanlarını kötüleyerek onları itibarsızlaştırmak, bu yapının artık geçmişte kalması, yıkılması ve değişmesi gerektiğini vurgulamak diğer taraftan da yeni kurulan idari yapının ve onun öncelediği paradigmaların meşruluğunu okur zihnine yerleştirmek olduğu açıkça görülmektedir.

3.1.1.3. Enver-Talat-Cemal Paşalara ve İttihat Terakki’ye Karşı Yeni İnsanın

gösterir. Sakarya Meydan muharebelerinin kesin zaferle sonuçlanana kadar Enver Paşa’da Batum’da bekledi ve Anadolu’nun hal ve şartları için burada bir takım toplantılar yaptı.

1913-18 yılları arasında İttihat Terakki’yi dolayısıyla da İmparatorluğu yöneten Enver Paşa, yeni kurulan mecliste kimi vekillerce aranan isimdi. Bu sebepten dolayı, Ankara’da kurulan meclis içerisinde İttihatçılar ile bir uyuşmazlık vardı (Berkes, 2012: 490-491-492). Berkes, ilk mecliste İttihat ve Terakki mensuplarının oldukça etkin bir vaziyette olduğunu da belirtir.

“Bugün artık biliyoruz ki Meclis içinde ve dışında Enver Paşa’yı iktidara getirme işine koyulmuş geniş bir ittihatçı komplosu vardı.” (Berkes, 2012: 489).

Kurucu kadronun hissiyatını ve düşüncelerini paylaşan yazarlar da romanlarında Enver Paşa başta olmak üzere, Cemal Paşa ve Talat Paşa’ya da olumsuz bir tavır takınmışlardır. Çünkü CHP kadroları bir bakıma İTC kadrolarının devamıydı ve bu kadrolar Enver Paşa’yı başlarında görmek isteyebilirlerdi. Modern Türkiye’nin Tarihi eserinin yazarı olan Zürcher, CHP kadrolarının bir bakıma İTC kadrolarının devamı olduğu hususunda şu açıklamaları yapmaktadır:

“1890'larda etkinleşmeye başlayan Jön Türkler, modern eğitim görmüş bürokrat ve subaylardan oluşan bir topluluktu ve devlet ve toplumu pozitivist ve gittikçe artan milliyetçi düşüncelere göre modernleştirmek ve güçlendirmek için 1908 Meşrutiyet Devrimi'ni düzenlemişlerdi. […] 1908-1950 yılları […], imparatorluğun 1918'de dağılmasına ve 1923'te Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulmuş olmasına rağmen, siyasal, ideolojik ve ekonomik açıdan çok fazla bir devamlılık olduğu inancını yansıtmaktadır.” (Zürcher, 2000: 15)

Mustafa Kemal, 14 Nisan 1923’te Anadolu Ajansı muhabirine verdiği demeçte aynı konuda şunları söylemekteydi:

Vaktiyle birçoğumuz o cemiyetin [İttihat ve Terakki’nin] kurucusu ve üyesi bulunuyorduk. Son kongresi karariyle tarihe intikal eden bu cemiyetin mensuplarıyla, bilâhare teşekkül eden Teceddüt Fırkası mensuplarının hepsi büyük milletimizin yüce azminden doğan Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetine iştirak veya iltihak etmiş ve bu cemiyetin programını kabul etmiştir.” (Selek, 1987: 743)

Mustafa Kemal, İttihat ve Terakki’nin örgüt olarak hukuken tarihe karıştığını fakat faaliyet olarak farklı (Teceddüd Fırkası ve Anadolu ve Rumeli Müdafaaa-i Hukuk Cemiyetleri gibi…) yapılarda çalışmalarını sürdürdüklerini çok açık bir şekilde belirtmektedir. “Müdafaa-i Hukuk örgütlerinin esas itibariyle İT'lilerce oluşturulduğunu

biliyoruz. […]. Böylece İT zaman içinde CHP’ye dönüşmüş oldu.” (Akşin, 1980: 311-312 ) Anadolu ve Rumeli Müdafa-i Hukuk cemiyetleri de zaten Cumhuriyet Halk Partisi’nin kadro temellerini oluşturduğu hususunda Zürcher de şunları eklemektedir.

