• Sonuç bulunamadı

Modern Kültürün Kökeni ve Edebiyatın İşlevi

2. BATI’NIN BÜYÜK DÖNÜŞÜMÜ VE MODERN BATI’NIN OSMANLI AYDININA ETKİSİ OSMANLI AYDININA ETKİSİ

2.1. Batı’nın Büyük Dönüşümü (Aydınlanma, Modern Batı Kültürünün Oluşumu ve Edebiyatın İşlevi) Oluşumu ve Edebiyatın İşlevi)

2.1.3. Modern Batı Kültürünün Oluşumu, Ulus Devletin Kökeni ve Edebiyatın İşlevi İşlevi

2.1.3.3. Modern Kültürün Kökeni ve Edebiyatın İşlevi

ötürü, seküler manada yeni kimlikler/tanımlamalar gerekmekteydi. Bu ihtiyaçtan dolayı, tümel olarak topluma ulus kimliği tanımlanırken, tikel olarak bireye de, insanlar arasındaki ilişkinin mutedil bir şekilde devam etmesi için, vatandaş/yurttaş değeri üretildi. Böylelikle ulus devlet ve paradigmaları/kavramları; Batı’nın kendi siyasi, iktisadi, bilimsel ve teknik serüveni içerisinde, tarihin tabii seyrinde kurulmaktaydı.

Burjuva devrimlerinde kullanılan “hâkimiyet ulusundur” söylevi, bütün alanlardaki egemenlik kudretini beşeriyete, yeryüzüne, sekülere indirgemekteydi. Uzun bir zaman Avrupa sanatını ve kültürel hayatını da Kilise oluşturdu (Nef, 1980: 153). Batı insanının zihniyeti, yönetici sınıfı, toplum yapısı, idari yönetimi değişmekteydi. Sırada seküler anlamda kurulacak yeni bir dünya tasarımı, kültürel ve sanatsal dokular vardı.

kültürel ögelere, tarihe, hikâyelere, destanlara, romanlara hülasa iyi-kötü demeden bir edebi üretime ihtiyacı vardı. Bu hususta Gecikmiş Modernlik ve Estetik Kültür eserinin yazarı Gregory Jusdanis şu açıklamaları yapmaktadır.

… devletin, kendisini bir arada tutacak, birbirleriyle bağlantılı bir değerler ve duygular ağına ihtiyacı vardır. Millet inşa etme, kolektif anlatılar uydurmayı, etnik farklılıkların homojenleştirilmesini ve muhayyel bir cemaatin ideolojisini yurttaşlara benimsetmeyi gerektirir. (Jusdanis, 1998:

53)

Anlamlandırılmaya çalışan bu yeni dünyanın kalabalıklara ulaşması ise ayrı bir meseleydi. Sanat ve felsefe gibi özel ilgi alanları her dönem itibariyle aristokrat sınıfların işiydi. Söz konusu bilim dallarının öğrenilmesi, anlaşılması için sadece okuma yazma bilmek yeterli değildi. Eski kıymetler âleminin bilgi taşıyıcıları ulemaydı ve artık itibardan düşmüştü. Yeni düşüncelerin yeni bilgi taşıyıcılarına, yani kamuoyuna yol gösteren yeni tiplere ihtiyaç vardı. Bu tipler aydınlardı (Gencer, 2008: 173). Filozofların derin fikirler ürettikleri metinleri, kalabalıklar ancak dolayımlama/örnekleme ile anlayabilirdi ve bu hususta açar işlev edebiyata özellikle de romana tevdi edildi. Bu bağlamda Magee’nin hem edebî hem felsefî metinler yazan Murdoch ile yapmış olduğu röportaj, bir taraftan felsefe ile sanat arasındaki farkları ortaya koyarken diğer taraftan da aydınların niçin edebiyata yöneldiklerinin izlerini sunmaktadır:

Felsefe aydınlatmayı amaçlar, çok güç ve ileri derecede teknik sorunları ortaya koyar ve çözmeye çalışır; yazısı da bu amaca hizmet etmelidir.

Denebilir ki, kötü felsefe felsefe değildir; oysa kötü sanat yine de sanattır.

Edebiyatı, çok çeşitli yollarla bağışlama eğiliminde olabiliriz, oysa felsefeyi bağışlayamayız. Edebiyat değişik ve pek çok, felsefe ise pek az kişi tarafından okunur. […]. Edebiyat eğlendirir, pek çok şey yapar, oysa felsefe tek bir şey yapar. (Murdoch, 1985: 318 )

Edebiyatın değişik ve pek çok kişi tarafından okunması, düşün insanlarını aynı zamanda edebi metinler üretmesine yönelten bir sebep olarak alabiliriz. Fransız Aydınlanma Felsefesi eserinin yazarı Oskar Ewald’ın Aydınlanma için şöyle tarihsel ve mekânsal bir süreç belirttiğini ifade etmiştik. “Aydınlanma; temelini İngiltere’ye, derinleşmesini Almanya’ya, söylemini ve itici gücünü Fransa’ya borçludur.” Çünkü “ Fransız Aydınlanması, Leibniz ya da Kant’ın önemine yaklaşan hiçbir filozof çıkarmamıştır; Locke

ya da Newton önemine yaklaşan filozofu da yoktur.” (Ewald, 2013: 17). Fransızlar;

