• Sonuç bulunamadı

Siyasal Devrimler, Manifestoları ve Ulus Devlet’in Kökeni

2. BATI’NIN BÜYÜK DÖNÜŞÜMÜ VE MODERN BATI’NIN OSMANLI AYDININA ETKİSİ OSMANLI AYDININA ETKİSİ

2.1. Batı’nın Büyük Dönüşümü (Aydınlanma, Modern Batı Kültürünün Oluşumu ve Edebiyatın İşlevi) Oluşumu ve Edebiyatın İşlevi)

2.1.3. Modern Batı Kültürünün Oluşumu, Ulus Devletin Kökeni ve Edebiyatın İşlevi İşlevi

2.1.3.2. Siyasal Devrimler, Manifestoları ve Ulus Devlet’in Kökeni

de aynı inkılapları yapabilmek için Batı’nın izlediği modern olma aşamalarını izleyip kendi kimliklerini, inançlarını ve medeniyetlerini bir kenara bırakarak hareket etmelerine sebebiyet verecekti.

olmuştu69 (Ersal, 2012: 41). Giderleri karşılamak amacıyla vergilerin gittikçe artan oranda düzenli bir şekilde alınması gerekmekteydi. Böylece vergi alınması, düzenlenmesi ve kayıt altına alınması için tahsil yapan ve en fazla vergi veren kentli orta sınıf (soylular ve kilise zaten vergiden muaftı), Krallık yönetiminin gözünde daha da değer kazandı. Yalnız hem maddî olarak güçlenen hem toplumsal yapıda itibar kazanan bu tüccar sınıfın yönetimde söz hakkı bulunmamaktaydı. Bu açıklamalara istinaden Siyasal Devrimler derken “ticaret nedeniyle zenginleşmiş, ancak mevcut yönetim sisteminde hukuksal açıdan söz sahibi olamayan burjuvazinin yönetimde söz sahibi olabilmek için halkı da yanına alarak harekete geçmesi” (Atabey, 2005: 179) ile Avrupa’da Krallık yönetimlerine yapılan darbeleri kastetmekteyiz.

On yedinci yüzyılın son çeyreğinden günümüze kadar; siyasal ve toplumsal değişmelere sahip olan önemli darbeler, savaşlar ve bunların peşinden okunan bildirgeler olmuştur. Örnek verirsek: 1688 II. James’e yapılan darbe ve peşinden okunan 1689 İngiliz İnsan Hakları Bildirgesi70; 1773 Amerika Bağımsızlık Savaşı ve peşinden okunan 1776 Amerika Bağımsızlık Bildirgesi71; 1789 Fransız İhtilali ve peşinden okunan 1789 İnsan ve Yurttaşlık Hakları Bildirgesi72. Bu bildirilerin dikkat çekici ortak özelliği, farklı bir anlamlandırmayla halk veya ulus kelimelerini kullanmaları ve metinlerdeki söylemlerin oldukça benzer oluşudur. Ve yine zikrolunan bildirgeler, parlamento idari şeklini hayata geçirmişlerdir. Söz konusu siyasi devrimler; sadece Batı için değil aynı zamanda dünya üzerinde kahır ekseriyetteki ülkelerin bugün dahi tek tip bir yönetim uygulamasının başlangıcını oluşturmaktadır. Kralsız veya Kral’ın yönetim gücünde etkisi olmayan bir dünya, dönemi itibariyle başlı başına bir ihtilaldi. Bu parlamento ve halk söylemli darbeler

69 Daha geniş bilgi için iktibasın sonundaki esere bakılabilir: “Monarklar bu orduları finanse edebilmek için daha çok vergi toplamak zorundaydılar. Bunun için de monarklara para verecek zenginler gerekiyordu.

Sermaye birikiminin oluşması için de uzak mesafeli ticaretin önünün açılması zaruri idi. Burjuvazi bu vasatla yükselişe geçti. Merkezi krallıkların güçlenmesi, meta üretiminin yaygınlaşması, güvenliği sağlanmış geniş mesafelerde ticaretin yapılması ve tüm bunlar için örfün yerini yazılı kuralların alması bu yeni sınıfın en büyük özlemiydi.” (Aytekin Ersal, Türkiye’de Ulus Devlet ve Ziya Gökalp, Mümtaz Turhan, Erol Güngör, Ötüken Yayınları, I. Baskı, İstanbul , 2012 s. 41)