"Jön Türkler”in iktidarı zamanında Türkiye, aynı siyasal dönemden iki kez geçmişti; önce İttihat ve Terakki Cemiyeti yönetiminde (1908'den 1918'e kadar) ve sonra da "Kemalist"' Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti ile onun yerini alan Cumhuriyet Halk Partisi yönetimi zamanında.157” (Zürcher, 2000: 15-16)

Fakat artık İTC’den farklı bir yapı ve kadroyla yeni bir hükümet ve devlet yapılanması inşa edilmekteydi. İTC dönemini özleyenler, o dönemde yapılanları – her ne kadar imparatorluğun dağılan zamanında iktidar olsa da- makul görenler ve isteyenler olabilirdi. Bu sebeplerden dolayı iktidara yakın dönem yazarlarınca İTC ve özellikle üç lideri eleştiriye uğramaktaydılar.

1938 yılında basılan Mithat Cemal’in Üç İstanbul adlı eserinin roman başkişisi İttihatçı Adnan, İstiklal Savaşı ve mütareke dönemlerinde Ankara’dan davet ve vekillik beklemektedir. Çocukluğunda Adnan’ın edebiyatını sevdiği için hasta olduğu günlerde kendisine kalpaklı bir misafir gelir: … vekili M. E. Bey. Adnan bu kalpaklı misafirin kendisini Ankara’ya davet etmeyeceğini anlayınca Ankara’ya kızar ve haykırır: “Bu millet sizden, bir gün, hesap soracaktır Beyefendi! […]. Şu hesabı ki memlekete yardım etmek isteyen arkadaşları Ankara’ya sokmadınız; ne Enver’i çağırdınız, ne Cemal’i” (Kuntay, 2010: 657). Misafir vekil Adnan’ın hasta olduğunu görerek cevap vermemek ister ama artık dayanamaz:

Doğru söylüyorsunuz. Memleket bizden hesap soracak. Ama bu sizin dediğiniz hesap değil; başka hesap. […]. Malum-ı âliniz çiftlik sahibi koyunları çobana otlatsın diye emanet eder. Çoban koyunları bir gün kurda kaptırır. Fakat kurttan kurtaramadığı koyunların pöstekisinden bir kanlı parça olsun kurdun ağzından kapar, sahibine getirir; sürünün kazaya

157 Zürcher aynı zamanda her iki dönemde (İTC ve CHP) de çoğulcu safhadan tek parti safhasına geçiş olduğunu kaydetmiştir. “İçinden geçilen dönem her seferinde, liberal ve çoğulcu bir aşama ile (1908-1913 ve 1919-1925), bunu izleyen, içinde etkin bir tek parti sisteminin, siyasal, ekonomik ve kültürel milliyetçiliğin ve modernleştirmeye ve laikleştirmeye yönelik reformların bir arada bulunduğu otoriter bir baskı aşamasından oluşuyordu (1913-1918 ve 1925-1950). (Erik Jan Zürcher, Modern Türkiye’nin Tarihi, Çeviren: Yasemin Soner Gönen, İstanbul: İletişim Yayınları, 7. Baskı, 2000: s. 15-16)

uğradığını bununla ispat eder. Biz de sizin elinize bir vatan emanet ettik Beyefendi! Fakat üç kıtalı vatan haritasından, bize, siz, bu kanlı pösteki kadar bir parça olsun geri getiremediniz. Biz size bunun hesabını yine sormadık.

‘Bu hesabı niçin sormadınız’ diye bu millet yarın bizden hesap isteyecek. İşte bizden sorulacak hesap budur Beyefendi. (Kuntay, 2010: 658).

Bu sözler üzerine kalpaklı misafir Adnan’ın ısrarlarına rağmen konağı terk eder.

1934 yılında basılan Burhan Cahit Morkaya’nın ‘Dünkülerin Romanı’ adlı eserinde yazar, Ahmet Reşit ve gazeteci arkadaşları üzerinden ve onların gözlemlerinden iktidar düşüncesinin savunduğu tezleri romanına yansıtır. Romanın ana olay zamanı II.

Meşrutiyet’ten hemen sonra başlayıp milli mücadele döneminin başlarına kadar gelir. Yazar bu romanda İttihat ve Terakki’nin kendince hatalarından bahseder. Romanın başında hemen kabinedeki bir bakanın istifası dolayısıyla haber almak isteyen genç gazeteci Ahmet Reşit’i Talat Paşa kabul eder ve konuyla ilgili olarak gazete patronuna şu iki cümleyi yazar ve Ahmet Reşit’i gönderir: “ Azizim, herif atladı işte, pek karıştırma. Yalnız bir koltukla.”

