• Sonuç bulunamadı

Aydınlanma Tanımlamaları ve Düşün Biçiminin Değişimi

2. BATI’NIN BÜYÜK DÖNÜŞÜMÜ VE MODERN BATI’NIN OSMANLI AYDININA ETKİSİ OSMANLI AYDININA ETKİSİ

2.1. Batı’nın Büyük Dönüşümü (Aydınlanma, Modern Batı Kültürünün Oluşumu ve Edebiyatın İşlevi) Oluşumu ve Edebiyatın İşlevi)

2.1.2. Aydınlanma Tanımlamaları ve Düşün Biçiminin Değişimi

Ortaçağ’da, Batı’da her üst zümre hizmetini gördüren, kendisinden daha kalabalık bir alt gruba sahip olması gelenek oluşturmuştu (Hof, 1995: 72). Toplumun bütün çalışma ve tarıma dayalı üretme yükü, köylülerin ve köle mesafesindeki toplulukların sırtındaydı.

“Vergiler hemen tamamen fakir halkın üzerine yüklendi, böylece saray, aristokratlar ve ruhban sınıfı daha geniş bir harcama ve yatırım gücü elde ettiler.” (Nef, 1980: 75)

Aydınlanma döneminde de devam eden Batı’daki toplumsal düzen görüldüğü üzere, geçişkenliği olmayan, oldukça katmanlaşmış sosyal bir yapıdaydı. Kutsanmış kan yani soyluluk, bir ata mirasıydı; fakat selflik/kölelik de bir ata mirasıydı. Her şeyin anlam dünyasını üreten, bu sınıfsal toplum yapısını meşrulaştıran kurum ise Kilise’ydi. Avrupalı aydınlar söz konusu yaşamın sürdürülebilir olmadığını düşünüyorlardı ve bu yaşamı oluşturan bütün kurumlara muhalif bir tutum içerisine girerek, sosyal şartlarında uygunluğuyla (burjuva sınıfının yükselişiyle) düşünceler üretmekteydiler. Daha 1605 yılında Cervantes meşhur eserinde “Tanrı’nın ve tabiatın özgür yarattığı insanları köle yapmak bana çok ağır geliyor.” (Parla, 2005: 12) cümlesini sarf etmekteydi.

köleliği ve batıl inançları yok etmeli, ‘gölgeleri’ dağıtmalıydı.[…] Geriye dönüp 18. yüzyıldan önceki zamanlara bir göz atıldığında, daha önceki zamanlar bu ışıktan yoksunmuş gibi görünmektedir. İnsanlık tarihi artık dünyanın sonuna ve mahşer gününe giden bir yol olarak değil, gittikçe gelişen bir varoluş için ilkel başlangıçların yavaş yavaş ilerleyişi olarak görülmektedir. (Hof, 1995: 15).

Avrupa aydınlarının o dönem için en çok kullandığı kavramlardan olan akıl hemen her dönemde ve her medeniyetin tarihinde kullanılmaktadır. Bu terimin Aydınlanma dönemi için özel bir anlam ihtiva ettiği görülmektedir. Nitekim Aydınlanma sürecinde “akıl”ın anlamı “eleştirel akıl”dır; “akılcılık” ise başta ilahiyatçılarınkiler olmak üzere hiçbir düşünceyi sorgulamadan kabul etmemeyi gerektirir. (Alatlı, 2010: 920)

Aydınlanma’ya bütün bir Batı toplumunun ve aydınlarının katkısı olsa da, çıkış yeri İngiltere idi. “Aydınlanma; temelini İngiltere’ye, derinleşmesini Almanya’ya, söylemini ve itici gücünü Fransa’ya borçludur.” Çünkü “ Fransız Aydınlanması, Leibniz ya da Kant’ın önemine yaklaşan hiçbir filozof çıkarmamıştır; Locke ya da Newton önemine yaklaşan filozofu da yoktur.” (Ewald, 2013: 17)54

Aydınlanma denince zihnimizde beliren fikirlerin ne olması gerektiğine dair Ahmet Çiğdem ise şu açıklamaları yapar:

18. yüzyılda, gerçekleşmesi ve sonuçları itibariyle hem Amerika hem de hemen hemen Avrupa’nın her yerinde etkili olan, geleneksel olarak İngiliz Devrimiyle başlatılıp, Fransız Devrimi’yle bitirilen felsefî bir hareket ve daha da önemlisi, bu hareketin sonuçlarıyla belirginlik kazanan toplumsal ve siyasal bir sürece göndermede bulunuyoruz. (Çiğdem, 2015: 13)

Ahmet Çiğdem’in yukarıda alıntıladığımız paragrafta devrimleri vurgulaması önem arz etmekle beraber bu devrimleri hangi erkin yaptığı hususunda Mithat Atabey’in ifadeleri şu şekildedir.