70 İngiliz İnsan Hakları Bildirisinden bir pasaj: “Parlamentonun onayı olmadan kralın yetkisine dayanarak sözde yasaları veya yasaların yürütülmesini askıya alma gücü yasadışıdır. Son zamanlarda varsayıldığı ve uygulandığı gibi, kralın yetkisine dayanarak, sözde yasaları ve bu yasaların yürütülmesini gereksiz kılma gücü yasadışıdır” (Alev Alatlı, Batıya Yön Veren Metinler IV. Cilt, Kapadokya Meslek Yüksekokulu Yayınları, 2010, s.930)

71 Virginia İnsan Hakları Bildirisinden “… yönetilenlerin onayından alınan yönetimler kurulur” (Alev Alatlı, Batıya Yön Veren Metinler IV. Cilt, Kapadokya Meslek Yüksekokulu Yayınları, 2010, s.935)

72 Fransız İnsan ve Yurttaşlık Hakları Bildirgesi’nden Madde III: “Egemenlik ilkesi esas olarak ulustadır.

Hiçbir kuruluş veya hiçbir birey açıkça ulustan kaynaklanmayan bir yetkiyi kullanamaz. (Alev Alatlı, Batıya Yön Veren Metinler IV. Cilt, Kapadokya Meslek Yüksekokulu Yayınları, 2010, s.939)

ve manifestoları, daha sonraları için ulus-devletin kökenini meydana getirecekti. Çünkü soyluların, Kilise’nin ve Kralların tebaası olarak kendini tanımlayan topluluklara; bu eski sosyal yapının çözülmesiyle kendilerini tanımlayacak yeni bir kavram, yeni bir kimlik gerekmekteydi. Bu büyülü kelimeler ise; ‘Halk ve Ulus’ olarak icat edildi. Son hükmümüzü temellendirmek ve ulus-devlet yapılanmasının kökenine biraz daha inmek için, olayları örnekler vererek biraz daha açımlamamız lazım geliyor. Çünkü Osmanlı son dönemindeki modernleşme çabaları ve Cumhuriyet’in yönetici kadrolarının ulusçu ve Batıcı söylemleri, Batı’nın büyük devletlerindeki siyasi söylemlerden ve hareketlilikten bağımsız değildi. Öykündükleri yer, beslendikleri memba tam olarak modern Avrupa’ydı.

İngiltere’deki burjuva sınıfının galibiyetiyle sonuçlanan parlamenter sistem, siyasi yönetim açısından yakın tarihin neredeyse tamamının dinamiğini oluşturuyordu (Belge, 2012: 41). Çünkü 1688’deki İngiliz İhtilali ile II. James’in yerine geçen Guillaume D’Orange “parlamentodaki iki meclisin (Lordlar ve Avam Kamaraları) otoritesine uyacağını vadediyor ve böylece hükümdarlarla teb’a arasındaki yazısız bir anlaşmaya uymak suretiyle meşruti hükümet şeklinin zaferini garanti ediyordu” (Hazard, 1999: 294).

Bu tarih içinde ayrıca Haklar Yasası parlamentodan geçiriliyor ve ordu kurma, vergi koyma gibi devlet yönetiminin en önemli yetkileri parlamentoya veriliyordu (Belge, 2012: 38)73. İngiliz İnsan Hakları Bildirisinin bir pasajında “ulusun tamamını özgürce temsil edildiği”

(Alatlı, 2010: 930) vurgulandıktan sonra Kraliyet makamına şöyle meydan okunmaktaydı:

Parlamentonun onayı olmadan kralın yetkisine dayanarak sözde yasaları veya yasaların yürütülmesini askıya alma gücü yasadışıdır. Son zamanlarda varsayıldığı ve uygulandığı gibi, kralın yetkisine dayanarak, sözde yasaları ve bu yasaların yürütülmesini gereksiz kılma gücü yasadışıdır (Alatlı, 2010:

930)

İngiltere’deki devrimden yaklaşık bir asır sonra, koloni haline getirilen yeni kıtada Fransa ve İngiltere daha fazla yer kapma savaşına tutuşmuşlardı. Bu olay iki devlet arasındaki Avrupa’daki kızışmanın Amerika kıtasına taşınmasıydı. Uzun süren bu mücadeleyi İngiltere kazanmıştı.