(Morkaya, 1934: 6). Yazar Ahmet Reşit için hazırladığı bu vaka karşısında karakterini şu şekilde düşündürür: “ Genç adam bu laüballiğe hayret etmişti. Vakıa Talat Paşa babacan bir adamdı. Hususi halinde herkesle olduğu gibi konuşurdu. Fakat böyle bir siyasi meselede bir devlet adamından beklenen temkini de göstermiyordu.” (Morkaya, 1934: 7).

Gazetecilerin Paris’teki Ahmet Reşit’e yazmış oldukları mektupların kurgusu, genellikle Batılı olmanın gerekliliği ve İttihat Terakki’yi eleştiri için oluşturulmuştur. Bu yaklaşım yazar tarafından romanın bütününe sirayet ettirilmiştir.

Roman 1934 yılında yazıldığından dolayı, metnin ana olay zamanı II. Meşrutiyet’ten Milli Mücadele’ye geçen tarihi içermesine rağmen söz konusu dönem için eleştiriler ve eksikliklere vurgulanarak, Cumhuriyet dönemi yapılan inkılapları da haklılık kazandırma yoluna gidilmiştir. Yazarın romanda oluşturduğu genç gazetecilerle ideolojilerini meçhul okura sunduğunu söylemiştik. Genç gazeteci Cemil Hakkı, romanın başkişisi olan ve Paris’te ilim tahsiline giden Ahmet Reşit’e İstanbul’dan mektup yazarak arkadaşını siyasi ve memleket konularında bilgilendirmektedir. Cemil Hakkı, İttihat Terakki’ye üye olmasını isteyen bir İttihatçıyla arasında geçen diyaloğu mektubuna taşır. Yapacağımız iktibas bir taraftan İttihat ve Terakki’ye eleştiriler getirirken diğer taraftan metin 1934’te yazıldığı için Cumhuriyet inkılaplarını meşrulaştırmaktadır.

Türk için bir mektep mi açıldı, Türkü, tarihe, maziye hurafelere saplayıp bırakan bağlardan bir teki olsun koparıldı mı? […]. Bana kalırsa ihvan diye

cemiyet şubelerine doldurduğunuz bu hacılar, hocalar, imamlar, softalar topyekûn, inkılap kavramış uyanık bir Türk gencinin yanında siyasi kıymet ifade etmeyen bir kalabalıktır. (Morkaya, 1934: 66).

Yazar bu bahsi uzatır. Alıntıdaki ilk cümleye bakıldığında ve yazarın metninin 1934 yılında yazıldığı dikkat-i nazara alındığında medreselerin kapatılmasına bir meşruiyet sağlandığı görülmektedir. Yeni kurulan devlet yönetiminde hacı, hoca, imam gibi dinsel bir mahiyeti bildiren niteliklere/isimlere soğuk bakıldığı açıktır. Yazar bu söylemleri kullanıp İttihat ve Terakki yönetimine eleştiriler getirirken diğer taraftan dönemin üst-politik havasını da metnine aksettirir. İktidarın politik toplumsal şekillendirmesine romanını aracı kılar ve meçhul/muhayyel okurun da bu şekilde düşünmesini telkin eder.

Dünkülerin Romanın’da Talat, Enver ve Cemal Paşa sürekli yerilir: “ Talat Paşa bile öyle yağ bağladı ki eritmek için iki doktor akşamlı sabahlı masaj yapıyorlar.” (Morkaya, 1934: 95). Enver Paşa ise hemen bütün romanlarda alaya alınır:“ Sen bizde garabet mi ararsın. Enver Bey damat olmak için Paşa oldu. Bu da kafi gelmedi. Ahmet Efendi ismindeki babacığını da paşa yapmak lazım geldi. Rütbe nişan kıtlığı mı var?” (Morkaya, 1934: 96).

1929 yılında yayımlanan Mehmet Rauf’un Milli Mücadele dönemini konu alan Halas romanında da Enver, Talat ve arkadaşları hükümeti bırakıp kaçmakla suçlanırlar.