Feodal düzen içinde yavaş yavaş gelişerek ekonomik ve sosyal alanda üstünlüğü ele geçiren sınıfın burjuva sınıfı olduğu görülmektedir. Maddi

54 Bu konuda aynı fikri paylaşan bir diğer araştırmacı da Atabey’dir. “ Aydınlanma ilk önce İngiltere’de başlamıştır. Bu bir rastlantı değildir. Çünkü İngiltere gerek monarşinin yetkilerini sınırlamada, genelde parlamenter bir sistem kurmada ve nihayet bağımsız kilisesini kurup Roma’daki Papa’nın otoritesinden sıyrılmada bütün öteki Avrupa toplumlarından erken davranmıştır.” . (Atabey, 2015: 16)

temellere dayanan bu olay, yani sosyal bir sınıfın ortaya çıkarak siyasi iktidara adaylığını koyması olayı, her zaman olduğu gibi yeni dünya görüşü, yeni bir felsefe, yeni bir ekonomik ve sosyal kuramı da beraberinde getirmiştir. Burjuvaya özgü bu geleneksel dünya görüşüne “aydınlanma felsefesi” denir. (Atabey, 2015: 14)

Aydınlanma dönemi düşünürleri, geçmiş Avrupa yaşamına ve kültürüne eleştiriler getirirken, tabii olarak, beslendikleri ana kaynak yine kendi tarihleriydi. Avrupa tarihine genel olarak bakıldığında Batı kültürü üç temel üzerinden modernizme doğru yol aldığı söylenebilir: 1. Yunan Felsefesi (Düşünce şekli), 2. Hristiyan Roma’nın kuruluşu (kanun), 3. Aydınlanma (bilgi ve teknik). Bu konuda Im Hof şöyle demektedir:

Aydınlanma yeni, daha iyi bir insan yetiştirmek istiyordu. Bu anlamda erdem öğretisinin eski anlayışını kabul etmişti: Eski Yunan ve Roma etiğinin arete ve virtus öğretisini, yani birçok çeşmede, belediye binasında ve kilisede hala tasvir edilmiş olarak bulunabilecek dört temel erdem olan adaletin, bilgeliğin, ölçülüğün, cesurluğun (justitia, prudentia, temperantia, fortitudo) tasarımıyla sıkılaşmış olan öğretiydi. Erdemler, tanrısal kökenliydi. Ama şimdi söz konusu olan şey, onları doğal hukukun ve aklın ilkelerine uygun bir şekilde yeniden düzenlemek ve herkes için geçerli kılmaktı.” (Hof, 1995:

203).

Aydınlanma’yı anlatan eserlerde en çok üzerinde durulan konulardan biri, ferdin/insanın özgür bir birey haline getirmeye çalışmasıdır. Çükü filozoflar Kilise’nin anlam katmanlarıyla oluşturulmuş dünyanın bireyi silikleştirdiğini ve ezdiğini düşünmekteydi. 18. yüzyılda filozofların - Kanunların Ruhu (Montesquieu), Toplumsal Sözleşme (Rousseau), İnsan Anlayışı Üzerine Bir İnceleme (Hume), İnsan Üzerine (Pope) metinleri gibi- insanın hak ve görevlerini bulma gayreti; Aydınlanma’yı “gelişen düşünme'nin en geniş anlamında, başlangıçtan bu yana insanlardan korkuyu kaldırmak ve onları kendilerinin efendisi durumuna getirmek” hedefini taşımaktaydı. (Horkheimer-Adorno, 1995: 19).

Matbaanın Avrupa’da yaygınlaşmasıyla beraber okur-yazar oranı artmıştı. Evvelden genelde üst zümreler ve din adamları için basılan kitaplar, okur-yazar oranının artmasıyla birlikte okur sınıfı da alt tabakaya doğru gelişen bir dönüşüm geçirmekteydi. Okuyan sınıf değiştikçe basılan metinler de içerik bakımından farklılaşmaya başladı. Bir yandan da dini eserler tabedilmeye devam ediyordu, fakat farklı dini yorumlamalar da kalabalıklara matbaa

yoluyla ulaşmaktaydı. Metinlerin basım ve artış hızının çokça artmış olması on sekizinci yüz yıl içinde Aydınlanma düşüncesinin genişlemesini sağlamıştı. (Melton, 2011: 97)

Aydınlanma tanımlamalarına bakarak şöyle bir genel hüküm çıkarılabilir.

