• Sonuç bulunamadı

Yeni İnsanın İmparatorluğa, İstanbul’a ve Sultan’a Bakış Açısının Belirlenmesi Belirlenmesi

3. TÜRK ROMANINDA YENİ İNSAN (1923-1938)

3.1. Erken Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Yerleşik/Geleneksel İdari ve Dini Yapıların Ötekileştirilmesi Dini Yapıların Ötekileştirilmesi

3.1.1. İdari Yapının / İmparatorluk Kurumlarının Ötekileştirilmesi

3.1.1.1 Yeni İnsanın İmparatorluğa, İstanbul’a ve Sultan’a Bakış Açısının Belirlenmesi Belirlenmesi

Osmanlılık öldü.

Yaşasın Yeni Türkiye.. ve..

İhtilal: Kahrolsun Osmanlılar Etem İzzet-On Yılın Romanı

Yirminci yüzyılın ilk çeyreği Türk tarihi açısından oldukça zordu. Darbeler, işgaller, baskınlar, Balkan Savaşları, I. Dünya Savaşı hemen akabinde Kurtuluş Savaşı nihayetinde 1923’te kurulan bir Cumhuriyet ve savaş yıllarının geride kalması. 1923 sonrası ise Batı’nın ekonomik ve siyasi gücüne ulaşmak saikiyle yapılan ve medeniyet dönüştürme projesine denk gelen büyük devrimlerin, halk nazarında meşrulaştırılması ve toplum içinde dolanıma sokulması için kitle iletişim araçlarının yokluğunda edebiyat türleri dönem yazarları tarafından kullanılmaktaydı. Siyasi merkezde kanunlar geçiyor fakat bunların halk arasında

yayılması zaman alıyordu. İmparatorluk tebaasındaki halk, şimdi ulus devlet yapılanmasının halkı idi. Bu kalabalıkların Cumhuriyet’i kuran kadronun yapmış olduğu köktenci yeniliklerle büyük uyumu kaçırmaması için zihniyetinin de ulusçu tezlerle, eskiyi olumsuzlayan söylemlerle, geleneğin sürekli eleştiriye tutulmasıyla belirlenmesi gerekmekteydi. Bu bağlamda Melih Erzen öz bir açıklama yapar:

Güçlü bir devlet geleneğine sahip olan Osmanlı'nın XIX. yüzyıl sonlarında çökmesiyle birlikte aydınlar ve yöneticiler tarafından alternatif yönetim arayışlarına girişilmiş; emperyalist batılı güçlere karşı verilen büyük bir mücadele sonrasında yeni bir devlet kurulmuştur. Ancak bu yeni devlet, mirasçısı olduğu Osmanlı'nın aksine yüzü batıya dönük ve seküler dünya görüşüne dayanan bir rejimle yoluna devam etme iradesini göstermiştir. Bu noktada halka yeni rejimi tanıtmak ve bu rejimin saltanata, hilafete dayalı eski rejime göre her yönüyle daha olumlu ve âdil bir yönetim olduğunu göstererek gerekli meşruiyeti tesis etmek düşüncesi belirmiş; bu anlayış doğrultusunda halkla temasa geçilmiştir. Birçok kanunun yeniden düzenlenmesi, sosyal ve siyasî açıdan birtakım düzenlemelere gidilmesi gibi resmî yaptırımların yanı sıra halka ulaşmak adına yayın organları ve sanat dalları da etkin şekilde kullanılmıştır. Bu sanatlar içerisinde yer alan edebiyata da -sağladığı geniş ifade imkânıyla söz konusu gayeyi gerçekleştirmek adına en büyük olanakları sunan vasıtalardan biri olarak başvurulmuş; böylelikle siyasi otoritenin belirlediği bir tür edebiyat kanonu ortaya çıkmıştır. Her ne kadar birbirinden tamamen farklı sanatçı-eser-okur topluluklarına bağlı olarak şekillenen çok sayıda edebiyat kanonu mevcut olsa bile (Tekelioğlu, 2003: 66-67) bu dönemde siyasi gücün ve resmi ideolojinin öngördüğü doğrultuda ilerleyen edebi temayülün daha baskın olduğu kolayca fark edilebilir. (Erzen, 2016: 437)

Murat Kacıroğlu’da Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde yazılmış tarihi macera romanlarında, iktidar ideolojisinin etkisiyle Osmanlı Devleti’nin ötekileştirildiğini söyler.