Romanın başkişisi Nihat eski İttihatçı bir vatanperverdir. Nihat’ın arkadaşı ve yazar olarak tanıtılan Kemal Mümtaz ise İzmir’in işgalinden sonra kurtuluşu hususunda ümitsiz olan bir roman kişisidir. Yazar Kemal Mümtaz’ı şöyle tanıtır okura:

Kemal Mümtaz hararetli bir vatanperver tanılırdı. Gazetenin yazdığı makaleler hep vatan aşkı ile, milli duygu ile taşmış bulunurdu. Hatta birkaç gün evvel Enver, Talat ve arkadaşları, hükümeti bırakıp kaçtıkları vakit

‘Uğurlar olsun paşalar fakat nereye’ diye yazdığı makale İzmir’de pek zevkle okunmuş ve büyük bir galeyanı mucip olmuştu. (Rauf, 1929: 24)

Yazarın Kemal Mümtaz’ı okura tanıttığı cümlelerinde çok açık olarak İttihat ve Terakki önderleri kaçmakla suçlanır. Mezkûr romanın başka bir yerinde ise Enver Paşa hırsızlıkla itham edilir. Türkçü olan Nihat Türklüğü en çok kendilerinin mahvettiğini söylerken Enver Paşa’yı da eleştirmeyi ihmal etmez.

Zavallı Türklük içeriden, dışarıdan hep vahşî, yırtıcı, düşmanlar arasında kalmıştı. Düşmanlarımız yalnız İngilizler, Ermeniler, Rumlar değildi. Her şeyden evvel düşmanlığı kendimiz kendimize yapıyorduk. […]. Hepimiz, her vakit her devirde, istibdatta olduğu gibi meşrutiyette de yalnız mel’un

nefsimizi düşünerek, yalnız şahsî selametimizi göz önünde tutarak, etrafımızda yapılan şenaatleri ve rezaletleri kabul eder ve ‘aman bize bir şey olmasın’ diye istibdadın alçaklığına ve irtikabına sükut ve tahammül ettiğimiz gibi Enver Paşa’nın hırsızlıklarına ve sui istimallerine de göz yumardık.

(Rauf, 1929: 76-77 )

İktibasta görüldüğü üzere yazar Türklüğü kendilerinin yıprattığını söyleyip bir benlik inşası yaparken diğer taraftan Sultan II. Abdülhamit ve Enver Paşa dönemlerine göndermeler yaparak dönemin politik havasına uygun olarak yine bir ötekileştirme de gerçekleştirir.

1930 yılında yayımlanan Etem İzzet Benice’nin Aşk Güneşi romanının olay zamanı I. Dünya Savaşı ve Milli Mücadele dönemleridir. Yazar, I. Dünya Savaşı sırasında Arap topraklarında açlıktan telef olan askerler tasvirini yapar bir bölümde. Askerler kendi arasında konuşurken ve açlıklarından yakınırken Enver Paşa’nın da bıldırcın eti ile beslendiğini söylerler.

Aha Enver Paşa bıldırcın etiyle kendini besliyormuş. Düşünür mü ki Osman’la İshak burada yedi gündür bir arpa tanesi bile görmediler. Öleceğiz be İshak çavuş öleceğiz. Hem de aç beygirler gibi böğüre böğüre öleceğiz.

(Benice, 1930:102).

Yazar yukarıdaki anlatısında Osmanlı askerlerinin niçin Arap çöllerinde heder olduğunu sorgular ve bu vakayı okurun zihninde canlandırmak için tasvirlerle kurgusuna dâhil eder. Fakat Enver Paşa’ya olan olumsuz tutumunu da bir şekilde bilinçli bir eylemle metnine yansıtır.

Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın 1925 yılında yayımlanan Ben Deli miyim? romanında, anlatının iki başkişisinden biri olan Nuri çapkınlık yapmak için âşık olduğu evli Revan Hanım’ın konağına bir gece gizlice girer. Konağın koridorlarında ne tarafa gitmesine karar vermesi için iki iç sesini konuşturur. Nuri söz konusu iki iç sesini ‘Yobaz Hoca’nın tarifine göre’(Gürpınar, 1925: 178) rahmani ve şeytani olarak ikiye ayırır. Nuri kendisinin uzun zamanda beri şeytana uyuduğundan dolayı şeytanın verdiği ilhamla yoluna karar verir. Bu arada yazar ürettiği roman kişisine şeytandan bahis açar. “ Şeytan herkesin zan ettiği kadar hain bir muğfil (aldatan, yoldan çıkaran) değildir. Yalnız hilkate, âlemin suret idaresine (yönetim şekline) muhaliftir. Allah’a karşı bu muteriz (itiraz eden) kuvveti nereden buluyor?