İngiltere’nin Newton ve Locke’u, Almanlar’ın Leibniz, Kant ve Hegel’i gibi büyük düşün sistemleri kuran adamlar yetiştirmemesine rağmen nasıl oluyor da Aydınlanma’nın itici gücünü oluşturuyordu? Sorunun cevabı Fransızların; İngilizlerden ve Almanlardan farklı olarak edebiyatı ortaya koymasında yatmaktaydı. Voltaire, Rousseau, Montesquieu gibi Fransız aydınları bir yandan düşün metinleri üretirken diğer yandan edebî metinler üretmekteydiler. Çağdaş Devlet Sistemleri eserinin yazarı Michael G. Roskin yukarıda zikredilen üç Fransız aydını için şu açıklamaları yapar: “ Her biri kendi tarzı içinde, bu üç 18. yüzyıl Fransız düşünürü, Ancient Regime’in çürümüş olduğuna ve daha iyi bir sistem inşa etmenin mümkün bulunduğuna ikna etmiştir.” (Roskin, 2013: 110)81. Bu hususta Jusdanis, Aydınlanma düşünürleri için toplumsal etkisinden dolayı, edebiyatın ne kadar önemli olduğuna dair aşağıdaki notları düşer.

Toplumsal etkileri olduğuna inanıldığı için edebiyata on sekizinci yüzyılda en önde gelen temsili sanat olarak bakılmaya başlandı. Aydınlanma'nın toplum mühendisliği projesinde edebiyat en etkili toplumsallaştırma - insanlara burjuva kültürü aşılama- aracı olarak ortaya çıktı. (Jusdanis, 1998: 144)

Böylece aydınlar düşüncelerini toplumun anlayacağı şekilde, edebi metinler üreterek kalabalıklara anlatmaktaydılar. Bu açıklamalar doğrultusunda, Jusdanis’in modernleşmede edebiyatın işlevi tanımlamasına denk gelecek değerlendirmeleri oldukça açıktır.

Entelektüellerin amacı ilk olarak kilisenin kültürel üretim üzerindeki yargılama yetkisini ortadan kaldırmak, sonra da devlette bağlayıcı bir fail olarak iş görecek seküler bir kültür yaratmaktı. Ulusal birliği sağlamak ve onu korumak için yeni bir ortak değerler alanı yaratmaya çalıştılar. En sonunda insanların muhayyel dayanışmalarını yaşayabilecekleri bir alan olarak edebiyatı ortaya attılar (Jusdanis, 1998: 44).

Paul Hazard, Jusdanis’in yukarıdaki cümlelerine teyit verircesine, Avrupa dışına giden seyyahların eserlerinde veya Avrupa dışına çıkmayan ama Batı’nın dışına seyahat etmiş gibi eserler üreten yazarların metninin muhtevası için şu kayıtları düşmektedir:

81 Aynı eserden Voltaire hakkındaki şu yorumu da örnek olarak verebiliriz: “ Etrafında gördüğü her aptalca şeyden kuşku duyan ve bunlarla alay eden Voltaire (1694-1778), Aydınlanma’nın simgesiydi. Başlıca hedefi ise hoşgörüsüz, akıl dışı ve ikiyüzlü bulduğu Katolik kilisesiydi.” (Roskin, 2013: 110)

Hiçbir gelenek hücumdan kurtulamaz; karşı çıkılmayan hiçbir fikir, sarsılmamış hiçbir otorite kalmaz. Her türlü müessese yıkılır; her şeye menfi bir tavırla bakılır. Alışılagelmiş rahipler yerine yaşlı hâkimler belli yerlerde laik vaazlar verirler; bozulmamış cumhuriyetleri, müsamahakâr oligarşileri, ikna yoluyla varılan barışı, kilisesiz ve ruhbansız bir dini, zevk haline gelen temiz bir çalışmayı propaganda ederler; kendi ülkelerinde, günahın isminin bile bilinmediği ülkelerde hâkim olan bilgeliği överler. (Hazard, 1973: 30-31)

Böylelikle edebiyat geleneksel yaşamın yıkımında, modern bir dünyanın yapımında, toplumlara veya bireylere kültürel kimlikler ve ulusal simgeler üretme hususunda, yaşanılan toprağın ve tarihin halkla özdeşleşmesi bağlamında; Batı’da kalabalıklara ulaşacak ve onları dönüştürecek başat bir görev üstlenmekteydi.

On dokuzuncu yüzyıla girerken; geleneksel ve Kilise’nin dinî yorumlamalarıyla anlamlandırılan yaşamın belirginliği Avrupa için artık geride kalmıştı. Böylelikle ‘Yeni’

kelimesi bütün mutlakları birden süpüren bir güç olarak belirdi. Yeni bir devlet yapılanması: Tanrı iktidarından uzakta modern ulus-devlet. Topluma sunulan yeni bir kimlik: ulus. İnsanların mutedil bir şekilde ilişkilerini düzenleyen seküler temelde oluşan doğa hukuku ve bunun bireye getirdiği yeni bir tanımlama: yurttaşlık ya da vatandaşlık.

Neyin doğru ve güzel, neyin yanlış ve kötü olduğunu belirleyen yeni bir adab-ı muaşeret ve kültür: uygarlaşma. Kilise değerlerinden uzaklaşan bir düşüncenin yaşamın estetik tarafına ve sanatına yansımalarının yeni adı ise: modern edebiyat. Dünyevi pratikleri anlamlandıracak yeni düşünme metodu: ideoloji,82 olarak tanımlanacaktı. Yeni olan tanımlamalar çoğaltılabilir.