Tarihî-macera romanlarda Osmanlı ‘öteki’ konumunda tutularak kuvvetli bir Osmanlı-Türk ayrımı vurgusu geliştirilmiştir. Bu durum, erken Cumhuriyet döneminde yazılan birçok tarihî-macera romanın da temel yaklaşım tarzı olmuştur. Bu romanlarda resmî ideolojinin desteklediği kanonik söylem daha yoğun ve daha marjinal biçimde dile getirilmiştir. (Kacıroğlu, 2010: 455)

Yine Alaattin Karaca Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde resmi ideoloji doğrultusunda bir edebi yazının geliştiğinden bahsederek bu kanonik eğilimde en önemli vurgulardan birinin Osmanlı Devleti’nin kötülenmesinin olduğunu belirtir.

1925 yılında yürürlüğe giren Matbuat Nizamnamesiyle basın üzerinde güçlü bir kontrol sağlayan yeni yönetim, muhalif bir sese ve eleştiriye pek fırsat tanımadığı gibi, basın-yayın ve sanatsal etkinlikler aracılığıyla, egemen ideoloji doğrultusunda bir kültür inşasına başlamıştır. Pek çok konuda olduğu gibi, Cumhuriyetle beraber, yeni bir ulusal kimlik arayışına girilmiş, bu arayışta etnik köken, etnik coğrafya, etnik tarih konuları öne çıkmıştır. Bu bağlamda, Cumhuriyet döneminde Osmanlılar ve Osmanlı tarihi de sıkça tartışılır. Söz konusu yıllardan itibaren, özellikle edebiyatta, değişik türde verilen eserlerin bir kısmında, Osmanlı hanedanının kötülendiği, Osmanlı tarihinin karalandığı ve âdeta bir itibarsızlaştırma edebiyatının vücut bulduğu dikkati çeker. (Karaca, 2014: 210 )

Açıklamalara istinaden diyebiliriz ki; odaklandığımız dönemin tetkik ettiğimiz romanlarında hep bir öteki diyalektiğinden hareketle, yeniliklerin meşrulaştırılması amaçlanmaktadır. Batı esaslarına göre yeni bir devlet, toplum ve birey inşa etmek isteyen yönetici kadro için, İmparatorluk bakiyesi bireylerin zihninde yüzyıllarca yaşanarak bir değer/kıymet haline gelmiş yapıların yerinden edilmesi, ötekileştirilmesi lazım gelmekteydi.

Yeni kurulan devletin kurucu kadrosuyla aynı ideolojide olan yazarlar da bu minvalde romanlar üretmekteydiler.

Etem İzzet Benice’nin On Yılın Romanı’nda yazar, Türkiye Cumhuriyet’ini sanki yabancı bir devletten ve milletten ayrılma olarak nitelemektedir: “İmparatorluk bu ihtilalin farkında değildi. Anadolu’da Osmanlı milletinin içinden Türk ırkının ayrılışını ve yeni hükümetin kuruluşunu sezemiyordu” (Benice , 1933: 57). Yazar edebi metin şeklinde/roman tarzında kurguladığı bu ideolojik anlatısında iktibastaki hükmünü daha belirgin kılar. Yazar, İstanbul Hükümeti’nin Mustafa Kemal’e teslim ol çağrılarına karşı Anadolu halkının

“Osmanlılık öldü. Yaşasın Yeni Türkiye.. ve.. İhtilal: Kahrolsun Osmanlılar.” (Benice , 1933: 60) diye haykırdığı şeklindeki ifadeleri romanına yerleştirir. Bu dönemin tezli romanlarında Osmanlı İmparatorluğu çok ilginç bir şekilde Kurtuluş Savaşı’nda yenilen bir diğer devlet olarak ele alınır ve ötekileştirilir. Etem İzzet’in aynı romanında “Gazi’nin çocuğu” (Benice, 1933: 84) olarak adlandırdığı Erhan mektep sıralarında şu nutku atar:

Dumlupınar’da Türk, Osmanlı İmparatorluğunu değil; kendi için çizdiği yurt toprağının sınırlarını kurtardı ve kendi düşmanlarını yendi. Hem Yunan’ı hem İmparatorluğu yendi. Lozan’da İsmet Paşa Osmanlı İmparatorluğu’nun istiklalini değil, Türkiye’nin istiklalini mühürletti. Bunun içindir ki Osmanlı İmparatorluğu öldü. Türk onun sürüsünde ilk ve son ırktı.