Bu olaylar devam ederken anayurdun askerî birlikleri ile kolonilerin İngilizce konuşan halkı bir arada davranıyordu. Savaş kazanılınca ‘ortak dava’, yani

73 Geniş bilgi için ayrıca bakınız: Michael D. Richards, Dünya Tarihinde Devrimler, Çev: Gül Çağalı Güven, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2012.

Fransız tehdidi ortadan kalktı; böylece ‘anayurt/koloni’ çelişkileri ve uyuşmazlıkları ön plana çıktı. Amerika güçlendikçe, Britanya’nın hegemonyasına tahammül göstermesi zorlaşıyordu.” (Belge, 2012: 55)

Fransa’ya karşı kazanılan zaferden sonra yeni kıtada, İngiltere ve kolonileri arasındaki huzursuzluklar ortaya çıktı. Amerika’daki koloni patronları, İngiltere’ye savaş açma kararı aldı. “1775’te Amerika Kıta Kongresi heyetinde Virginia Meclisi temsilcisi Philadelphia’daki Patrick Henry ‘Ya Özgürlük Ya Ölüm’ sloganını kullanacaktı.” (Belge, 2012: 55).

Concord ve Lexington olayları oldu, 300’e yakın insan öldü. Bunker Hill’de İngilizler püskürtülürken Kıta Kongresi de George Washington’ı başkomutanlığa getirdi. […]. İki tarafın da zaferleri oldu ama süreç ilerledikçe kendi yurdunda yaşayan Amerikalılar ağır bastılar. 1783’te İngiltere askerini çekti; Washington da ordusunu ‘terhis’ etti. Savaş bitti.”

(Belge, 2012: 55-56)

Amerika kıtasındaki koloniler, Fransa’dan sonra İngiltere’den de bağımsız kalmışlardı. Şimdi ise asıl soru sorulmaktaydı: ‘ne yapacağız / nasıl yönete(li)ceğiz’?

Tartışmalar başladı ve tartışma, ‘Anayasa’74sı olan bir cumhuriyet yönetim şeklinde karar kılındı. Kıta kongresi 1789 yılında toplandı ve ‘Anayasa’yı onayladı (Belge, 2012: 56-58).

Amerikan Bağımsızlık bildirgesi ise Aydınlanma Felsefesi’nin bir nevi idari deklarasyonuydu. Bildirgeden bir pasaj hükmümüzü teyit eder türdendir:

Tüm insanların eşit yaratıldığını, Yaradanları tarafından kendilerine devredilemez hakların verildiğini ve bu hakların Yaşam, Özgürlük ve Mutluluğa Erişme haklarının bulunduğu gerçeklerinin apaçık ortada olduğunu kabul ediyoruz.”(Alatlı, 2010: 935).

Bu bildirgede de yine halk/yönetilen kelimelerine çokça rastlanmaktadır. “…

yönetilenlerin onayından alınan yönetimler kurulur” / “… yeni bir yönetim kurmak halkın hakkıdır.” (Alatlı, 2010: 935). Amerika Birleşik Devletleri böylece dönemin şartları

74 Anayasa (constitution) kelimesi de dönemi için yeni bir kavramdı ve ‘bir şeyi kurmak, oluşturmak’ fiilinden üretilen bir isimdi. Yeni bir dünya kurulurken yeni kelimelere ve değerler dünyasına ihtiyaç vardı ve bu bir şekilde zamanın şartlarına ve burjuva sınıfının yararlarına/istemlerine göre oluşturuluyordu. “İngilizcede

‘Anayasa’ için ‘constitution’ deriz, ‘constitute’ fiili bir şeyi kurmak, oluşturmak anlamına gelir. Bunun çağrışımı, bir topluluğun, kendine kurallar koyarak, kendini bir toplum olarak biçimlendirmesi, oluşturmasıdır. Biz de bir zaman kullanılan ‘teşkilat-ı esasiye’ kavramı bu çağrışımı yapar.” (Belge, 2012: 58)

içerisinde; bayrağını, ulusunu, kanunlarını, askeri kuvvetlerini, bankasını oluşturarak modern anlamda bir ulus-devlet oluşumunu şekillendirmekteydi.75

Yeni kıtada yeni bir dünyanın kurulduğu hemen hemen aynı yıllarda, Fransa’da da İngiltere ile yapılan savaştan kalma bir ekonomik sıkıntı mevcuttu. Kral XVI. Louis uzun zamandır toplanılmayan ve geleneksel bir kurum olan États76-Generaux’u toplamaya karar verdi.

