• Sonuç bulunamadı

Aydınlanma Öncesi Avrupa’ya Genel Bir Bakış

2. BATI’NIN BÜYÜK DÖNÜŞÜMÜ VE MODERN BATI’NIN OSMANLI AYDININA ETKİSİ OSMANLI AYDININA ETKİSİ

2.1. Batı’nın Büyük Dönüşümü (Aydınlanma, Modern Batı Kültürünün Oluşumu ve Edebiyatın İşlevi) Oluşumu ve Edebiyatın İşlevi)

2.1.1. Aydınlanma Öncesi Avrupa’ya Genel Bir Bakış

Aydınlanma’nın ne olduğunu tanımlamaya çalışmaktan önce nasıl bir ortamda zuhur ettiğini göstermek, Avrupalı münevverlerin Aydınlanma’yı oluşturan etkilere, niçin hayati bir şekilde sarıldıklarını anlamak açısından önemli olduğunu düşünmekteyiz. Batılı aydınların tümel bir eleştiri getirdikleri dünyaya kısaca bakmak, Avrupa’nın dönüşümünü daha iyi idrak etme özelinde kanaatimizce bize iyi bir izlek sunacaktır.

Avrupa toplumu, genelde on dokuzuncu yüzyıla kadar, Krallıklar, soylular, Kilise/Ruhban Sınıfı, Kentli orta sınıf (doktor, eczacı, hukukçu gibi bazı meslek gurupları ile tüccarlar ve zanaatkârlardan oluşan bir küme) ve halktan oluşan toplumsal bir katmanlaşma içerisindeydi. Bu sınıfsal adlandırmalar, Im Hof’un Avrupa’da Aydınlanma eserinde üzerinde durduğu Aydınlanma’nın arka planını oluşturan ögeler olarak sıralanmaktadır.

On sekizinci yüzyılda Avrupa’nın siyasi yönetim şekline genel itibariyle göz atıldığında her yerde irili ufaklı ‘taçların hâkimiyeti’ görülmektedir. Şöyle ki günümüz Fransa, Almanya, İtalya, Çek Cumhuriyeti ülkelerin sınırlarında birden çok prenslik veya krallık vardı.47 Im Hof, bu hususta şunları söylemektedir:

İki ülkede, Almanya ve İtalya'da, prenslikler çoğunluğu oluşmuştu. Bu çoğunluk özellikle Almanya' da hemen hemen sınırsızdı. […] Buna karşılık Kutsal Roma - Germen İmparatorluğu’ysa 250 prenslik sayıyordu:

İmparatorun, Prusya Kralı'nın ve Saksonya, Hannover ve Bavyera elektör prensliklerinin yanı sıra bağımsızlık isteyen ve bütçe, saray, avlar vb.

üzerinde hak sahibi olan prenslik başpiskoposlarının ve prenslik başrahiplerinin dışında burada düklerin, sınır beylerinin, imparator temsilcisi şövalyelerin, prenslerin ve kontların her çeşidi vardı. (Hof, 1995: 25)

Krallıkların egemenlik kaynağının Tanrı’dan geldiğine dair bir inanç vardır.

“Tanrı’nın yeryüzündeki çıkarlarını korumak için onun yeryüzündeki temsilcisi ve sonunda Eski Roma İmparatoru’nun mirasçısı olarak krallar hep buradaydılar.” (Hof, 1995: 19).

Krallıklar veya Prenslikler’deki hükümdarların çoğu, kent merkezinden (yani halktan)

47 Söz konusu dönem için, günümüz İtalya’sında bulunan Napoli, Sicilya ve Sardunya Krallıkları, yine günümüz Fransa sınırları içerisinde yer alan Bergonya Krallığı, Almanya’da zaten birçok krallıklar, Çek Cumhuriyeti sınırları içerisinde Bohemya Krallığı örnek olarak gösterilebilir.

uzakta, ihtişamlı bir hayat içerisinde, kendilerine geleneğin bahşetmiş olduğu halkın bağlılığından şüphe duymayarak “Tanrı’nın yerine geçerek ve sadece O’na karşı sorumlu olarak yaşıyorlardı” (Hof, 1995: 23)

Avrupa toplumunda Krallardan sonra ilk sınıfı oluşturanlar soylular/aristokrasiydi.