O çekilince öteki yıkıldı! Türk milleti şimdi kendi davası, kendi toprağı, kendi ülkesi üzerindedir. Ve.. biz: - Büyük Türkiye’ye gidiyoruz. Döndüğümüz tarihin içindeyiz. Dünyanın en yüksek, en kalabalık milleti Türk milletidir.

(Benice, 1933: 80).

Paragrafta görüldüğü üzere bu sözler bir roman başkişisine aittir. Yazar ideolojisinin aktarımını yapmak için ürettiği kişi olan Erhan’a muayyen bir ötekileştirme yaptırır.

Osmanlı Devleti’ne düşmanca bir nazarla bakılır.

Etem İzzet’in bir diğer romanı Aşk Güneşi’nin de aynı ideolojik yaklaşım ile şekillendirildiği ve metni oluşturan temel bakış açısının iktidar ideolojisinin tek sesli anlatısı olduğu aşikârdır. Yazar aşklarını vatanın kurtuluşuyla bir gören üvey kardeşleri roman başkişileri yaparak ideoloji aktarımını telkin etmeye çalışır. Yazar Teğmen Hasan’ın ağzından yine bir Osmanlı-Türk ayrımı yapar.

Ana kapısını, Türk nefesiyle buğulanan vatan havasının yayıldığı bu toprağı kurtarmak lazım. Kurtaracağız ve son damla Türk kanı ile İmparatorluk idaresinin damarlarımıza aşılamak istediği kiri akıtacağız. Türk vatanı ancak kirsiz, lekesiz, boyunduruksuz bir vatan olmaya layıktır. İnsan enikliği boyunduruğa boyun uzatan Osmanlıların olsun! Türk… marş marş ileri.

(Benice , 1930: 110).

Yazarın iktibastaki anlatısında görüldüğü üzere Osmanlı oldukça ötekileştirilen bir yaklaşımla metne yansıtılmıştır. Yazarın anlamlandırmasına göre Türk Osmanlı’dan oldukça farklılaşır. “ Türk marş marş ileri” söyleminin içkinliğinde bir pozitivist düşünce yatar. Bu söylemle yazar, Osmanlı’nın zihniyeti geri kalmış olduğunu dolaylı olarak metne dâhil eder. “ Türk! Marş marş!.. İstikamet: Güneşin oğlu. Biz kurtuluşumuzu orada bulacağız. Beyinlerimizi orada tazeleyeceğiz. Damarlarımızdaki Osmanlılık kanını orada yıkayacağız.” (Benice , 1930: 208). Yazarın güneşin oğlu olarak tanımladığı kişi Mustafa Kemal’dir. Yazara göre beyinler orada/onda tazelenir, Osmanlılık kanı orada/onda yıkanır.

Farklı bir deyişle, iktidar ile uyumlu ideolojisini meçhul okura aktarılması için roman başkişisi Hamra üzerinden yazar, Osmanlı’dan ve onun temsil ettiği zihniyetten ve

yaşantıdan ayrılmak gerektiğini ve bunun ancak Mustafa Kemal’le olacağını/olduğunu söylemektedir. Anlatının devamı hükmümüzü teyit eder türdendir. “ Mustafa Kemalizm yalnız bir kurtuluş bayraktarlığının adı değil, bütün bir millet değişikliğinin adı; etile, beyniyle, irfan ve kültür ile bütün bir iman. Dün ve yarın ayrılığıdır. Vay, bu imana gönül vermeyenlerin başına.” (Benice, 1930: 208). Yazarın söylemine bakılırsa geçmiş ile gelecek ayrılığının daha açık bir ifadeyle söylersek Osmanlı’dan kurtuluşun adı Mustafa Kemal’dir.

Etem İzzet Benice romanının başka bir yerinde ise Osmanlı için şunları söylemektedir: “ Çin bize ne kadar uzak ve ayrı ise Osmanlı Devleti ve Osmanlı ruhu da bizden o kadar uzak ve ayrıdır. Biz onun başımıza yıkılan enkazı içinden fışkıran ve o enkazı bütün düşmanlarımızla beraber ayaklarımızın altına alan nesiliz.” (Benice, 1930: 361). Yazar Osmanlıdan ayrılığı elzem gördüğü kadar Osmanlıya karşı düşmanca bir tavır almıştır. Osmanlı olanlara sadece bir hayat hakkı lütfeden söylemleri anlatısına da dâhil eder. Yazar bu hususta oldukça keskindir.