“ Burada üç ‘etat’ vardı: 1) noblesse (aristokrasi) 2) clerge (ruhban) 3) tiers etat (‘üçüncü kesim’, yani, başta burjuvazi, geri kalan tabakalar) […]

Burjuvazi diğer iki zümrenin varlığını fuzuli sayıyor, toplumun kendilerinin temsil ettiklerine inanıyorlardı. Bireylerin oyları mı, ‘kesimlerin’ oyları mı sayılacaktı? İkincisi yapılırsa burjuvazi hep iki bir yenikti. […]. Burjuvazi kendini ‘millet’le özdeşleyerek varlığına ve istediği iktidara meşruiyet temeli sağlıyordu.” (Belge, 2012: 68)

Fransa burjuvazisi77 pratikte elde ettiği gücü idari yönetimde de elde etmek istediğinden devrimi meşrulaştıracak söylemlerde bulunmaktaydı.78 Aslında devletin ve milletin bütün yükü sırtlarındaydı. Ruhbanlar ve soylular vergi vermemelerine karşılık daha üst sınıflarda yer almaktaydılar. Bu geleneksel toplum ve idari yapının artık sürdürülemez

75 Murat Belge, Amerika’nın Britanya’dan ayrılı ulus-devlet şeklinde doğmasının bütüncül bir biçimde öncülü olmayan bir durum olarak açıklar. “ Bu koşullarda Amerikalılar, ulus-devletlerinin simgelerini, kurumlarını, biraz da ‘el yordamıyla’ diyebileceğimiz bir yöntemle biçimlendirirler. Karşılaştıkları olaylara birtakım tepkiler verdiler (Tonybee’nin ‘challenge and response’ teorisine uygun); belirli bir kanala girmişlerdi ve bu kanalın kendine özgü bir mantığı vardı. Örneğin; Kıta Kongresi adıyla kurulan kurul, kıtanın başka yöreleriyle ilgisi olmaksızın, ABD olacak bölgede bu Bağımsızlık Savaşı’nın kararlarının verildiği yer haline geldi. Çünkü ancak böyle bir kurul, bu sürecin karar mercii olabilirdi. Örneğin; 1977’de bu kongre Amerika Bayrağını belirledi (13 devleti temsil eden 13 yıldızıyla); çünkü bir bayrağı plan Britanya ile savaş içindeydiler ve Amerikalı ordulara da bir bayrak gerekiyordu. Renklerin aynı kalması ilginçti. Örneğin; 1781’de Bank of North America kuruldu. Çünkü savaş koşulları, ekonomi ve maliye alanında böyle bir kurum gerektiriyordu.

Böyle bilinçli bir plan olmaksızın, ulus devletin kurumları şekilleniyordu. (Belge: 2012: 56-57)

76 “ ‘ Etat’ veya İngilizcede ‘estate’, feodal düzenden kalma bir kavramdır ve yaklaşık ‘zümre’ anlamına gelir.

Burjuva düzeninin ‘sınıf’ olgusuna benzemeyen, ona göre çok daha arkaik bir toplumsal oluşumun adıdır.

Aristokratlar vergi vermeyi kabul etmemiş ve Louis hazineyi doldurmak için arkaik bir kurumu 1614’ten beri toplanmamış olan Etats- Genaraux’u 1789’da toplanmaya karar verdi.” (Belge, 2012: 67)

77 Burjuva “ yoksul halk gibi maddi sıkıntı içinde değillerdi; tersine, paraca rahattılar. Kızgınlıkları, aristokratlara dayanan akıldışı ayrıcalıklara dayanıyordu.[…]. Kendileri ezik değildi […]. Ama hiçbir şeye yaramayan bu ‘soylu’ sınıfın ayrıcalıklarına da sahip değillerdi. Ne mantığa ne de vicdana sığacak bir durumdu bu. (Belge, 2012: 68-69)