Soylu olarak adlandırılan ailelerin çoğu şatoya sahip, belli bir grup insana çiftliklerinde çalışmalarına karşılık hamilik yapan, askeriyede genelde subay konumunda bulunan, kayıtlı saray unvanları olan, yerel yönetimde nüfuzlu rolleri mevcut, ellerinin altındaki köylerinden vergilerini alan, sanat ve kültür konularını da hesaba katan bir konumdaydılar. Prensliklerin çoğunu yüksek soylulardan sayılması doğaldır. Zaten Kraliyetin soyundan gelmekteydiler ve bu sebepten kendilerini Krallar gibi görmektedirler “çünkü soyağaçlarında hep krallık mensubu prens ve prensesler görünüyordu. Sahip oldukları birçok mülk, kayıtlı saray unvanları, ayrıca Katolik devletlerdeki piskoposluk payesi sosyal konumu garanti altına alıyordu.” (Hof, 1995: 33)

Kilise veya Ruhban sınıfı, Avrupa’da inanış ve yaşayış tarzını belirleyen asal bir kurumdu. Hem resmî hem kamusal bütün fenomenlerin temelinde, Kilise düşünüş tarzının tezahürleri bulunmaktaydı. Kilise’nin yorumladığı dini itikada inanış; Batı’daki kalabalıklar için, modern anlamda milliyetçilik akımları başlayana kadar, Avrupa’daki üst bir bağlılık oluşturan ana kimlikti. Sanatsal, kültürel ve mimari faaliyetlerin ana membaı yine Kilise idi.

Jhon Nef bu hususta şu açıklamayı yapar. “ O zamanların sanatı esas itibariyle laik değil, fakat dini idi ve bu yüzden manastır hayatı gibi sanat da dünyadaki Tanrı sitesinin bir parçasını teşkil ediyordu.” (Nef, 1980: 153).

Gücü ve bilgiyi elinde bulunduran Kilise ve bünyesindeki din adamları, tüm bir Avrupa’nın bütün bir dünyasına sirayet etmiştir. Roma’nın eşitsiz kast sistemine karşı çıkarak yayılan Hristiyanlık zamanla bütün bir Avrupa’ya yayılmıştı. Roma etkisini yitirince de, Kilise gücünün etkisi altına girmişti. Fakat Kilise, Roma’nın idari yapısını benimsedi ve başlangıçta karşı çıktığı eşitsizlikçi tutumu bir tarafıyla devam ettirdi.

Roma’nın içinde bulunduğu çöküntü ile birlikte devlet kurumları kilise otoritesinin kontrolü altına girmeye başlamış, zamanla bu örgütsel yapı kilise tarafından benimsenmiştir. Böylece imparatorluğun tahtına kilise ve din adamları oturmuştur. Papa, Roma imparatorunun yerine oturduğu gibi, Roma’nın idari teşkilatı, kilise tarafından benimsenerek, devlet hiyerarşisi kilise hiyerarşisine dönüşmüştür. (Akgül, 2002: 34)

Kilise sadece idari yönden Avrupa dünyasını şekillendirmekle kalmamış, aynı zamanda dini hayat ile ekonomik hayat ve dini hayat ve sanat arasında da Aydınlanma dönemi öncesi büyük bir ilişki oluşturmuştu.

Kilise asırlardan beri manastırlar ve manastır hayatı vasıtasıyla bile, yaptığı masraflar ve bilhassa bina kurmaya ve sanat eserlerine verdiği ehemmiyet dolayısıyla Avrupa zevkinin teşekküllüne katkıda bulunmuştur.