158 (Gürpınar, 1925: 178). Yazar söz konusu anlatısını İttihat ve Terakki’ye getirir ve şeytanın varlığı üzerinden başlattığı düşüncelerini İttihat ve Terakki eleştirisine bağlar. “

158 ‘Günümüz Türkçesi aktarımları bize aittir’.

Eğer merkum (adı geçen) bu muhalefeti İttihat ve Terakki’ye karşı olaydı şimdiye kadar belasını bulurdu. Onlarla hoş geçindi. Çünkü kendi telkinatına hiç lüzum görmedi.”

(Gürpınar, 1925: 178). Yazar romanın başkişilerinden biri olarak tasarladığı Nuri’yi anlatısının heyecanlı bir olay örgüsünde (Nuri konakta âşık olduğu evli kadının odasını ararken yakalanmamaya çalışırken), şeytanın İttihat ve Terakki ile bir nevi işbirliği yaptığından bahseder. Yazarın böyle bir anlatı yapmasının sebebi, sözü bir şekilde İttihat ve Terakki eleştirisine getirmesinden kaynaklanmaktadır.

1927 yılında milliyet gazetesinde tefrika edilen ve aynı yıl tabedilen Yakup Kadri’nin Hüküm Gecesi romanı İttihat ve Terakki yıllarını konu edinir ve olaylar, düşünceler Nidayı Hakikat gazetesi başmuharriri Ahmet Kerim’in bakış açısıyla yansıtılır. Ahmet Kerim düşünce itibariyle ne İTC tarafında ne de o dönemde muhalefette yer alan ve liberal tavır takınan Hürriyet ve İtilaf Partisi tarafında idi. Ahmet Kerim’in yazar tarafından çizilen bu politik duruşu tam da 1927 iktidar görüşüne uygun bir tavırdır. Ahmet Kerim her iki fırkaya da muhalif bir duruş sergilemekle hakikat için zenginlikten, ikbalden, menfaatten geçtiğini belirttikten sonra İTC ve Hürriyet ve İtilaf Partisi için de ilk olarak şu hükümde bulunur:

İnsana ikbal, saadet ve servet sağlayan kuvvetlerin hepsi de öbür tarafta idi.

Ve hep öbür tarafta kalacaktı. Çünkü İttihat ve Terakki, bütün o kaba ve vahşi sertliğine karşı memlekette tek kudreti temsil ediyordu. Muhalefet ise olumsuz ve inkârcı anlayışların hastalıklı bir görünüşünden ibaretti.”

(Karaosmanoğlu, 2004: 13).

Romanda birçok kez, hem İttihat ve Terakki’ye hem de Hürriyet ve İtilaf Partisi’ne muhalif bakış açısı yanına Sultan II. Abdülhamit’i de alarak diyolojik öze konu edinilir (Karaosmanoğlu, 2004: 182). Romanın başkişisi olan gazeteci Ahmet Kerim’e İTC iktidarınca “bir hafta içinde üç tehdit mektubu gelmiş[ti]” (Karaosmanoğlu, 2004: 54).

Hüküm gecesi romanının genel atmosferi de zaten İTC’nin zorba, gayr-i meşruluklar, tehditler, kötü yönetim, suikast gibi kelimelerle anlatılmasıyla olaylar zincirinin oluşmasından müteşekkildir. Ahmet Kerim’in yakın arkadaşı ve meslektaşı olan Ahmet Rasim ise muhalif tutumu sebebiyle başından vurularak faili meçhul bir cinayete kurban gider. Bu ölüm faili meçhuldür ama azmettiricisi malumdur: İttihat ve Terakki (Karaosmanoğlu, 2004: 69-81). Bu cinayetten sonra da Ahmet Kerim’in muhalif bir tutumla yazdığı gazete Nidayı Hakikat kapatılır.

Dün akşam, bir fırıncı dükkânının önünde patlayan tek kurşun bütün bu orduyu ve her birini bir yana kaçırmıştı. Ahmet Kerim, hiç değilse

muhalefetin bu bozgunundan halka haber vermek, hiç değilse bu çevredeki misli görülmemiş korkaklık havasından şikâyet etmek ve hürriyeti kendi pahasına uğruna zorla almasını bilmeyen milletlerin hürriyete layık olmadıkları gerçeğini bir kere daha en gür sesiyle bu ikiyüzlü, vefasız halkın yüzüne çarptıktan sonra artık sonuna kadar susmak istiyordu. Yazık ki, Ahmet Kerim, bu son dileği de gerçekleşmeden önce susmak zorunda kalmıştı.