78 1789 İhtilali’ne giderken güçlenen burjuva yönetim yapısının lehine değişmesini istiyordu. “ Mali idarenin intizam altına alınması, aristokrasinin savurganlığına son verilmesi, iç gümrüklerin kaldırılması, iktisadi serbestiyet, vergilerin aristokrasi ve din adamlarını da kuşatması, loncaların kaldırılması, soyluların ve ruhanilerin elinde bulunan arazilerinin işletilmesi hakkı burjuvazinin talepleridir.” (Ernest von Aster, Fransız İhtilali’nin Sosyal ve Siyasal Fikirleri, Haz: Şennur Şenel, Phonix Yayınları, Ankara, 2004: s.45 )

olduğu Burjuva tarafından dile getirildi. Etats-Generaux’daki bir dizi gerginlikten sonra Burjuva; halk/ulus söylemiyle (Assemble National (Ulusal Meclis)) bir meclis kurduğunu ilan etti. Buradaki ‘ulusal’ kelimesi; Burjuvanın modern bir devlet kurma aşamasında ve daha sonraki safhalarda tüm dünyada ulusal temelli devletlerin kurulması özelinde, tüm geleneksel kurumları ve kuralları etkisiz hale getirecek bir işleve sahipti. Çünkü burjuvanın Etats-Generaux’daki yeri Kilise’den ve soylulardan sonra gelen ve en çok kalabalığa sahip olan halkla birdi. Burjuva bu katmanlı toplum yapısındaki halkla beraber olma durumunu söylev itibariyle fırsata çevirdi. 27 Ağustos 1789’da İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’nin okunmasıyla Fransız Devrimi gerçekleşmiş oldu. Fransız İnsan ve Yurttaşlık Hakları Bildirgesi’nden III. Madde şöyle demekteydi: “Egemenlik ilkesi esas olarak ulustadır.

Hiçbir kuruluş veya hiçbir birey açıkça ulustan kaynaklanmayan bir yetkiyi kullanamaz.

(Alatlı, 2010: 939). Ulus kelimesi burjuva için artık dünyada bütün kapıları açacak bir anahtar işlevine sahipti.

Devrim öncesi Voltaire, Rousseau, Condorcet ve Montesquieu’nün, Diderot ve öbür ansiklopedistlerin katkılarıyla, Fransız aydınlanma düşünürleri siyasi düşünüş ve yönetim hususunda önemli ölçüde eserler vermekteydi. İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi zikredilen aydınların birikimlerinin bir özü olarak, aydınlanmanın siyasi katındaki bir manifestosu şeklinde okundu.

Burjuva, Fransız Devrimi’ni halk ve ulus söylemleriyle yapmıştı. Ayrıca 1790’da “ Asaleti kaldıran Karar” adı altından bir yasama çıkardı: “ Babadan oğula geçen asillik sonsuza kadar kaldırılmıştır.” (Alatlı, 2010: 941). Bu madde, eski değer yargılarının geride kalması isteğinin sadece bir göstergesidir. Burjuva daha sonraki aşamada Krala tabi olan askerleri dağıttı ve kendilerine (yani ulusal meclise) ram olan askerleri üst rütbelere getirdi.

Fransa’nın monarşiden burjuva tarzı yönetim biçimine geçmesi, çevre ülkelerde bir huzursuzluk uyandırmıştı. Çünkü diğer Avrupa ülkeleri de o dönem için monarşiyle yönetilmekteydi. Avusturya ve Prusya, Fransa’ya savaş açtı. “Mevcut şartlarda Fransa’nın devrim hükümeti eli silah tutan bütün Fransızları (yurttaşları- citoyens) savaşmaya çağırdı”

(Belge, 2012: 132). Çağrı karşılık buldu. Tekrardan ancient regime’i istemeyen kalabalıklar savaşa katıldılar. “Bu, tarihte benzeri pek görülmemiş bir insan topluluğu yarattı: ortak bir ideolojiyle, bazı ortak değerler için çarpışan, bunları yazması için kendileri ölmeye hazır insanlardan oluşan bir ordu.” (Belge, 2012: 132). Fransa’da Ulusal meclisten sonra bir de ulusal muhafız (garde nationale) ordusu kurulmuştu. Amerika’da ise Bağımsızlık Savaşı’nın giderlerini karşılamak için bir para havuzu gerekmekteydi böylece ulusal bir banka (Bank of North America) da kendiliğinden teşekkül olmaktaydı. Böylelikle İngiltere, Amerika ve

Fransa’da burjuvanın başını çektiği ulusal söylemli ve dönemin şartları itibariyle askeri, siyasi, iktisadi kurumları olan modern bağlamda ulusal devletler, Batı tarihinin doğal seyri içerisinde kurulmaktaydı. Avrupa’daki insanlar artık, birbirlerinden dini inanış yorumlamalarıyla değil ulus tanımlamalarıyla ayrılmaktaydı. Topluma ve bireye, birlikte mutedil bir şekilde yaşama hususunda yeni kavramlar üretilmekteydi.