Aydınlanma; seküler bir temelde yükselen, eleştirel aklın yorumlamalarına sadakatle bağlanan, Burjuva sınıfının yönetimi ele geçirmek için desteklediği, sosyal-idari-ekonomik-kültürel sebepleri ve sonuçları olan, geçmişte kalınan ya da kalınması istenen Avrupa yaşamını, düşüncesini, toplumunu yapılandıran erklerin neredeyse hemen hepsine getirilen genel bir eleştiridir. Aydınlanma tanımlamaları genel olarak incelendiğinde belirli özelliklerinden veya eğilimlerinden bahsedilebilir: “Bunlar sırasıyla hümanizm, deizm veya ateizm, akılcılık, ilerlemecilik, iyimserlik ve evrenselciliktir.” (Cevizci, 1999: 88)

Bu tanımlamalara ve özelliklere, farklı araştırmacılardan Aydınlanma’nın muhtelif veya benzer yönlerini açıklayan pek çok alıntı yapılabilir. Ama Aydınlanma düşüncesinin oluşmasını sağlayan en önemli itki, insanların düşünce biçimindeki değişikliktir.

Aydınlanma’nın temelini oluşturan Rönesans ve Reform hareketlerinden önce de Latince bilenler vardı. Ama dönüşüm için farklı bir düşünme biçimi gerekmekteydi. Bu farklı düşünce biçiminin değişikliği on sekizinci yüz yılın ilk çeyreğini bekleyecekti. Paul Hazard Batı Düşüncesindeki Büyük Değişim adlı eserinde 1680 yılı civarından başlayıp 1715 yılında biten bir devreye odaklanma sebebi, bu düşünme biçiminin değişime başladığı yıllar olarak tespit etmesindendir. Geleneksel olan düşünme şekli artık geride kalmaktadır. Söz konusu yıllar arasında (1680-1715) Spinoza, Malebranche, Fontenelle, Locke, Leibniz, Bossuet, Fenelon, Bayle gibi düşünürlerle karşılaşan Hazard onların sorunsalını şöyle anlatmaktadır:

Bu dev kafalar, her biri kendi karakterine ve dehasına göre, insan zihnini ebediyen meşgul eden Tanrı'nın varlığı ve mahiyeti; gerçek ve dış görünüş, hür irade ve kader, kralların ilahi hakları, sosyal devletin teşekkülü gibi hepsi de hayati olan meselelerle, bu meseleler sanki yeni ortaya çıkmışçasına, uğraşıyorlardı. İnsan neye inanacaktı? Hangi prensiplere göre hareket edecekti? Ve yine, uzun zamandır katiyetle halledildiğine inanılmakla beraber, şu mesele ortaya çıkıyordu: Quid est Veritas? (Hakikat nedir?) (Hazard, 1973, VIII)

Paul Hazard on yedinci yüzyıl ile on sekizinci yüzyıl insanlarının arasındaki farkları ise düşünme biçimindeki değişiklik ile şöyle ifade etmektedir:

Otoritenin teminatı altında bir meratip silsilesi, bir disiplin ve nizam;

dogmatik prensiplere sıkı sıkıya bağlı bir hayat: işte on yedinci yüzyıldaki insanların aziz tuttukları şeyler. Ama onlardan hemen sonraki on sekizinci yüzyıl insanları bu tahditlerden, otoriteden ve dogmalardan şiddetle nefret ettiler. Evvelkiler Hristiyanlığı tutan, berikiler de tutmayan kimselerdi.

Evvelkiler, ilahi hukuka, berikiler tabii hukuka inandılar. Evvelkiler eşitsiz sınıflara bölünmüş bir cemiyet içinde kaygısız yaşadılar, berikiler ise bir eşitlik rüyası içindeydiler. (Hazard, 1973, VII)

Artık Avrupa’daki aydınlar, geleneğin geride kalmasını istemekteydiler. Geleneksel düşünme biçimindeki mevcut hayatın ve geçmişte yazılan eserlerin daha güzel, daha büyük olduğu kendilerini tatmin etmemekteydi. Geleneksel düşünme biçiminden dolayı evvelki Batı düşünürleri, şaheserlere öykünerek (Hazard’ın ifadesiyle kopya ederek) metinler üretmekteydi. (Hazard, 1973: VIII). Ne de olsa “Racine'inki gibi trajediler, Moliere'inki gibi komediler, La Fontaine'inki gibi masallar yazmaktan daha fazlasını kim yapabilirdi?”(Hazard, 1973: VIII). Geleneğin kutsanmış, zulmün din/kilise tarafından meşrulaştırılmış siyasi, iktisadi ve toplumsal hayatına; on yedinci yüzyılın sonu on sekizinci yüzyılın başı itibariyle düşünme biçiminin değişmesiyle, artık isyan edilmekteydi.