Çünkü, bu hengame arasında bir de Nidayı Hakikat gazetesinin kapatılması hadisesi olmuştu. (Karaosmanoğlu, 2004: 80).

Ahmet Kerim romanın sonunda ise Babı-ı Ali baskını neticesinde Sinop’a sürülür (Karaosmanoğlu, 2004: 312). Karaosmanoğlu romanını ideolojisinin aracı haline getirmiştir.

Başka bir deyişle, ideolojisini estetize ederek edebi tür tarzında eser üretmiş ve edebi metnini okura/kalabalıklara ulaşmada aracı haline getirmiştir.

3.1.1.4. Yeni İnsanın II. Abdülhamit’e Karşı Bakış Açısının Oluşturulması Dönem romanlarında dikkat çeken bir diğer husus da Sultan II. Abdülhamit’e takınılan tavırdır. Dönem romanlarında zikrolunan padişaha yönelik bu olumsuz tutum yine iktidar ideolojisinin tarih bakış açısıyla örtüşmektedir. Mithat Cemal Kuntay’ın 1938’de yayımladığı Üç İstanbul adlı eserinde Maliye Nazırı’nın dostu olarak tasvir edilen Dağıstanlı Hoca, Sultan II. Abdülhamit’ten ‘Kanbur Mahmut’un torunu’ ve ‘Deli İbrahim’in torunu’

diyerek bahseder (Kuntay, 2010: 49). Kuntay, Maliye Nazırı’nı ise şu cümlelerle tanıtır:

“Maliye Nazırı, Abdülhamit’in vükelasından olduğu halde namusludur.” (Kuntay, 2010:

49). Farklı bir deyişle yazar Sultan II. Abdülhamit dönemi devlet ricalini genelde namuslu değildire getirir. Kuntay zikrolunan bu tek romanında Sultan II. Abdülhamit’in II.

Meşrutiyeti kabul etmesi mecburiyetinden hemen sonra Sultanı şu şekilde tasvir eder.

Yıldız dağının tepesinde kızıl ve kara sakalı yere sürünerek eğilen adam kadit avuçlarıyla beldenin sokaklarına balya balya karanlık yuvarlıyor.[…]. İkinci Abdülhamit’in gözleri gecenin karanlığına karışarak 33 senenin dibinden 10 Temmuz’a bakıyor. (Kuntay, 2010: 362).

Burhan Cahit Morkaya’nın Dünkülerin Romanı’nda da II. Abdülhamit’e kötücül bir nazar her zaman vardır. Morkaya genç gazeteciler üzerinden ideolojisini yansıtır. Roman İttihat ve Terakki dönemini ana olay zamanı seçtiği için ağırlıklı siyasal eleştiri noktası Talat, Enver, Cemal üçlüsüdür. Fakat yazarın düşüncesinin aracısı olarak romanda var olan genç

gazeteciler II. Abdülhamit’i suçlamayı da ihmal etmezler. Çalıştığı gazeteye Anadolu notları hazırlayan Cemil Hakkı, Paris’te yaşayan arkadaşı Ahmet Reşit’e yazdığı mektupta memleketin kötü ahvalinden bahsedip İttihat ve Terakki’yi eleştirirken II. Abdülhamit’e de göndermelerde bulunmaktadır. “ Abdülhamid’in sokakta adam vuran serserilere mirimiran diye verdiği paşalık gibi bir rütbe de Ahmet Efendi’ye verildi. Sarayları dolduran sürü sürü sultanlardan biri Ahmet Paşazade Enver Beye Paşa’ya verildi.” (Morkaya, 1934: 96).