Ruhban sınıfının -bağışlanan hayırları almak, toprak ve maden kaynaklarına sahip olmak, vergi toplamak, sermaye vermek keza yün, ipek, kumaş, maden, cevheri maden ve şap imali ve ticaretine ortak yatırım yapmak suretiyle- sahip olduğu kontrol kudreti de kilisenin her taraftan sermaye ve işgücü kullanma yollarına tesir etmesini sağladı. (Nef, 1980:

70)

Kilise ve Kilise’nin yöneticileri konumunda bulunan Piskoposlar oldukça zengindi.48 Viyana’daki papalık elçisi bir zamanlar şöyle demekteydi: “Episcopi Germaniae non sunt episcopi, sunt Domini" (Alman piskoposları piskopos değil, prenstir)” (Hof, 1995: 46). Hof bu deyişin sadece Alman piskoposlar için geçerli olmadığını iddia eder (1995: 47). Özetle Batı için Kilise, modern zamanlara kadar, düşünce şeklini, yaşayış tarzını, sanatı, toplum hiyerarşisini ve hatta yönetimi şekillendiren49/meşrulaştıran en önemli kurumdur.

Krallar, soylular, kilise/din adamları sınıflarından sonra Batı toplumunda geriye kalanlar kentli orta sınıf/tüccarlar, halk ve köylüler idi. Bu sınıflandırma Fransız İhtilali’ndeki 3.états dedikleri gruplandırmayı oluşturmaktadır. 3. États da kendi aralarında tüccarlar, toprakla uğraşan köylüler ve hem köylerde hem de kentlerde her türlü işi yapmaya çalışan halk/topluluklar olarak ayrılmaktaydılar.

Kentli orta sınıf, hem alt hem üst tabakaya karşı özgür bir konum elde etmişti ve içlerinden eczacılar, hukukçular, doktorlar, öğretmenler, ilahiyatçılar, avukatlar çıkararak bir aydın sınıfı da yetiştirmişti (Hof, 1995: 58). Bu öğrenim belli bir kültürün oluşmasını da

48 Piskoposların şaşasına şu cümleler de örnek gösterilebilir: Örneğin Salzburg Başpiskoposu Viyana'ya gidişinde, hükümdarlara özgü bir egemenliğin ihtişamıyla yolculuk etmekteydi. "Yanında sadece kişisel hizmetkarlar değil, aynı zamanda mabeyincileri, saray danışmanı, dinsel konulardaki danışmanı da bulunuyordu; ayrıca kendi mutfak ekibi ve tatlıcısı da unutulmamalıdır. Bunun dışında küçük bir müzik grubu da maiyete dahildi.'' (Hof, 1995: 46)

49 “Hristiyan hükümet makamları olarak söz konusu hükümet makamları, aynı zamanda kiliseye karşı da sorumluydular.” (Hof, 1995: 51)

sağlamıştı.50 Kentli orta sınıfın münevver kimliği oluşurken, şehirlerde gittikçe daha etkin olan, yeni bir dünya kuracak tüccar sınıfı ticaretin artmasıyla beraber yavaş yavaş çok önemli bir konuma gelmekteydi. Daha sonraları Fransızca kentli, orta sınıfa mensup anlamına gelen bourgeois51 (burjuva) denilecek olan bu sınıfın, Avrupa’nın tarihi ve sosyal koşulları içerisinde adım adım oluştuğunu görmekteyiz.

Bir yanda, ta eski zamanlardan, serflik-köylülük ilişkilerinden kendini kurtaran ve ‘küçük mülk sahibi’ konumuna gelen bir kesim var. Bunlar oldukça istikrarlı denebilecek bir süreç içinde tırmanıyorlar: ‘Yeoman’52 diye tanıyoruz onları, bir aşamada; derken ‘tenant-farmer’53 (kiracı çiftçi) oluyorlar; bir sonraki aşamada ‘gentelman farmer’ denen birileri peydah oluyor; sonra İngiltere’nin ünlü ‘gentr’sine geliyoruz ki bunların çoğu da o uzun süreli tırmanışın semeresi olarak bu noktaya varmış olanlar. ‘Gentry’, tam olarak ‘gentelman’, yani ‘nobility’, yani ‘soylular’ demek değildir. Onun bir altındaki kategoridir.” (Belge, 2012: 42)

Murat Belge’nin burjuva sınıfının oluşumunu anlatan yukarıdaki tanımlamasında İngiltere’den yola çıkması gayet doğaldır. Çünkü İngiltere’deki siyasi ve toplumsal olaylar Orta Avrupa’dan daha evvel olmuştu. Okyanus aşırı ülkelere daha hızlı bir ulaşım, başka ülkelerin keşfine ve oraların istila edilip zenginliklerin sömürülmesine sebebiyet veriyordu.