Darbelerden sonra dünya tarihinde oldukça gündem olan Beyannamelerde “bütün hâkimiyet ulusa/millete aittir” denilmekteydi. Fakat ‘ulus’ kavramıyla ne kastedilmekteydi.

Çünkü kavramın popüler olduğu zamanlarda “esasında millet (natio), konuşma dilinde, bir aileden büyük fakat kabile ve kavimden küçük bir topluluğu, doğuştan benzerlik gösteren bir insan kümesini ifade ediyordu.” (Kedourie, 1971:5). Kedourie on sekizinci yüzyıl itibariyle ulus79 kelimesinin çok belirsiz olduğunu dile getirmektedir:80

Ortaçağ üniversiteleri çok iyi bilindiği gibi, “millet”lere bölünmüştü. Paris Üniversitesi’nde dört millet vardı: Şerefli Fransız Milleti, Sadık Picardie Milleti, Muhterem Normandiya Milleti ve Sebatkâr Alman Milleti. Fakat bu adlandırma günümüz ‘millet’ten anlaşılanı ifade etmiyordu. Fransız Milleti denince, İtalyan ve İspanyollarda dâhil Latince dillerini konuşanlar;

Picardie Milleti deyince Hollandalılar; Normandiya Milleti deyince kökleri kuzeydoğu Avrupa’dan gelenler ve Alman Milleti deyince de halis Almanlarla birlikte İngilizler de anlaşılıyordu. (Kedourie, 1971: 5-6)

Bu bağlamda Benedict Anderson, bazı kavramların iki asırdan biraz uzun dönem öncesinde var olmadığını ve ulusu hayal edilmiş bir siyasal topluluk olarak ifade eder.

Hayal edilmiştir, çünkü en küçük ulusun üyeleri bile diğer üyeleri tanımayacak, onlarla tanışmayacak, çoğu hakkında hiçbir şey işitmeyecektir, ama yine de her birinin zihninde toplamlarının hayali yaşamaya devam eder.(

1995: 20).

Bu açıklamalara istinaden denilebilir ki, Ulusçuluk kavramı on dokuzuncu yüzyılın başında Batı’da üretilen bir öğreti idi. Geleneksel yapıdaki krala, klerjiye ve soylulara tebaiyet gösteren kalabalıklara, söz konusu geleneksel yapıların parçalanmasından

79 Bu kelime yayıldıkça müşterek isim gibi, hatta bazen kötüleyici manada, kullanılır oldu. Meselâ Machiavelli bir Ghibelline milletinden bahsederken, Montesquieu de rahiplere Dindar Milleti diyordu. Cins İsmi olarak millet kelimesinin kullanılışı bütün 18’inci asır boyunca devam eder. (Kedourie, 1971: 5-6)

80 Gellner’e göre, Kedourie’nin iddia ettiği gibi ‘aynı kökenden olma’ girişimleri ulusçuluğun bir sonucu değildir. Ona göre; “ nesnel kaçınılmaz bir zorunluluğun dayattığı bir türdeşlik, sonunda ulusçuluk olarak belirir.” (Gellner, 1992: 78).

ötürü, seküler manada yeni kimlikler/tanımlamalar gerekmekteydi. Bu ihtiyaçtan dolayı, tümel olarak topluma ulus kimliği tanımlanırken, tikel olarak bireye de, insanlar arasındaki ilişkinin mutedil bir şekilde devam etmesi için, vatandaş/yurttaş değeri üretildi. Böylelikle ulus devlet ve paradigmaları/kavramları; Batı’nın kendi siyasi, iktisadi, bilimsel ve teknik serüveni içerisinde, tarihin tabii seyrinde kurulmaktaydı.

Burjuva devrimlerinde kullanılan “hâkimiyet ulusundur” söylevi, bütün alanlardaki egemenlik kudretini beşeriyete, yeryüzüne, sekülere indirgemekteydi. Uzun bir zaman Avrupa sanatını ve kültürel hayatını da Kilise oluşturdu (Nef, 1980: 153). Batı insanının zihniyeti, yönetici sınıfı, toplum yapısı, idari yönetimi değişmekteydi. Sırada seküler anlamda kurulacak yeni bir dünya tasarımı, kültürel ve sanatsal dokular vardı.