Etem İzzet Benice’nin aşk romanı olan Beş Hasta Var anlatısında zenginliğinden dolayı Mısırlı Abuk Paşa’ya verilir. Mısırlı Abuk Paşa’da Belkıys’ın Cahid ile olan aşkını/ilişkisini bilmesine rağmen kendisinden yirmi sekiz yaş küçük olan Belkıys’ı zorla nikahına alır. Belkıys bu vaka karşısında düşüncelerini sıralar. “ Adını almak bir gönülü de satın almak için kâfi midir? Eğer Paşa böyle zannediyorsa budalalık ediyor! Belkıys’ı satın almak Sultan Hamit’ten paşalık almaya benzemez efendi” (Benice, 1932: 81). Yazar bir aşk romanı kurgulamasına rağmen olay örgülerini tasarlarken ideolojik bir merkezden yola çıkar. Farklı bir deyişle okura ideolojik mesaj vermekten kendini alıkoymaz. Mezkûr iktibasta da yazar bir gönül ilişkisini ürettiği roman başkişisi Belkıys’ın gözünden verirken II. Abdülhamit’e de eleştiri getirir. Böylece metnini meçhul okura yönelik ideolojik bir kodlama aracı haline getirir.

Aka Gündüz’ün 1928 yılında yayımlanan Tank Tango romanında Sultan II.

Abdülhamit olumsuzlanan bir tasvirle metinde yer almaktadır. Yazar, sarayda yaşayan bir paşanın kızına, II. Abdülhamit hakkında şu cümleleri sarf ettirir.

Cennetmekan Abdülhamit Han Hazretleri annemi huzuruna ilk defa kabul ettiği zaman şehadet parmağını koca burnuna sokarak on dakika içini karıştırmış ve dört defa ‘yamanmış be’ demiş. Merhume validem, yabancı diyardan gelen bir kadın misafire karşı bu muameleye kızacakken, bilakis bu hareketin kendi güzelliğini takdir etmek için olduğunu anlayacak kadar feraset göstermiş de ‘iltifatınıza arz-ı şükran ederim şevketmeab’ diye cevap vererek Abdülhamit Hanı’ın güzel kadınları bu suretle takdir ettiğine vakıf olduğunu ispat etmiş. (Gündüz, 1928: 193)

Yazar Osmanlı sultanlarını ve ricalini kötülemek için bir daveti romanın olay zincirine dâhil eder. Burada şehzadeleri kadın düşkünü olarak çizdikten sonra sözü II.

Abdülhamit’e getirerek okura gerçeklik hissi vermek için yukarıdaki açıklamayı sarayda yaşayan bir paşa kızına yaptırır. Yazar bilinçli olarak geçmişte kalan ama sürekli olarak kalmasını istediği tarihi şahsiyetleri/ünvanları/yapıları mütemadiyen kötücül halde

göstermek suretiyle, metnini iktidar ideolojisiyle uyumlu bir şekilde üretir. Metnin devamında ise yazar, Sefir Paşa’nın kızına büyük babası için de şöyle dedirtir: “ Büyük babamda böyle bir sosyetede nefis bir kadına karşı ‘vay canına!’ diyerek apışlarını kaşırdı.

Bütün bunlar tarihe geçmiştir.” (Gündüz, 1928: 193). Yazar bu parçaları ironik bir tutumla oluşturur. İktibastaki anlatıları yapan Sefir Paşa’nın kızı bunları büyük insanların iltifatları şeklinde anlaşılması gerektiğini savunur. Yazar yaptığı bu anlatıyla, Osmanlı sultanlarını ve ricalini kötülemek için olay örgüsünü kurgular ve hiçbir katkı vermediği halde metnine dâhil eder. Çünkü bu tür metinlerin üretiminde önemli olan estetik kaygıdan ziyade ideolojik özün dolayımlama ile okura telkin edilmesidir.

1923-38 yılları arasında yayımlanan ve incelediğimiz romanlarda Osmanlı idari yapısının, sultanlarının, bürokrasisinin mütemadiyen ötekileştirilmesi yapıldığı görülür. Bu ötekileştirme, zikrolunan tarihler arasında egemenliğine meşruiyet sağlamak ve tahkim etmek için devlet katındaki iktidar ideolojisinin romanlardaki yansımasıdır. Yazarlarda böyle bir ideolojik özü, metinlerinde meşrulaştıracak şekilde olay örgülerini kurgular ve kitle iletişim araçlarının yokluğunda edebi metin tarzında yapmış olduğu üretimle meçhul okurlara/bireylere bu hususta bir bilinç kodlaması yapar. Bireylerin zihnine yapılan bu kodlama ise; İmparatorluğun çöküşünün kaçınılmaz olduğu ve Batılı/Modern temellerle ulus devlet yapılanmasının gerekliliği, romanlarda dolayımlanarak ideolojik özün aktarılmasıdır.