Bunu yapan başat ülkeler Portekiz ve İspanya’ydı. Amerika kıtasının keşfiyle İngiltere’deki kalabalıklar daha iyi ekonomik şartlar için bu yeni kıtaya yelken açacaktı (Belge, 2012: 43).

50 Bu hususta Norman Hompson şu açıklamaları yapar: “Burjuvaziye gelince, kolay tanımlanabilir tek bir sosyal kesim ve görüş birliğinden söz etmek mümkün değildi. Gene de en üstte Paris salonlarında saray soylularıyla bir araya gelen varlıklı bankerler vardı. Bunlar kültürel olarak bankerlerden pek ayırt edilmiyordu ve zaten onlara karışmaktaydı. Avukatlar, doktorlar ve krallığın daha önemli memurları gibi serbest meslek sahipleri ise belli bir kültürel alt sınıf oluşturuyordu. Bunlar küçük ya da yararcı olsa da kitaplıklara sahip olan kişilerdi. Kamu sorunlarıyla ilgilenen bu insanlar, iyi kötü ulusal sorunlardan haberdardılar ve görmüş oldukları ortaöğrenim her ne kadar Latince ve skolastisizmin etkisi altındaysa da, onlarla belirli bir mantık eğilimi ve soyut fikirlerle uğraşma becerisi kazandırmıştı. İşte Fransız Devrimi’nin birçok önderinin geldiği orta sınıf kesimi buydu ve bu adamlar 1789’dan önce de kentlerin entelektüel yanında ikinci derecede önemli konumlarda bulunan insanlardı.” (Hompson, 1991: 101)

51 Sally Wehmeier, Advanced Learner’s Dictionary, New 7th Edition, Oxford University, 2010, p. 166

52 “ İngiltere’de, kırsal kesimde, ‘yeomen’ denilen bir sınıfın geliştiğini görüyoruz. Kelimenin kökeni de bilinmiyor, ama ‘young’, yani ‘genç’ kökünden gelişebileceği düşünülüyor, çünkü bir ‘yardımcı’ yan anlamı da var. Temelde bu, kendi küçük toprağına sahip olan ve onu ekip-biçen çiftçi-köylü anlamında, böyle bir kesimi anlatıyor. Eski ve yeni üretim ilişkilerinin uzun seneler içinde çeşitli eklemlenme biçimleri, feodalizmin en koyu olduğu yer ve zamanlarda dahi ‘serf’ statüsüne girmeyen bağımsız köylüler olmasına imkân tanımıştı.”

(Murat Belge, Militarist Modernleşme – Almanya, Japonya, Türkiye-, İletişim Yayınları, 2. Baskı, 2012, s:42)

53 “ Kiracı çiftçiler, yeomenlerin aristokratlardan toprak kiralaması ve işletmesiyle ortaya çıkan bir vaziyettir.

Ve girişimci bir sınıfın doğuşuna kaynak olmaktadır. Bu yeni büyüyen sınıf sadece tarımla uğraşmıyor aynı zamanda ürettiklerini satarak ticaret de yapıyordu. (Belge, 2012: 32)

Tüccarlar gittikçe zenginleşmekteydi ve genelde on sekizinci yüzyılda Avrupa’daki cumhuriyetlerde yönetimi ele geçirme erkine ulaşmaktaydılar. Bu hususta Hof şu açıklamaları yapar:

Tüccarlar, cumhuriyetin koşullarında iktidarı ele geçirmiş ve loncalara girmişlerdi. Nüfuzlu ve saygındılar. Ancak soyluların gözünde sonradan görme, "türedi" olarak kalmışlardı. Tüccarların ince ve soylu uğraşlar için, av, kumar ve kadınlar için zamanı yoktu. Çok yoğun çalışıp püriten bir yaşam sürüyorlardı. […].Fransız Devrimi'nden başlayarak ticaretle ilgilenen sanayiciler tabakası - büyük burjuvazi olarak - , krallıkla birlikte ya da onsuz, tüm dünyada zafer alayına çıkacaktı! (Hof, 1995: 72)

Zenginleşen fakat yönetim yapısında söz hakkı bulunmayan Bujuvazi’nin halkı da yanına çekerek Avrupa yönetimlerine darbeler yapması tüm dünyada devlet yönetimi, toplum düzenini, bireyleri, hayata değin ne varsa her şeyi seküler bir temelde yeniden tanımlamasına neden olmuştu.

Üçüncü états’ın tüccarlardan sonra gelen köylüler genellikle bir krallığın/prensliğin veya derebeylerin sorumluluğunda ya da emrinde çalışmaktaydılar.

Ortaçağ'dan bu yana “derebeyi olmayana toprak yok” ifadesi geçerliydi. Bu topraklar ya soylulara ya da kiliseye, sonraları burjuvalara ve öncelikle de devlete, yani krala aitti. Böylesi bir gücün sahiplerine kısmen tarım ürünleri vererek ödenen bir vergi olan toprak vergisinin ödenmesi gerekiyordu.(Hof, 1995: 67)

Bu köylüler arasında mal, mülk sahibi bulunanların yanı sıra köylülerin yanında hiçbir şeye sahip olmayan, bir nevi ırgat durumunda bulunan toplumla bütünleşememiş kalabalıklar vardı. Bu sosyal gruplar yaşadığı toplumun en kalabalık nüfusunu oluşturmaktaydı.

Eski hiyerarşik düzende köylülerin ve yurttaşların "altında", ortak özellikleri orta ya da yüksek zümrelerin emrinde bulunmak olan ya da kenarda, yeni

"toplum"un dışında kalan pek çok sosyal grup bulunuyordu. Bu, sonraları Romantizm'in yücelteceği gibi ulusal anlamda " halk" değil, sosyal anlamda "halk"tı.[…]. Her şeyden önce birçoğu mal sahibi değildi ve ne okuma ne de yazma biliyordu. (Hof, 1995: 72)

Ortaçağ’da, Batı’da her üst zümre hizmetini gördüren, kendisinden daha kalabalık bir alt gruba sahip olması gelenek oluşturmuştu (Hof, 1995: 72). Toplumun bütün çalışma ve tarıma dayalı üretme yükü, köylülerin ve köle mesafesindeki toplulukların sırtındaydı.

“Vergiler hemen tamamen fakir halkın üzerine yüklendi, böylece saray, aristokratlar ve ruhban sınıfı daha geniş bir harcama ve yatırım gücü elde ettiler.” (Nef, 1980: 75)

Aydınlanma döneminde de devam eden Batı’daki toplumsal düzen görüldüğü üzere, geçişkenliği olmayan, oldukça katmanlaşmış sosyal bir yapıdaydı. Kutsanmış kan yani soyluluk, bir ata mirasıydı; fakat selflik/kölelik de bir ata mirasıydı. Her şeyin anlam dünyasını üreten, bu sınıfsal toplum yapısını meşrulaştıran kurum ise Kilise’ydi. Avrupalı aydınlar söz konusu yaşamın sürdürülebilir olmadığını düşünüyorlardı ve bu yaşamı oluşturan bütün kurumlara muhalif bir tutum içerisine girerek, sosyal şartlarında uygunluğuyla (burjuva sınıfının yükselişiyle) düşünceler üretmekteydiler. Daha 1605 yılında Cervantes meşhur eserinde “Tanrı’nın ve tabiatın özgür yarattığı insanları köle yapmak bana çok ağır geliyor.” (Parla, 2005: 12) cümlesini sarf etmekteydi.