Hücuma geçenler adım adım ilerlediler. Sapıklık artık gizli-kapaklı bir şey olmaktan çıktı; taraftarlar kazandı, asi ve mağrur bir hale geldi. İnkârcılık kendini artık gizlemeyip apaçık ortaya çıktı. Akıl artık muvazeneli bir hikmet değil hiddetli bir tenkitçi oldu. Mucizeler, herkesin inanmasına bakarak Tanrı'nın varlığını ispatlama gibi en yaygın bir şekilde kabul edilmiş telakkiler şüphe konusu oldu. Tanrı semada bir yerde, bilinmeyen ve nüfuz edilemeyen bir gökte bırakıldı. İnsan, sadece ve sadece insan, her şeyin ölçüsü oldu. (Hazard, 1973, IX)

Aydınlanma düşünürleri için yapılması gereken ilk iş geleneğin yıkılması idi.55 Bu faaliyet yeni bir sorunu beraberinde getirdi: Yıkılan geleneğin / dünyanın yerine ne konulacaktı? Yönetim, toplum, düşünce, kültür, ahlak, sanat, iktisat kısaca yaşama dair ne

55 Paul Hazard, Avrupa dışına giden seyyahların eserlerinde veya Avrupa dışına çıkmayan ama Batı’nın dışına seyahat etmiş gibi eserler üreten yazarların metni için şu kaydı düşmektedir: “Hiçbir gelenek hücumdan kurtulamaz; karşı çıkılmayan hiçbir fikir, sarsılmamış hiçbir otorite kalmaz. Her türlü müessese yıkılır; her şeye menfi bir tavırla bakılır. Alışılagelmiş rahipler yerine yaşlı hâkimler belli yerlerde laik vaazlar verirler;

bozulmamış cumhuriyetleri, müsamahakâr oligarşileri, ikna yoluyla varılan barışı, kilisesiz ve ruhbansız bir dini, zevk haline gelen temiz bir çalışmayı propaganda ederler; kendi ülkelerinde, günahın isminin bile bilinmediği ülkelerde hâkim olan bilgeliği överler.” (Hazard, 1973: 30-31)

varsa Kilise’nin yorumladığı, öte dünyanın devamı niteliğindeki Tanrı sitesinden farklı, yepyeni bir sitenin kurulması gerekmekteydi. Her şeyin yeniden ele alınması lazım gelmekteydi ve öyle de oldu. Dinin yerini felsefe, ruhban sınıfının/papazların yerini de aydınlar aldı.

Ama en az bunun kadar önemli ve acil bir vazife de, insanı ölümün öncüsü olan bir şüpheciliğe düşmekten kurtarmak üzere, insanlığı hep yanlış yola götürmüş metafizik rüyaları 'bertaraf eden ve bizim hudutlu gücümüzün ulaşabileceği, bizi memnun etmeye yetecek olan gerçekler üzerine teksif edilmiş bir felsefenin kurulmasıydı. İlahi müeyyidesi olmayan bir siyasi sistem, esrarsız bir din, dogmasız bir ahlak kurmak gerekti. (Hazard, 1973:

IX)

Bir diğer adı akıl çağı olan Aydınlanma’nın; evrenselci, bireyi merkeze alarak yeni bir toplum tasarımı, dünyanın gittikçe sona yaklaştığı inancının tersine dünyanın daha iyi bir zamana geçtiği düşüncesi, bilginin pratiğe dökülmesiyle oluşan teknolojinin hayatı daha ilerlemeci bir aşamaya geçireceğine olan güven, daha katılımcı bir idari yönetim söylemi, ekonomik olarak müreffeh bir topluma ulaşma istemi ne kadar hedefine ulaştı? Bu soruyu Ahmet Cevizci’nin Felsefe Sözlüğü’ndeki aydınlanmanın çöküşü maddesi ile cevaplayarak bu ayrımı nihayete erdirelim.

… öncelikle bilimin, maddi ve fiziki koşullarda sınırsız bir gelişmeye yol açacağı umulan bir süreç olarak, teknoloji alanındaki uygulaması, Avrupa'da kentleşmeyi ve kentlerde yoksul gecekondu semtlerinin doğuşunu hızlandırmıştır. İşte bu varoşlarda yaşayan işçilerin, yaşam koşulları açısından, feodal dönemin yoksul köylülerinin çok daha gerisinde kaldıkları görülmüştür. Yine, yeni bir akıl ve demokratik özgürlük çağını başlatacağına inanılan Fransız Devrimi terörün egemenliğiyle son bulmuş ve devrimi mutlakiyetçi yönetimler izlemiştir. Öte yandan, on dokuzuncu yüzyılda ortaya çıkan insan tipi, Aydınlanmanın insan modelinden oldukça farklı olmuştur. Buna göre, Aydınlanmanın akıl tarafından yönetilen, kendine güvenli, dışa dönük insan tipi yerine, on dokuzuncu yüzyılda daha çok duyguları tarafından yönlendirilen, tedirgin, yabancılaşmış ve içe dönük bir insan ortaya çıkmıştır. (Cevizci, 1999: 90)

2.1.3. Modern Batı Kültürünün Oluşumu, Ulus Devletin Kökeni ve Edebiyatın