Türk nesli, büyük Türkiye, yeni Türkiye çocukları. O adamlar artık bilmelidirler ki eğer bugün içimizde ve soframızda yer alabiliyorlarsa ya yüzlerinde kabuk bağlayan maskenin düşmemiş olmasından ya büyük millet silindirinin henüz onların dönme ruhlarının üzerinden geçmemiş olmasından.

Onlar ölecekler, kendi kendilerini yiyerek, bitirerek ölecekler. Onlara bu toprak üzerinde, bu bina içinde artık hayat yok, iş yok, nüfuz yok. Onlardan tek bir şeyi sakınmıyoruz: Kanunların tayin ettiği Türkiye vatandaşlığı.

Bundan ötesi yok. Bundan ötesi Hasan’ın dediği gibi: Mustafa Kemal’in güneşe yükselttiği hep yeni hüviyetindir. Yeni adam, yeni kafa, yeni dimağ, yeni, yeni. Sonsuz yeniliğin… (Benice, 1930: 361-362).

Aşk Güneşi’nin konu edindiği dönem veya ana olay zamanı Milli Mücadele dönemidir. Fakat roman yazıldığı dönemin kesif ideolojik havasını okura aksettirir. Yazarın yapmak istediği; meçhul okurun zihnine ve hissiyatına Osmanlı’nın bitmişliğinin ve yeniliklerin gerekli olduğunu telkin etmektir. Böylelikle edebi metin ideolojik bir araç olarak kullanılır hale gelmiştir.

Aka Gündüz’ün Dikmen Yıldız’ı romanında Yıldız’ın şehit varsayılan nişanlısı Murat’ın miralay emeklisi babası Yıldız’ı teskin için verdiği tesellilerde birden sözü İstanbul’a, saraya ve padişahlara getirir. “İstanbul, İstanbul… O ne ufuksuz, ne dipsiz bir ummandır.” (1974: 137). Yüzlerce yıl İslam’ın siyasi başkentliğini yapmış ve İslam Medeniyeti’nin sembolü haline gelmiş bir kentin ufuksuz ve dipsiz olarak tasvir edilmesi

yazarın ilk baştan niyetini bizlere göstermektedir. Romanın ilerleyen bölümünde ise Murat’ın babası emekli miralay, Yıldız ile İstanbul’a gitmeyi hayaller ama bu yazarın asıl yapmak istediği Saray’a, hanedana ve Saltanat’a eleştiriler getirmek için bir kurgu tasarısıdır:

Orada düşmanların ve düşmanlıkların her çeşidini göreceğiz. Papazlaşan softalara, softalaşan züppelere, züppeleşen kart prenseslere, prensesleşen sokak artıklarına rastlayacağız. Bir vatanın, bir milletin nasıl batırıldığına şahit olacağız.[…]. Kendi içimizdeki gamı bir köşeye saklayıp Üsküdar ufuklarında güneş arayanların zehirlerini gönlümüzde eriteceğiz. (1974: 38) Şehit varsayılan Murat’ın Miralay rütbesinden emekli babası “insanların en suçsuzu ve insanların en şeytanı ordadır” (1974: 138) derken en suçsuzları, milli mücadele döneminde Anadolu’ya giden gençlerin birçok yavuklusu olarak tanımlarken, şeytanı da saray ahalisi olarak tanımlamaktadır ve sarayı bombalama kendisine keyif veren bir düşüncedir. Saray onun için şehvet ve eğlencenin merkezidir. “ Pencerelerinden ışık kahkaha ve şehvet taşan sarayların diplerinden geçeriz, istersek içeriye bir bomba savururuz. Gümbürtüsü bizim kahkahamız olur.” (1974: 138). Bu kinden padişahlar da nasibini alır: “ Bana şu ihtiyar pençemin altında bir padişah boğdursunlar; bin Murat’ı, bin Yıldız’ı, bin ihtiyar Miralay’ı feda edeyim.” (1974: 138). Emekli miralayın bu istek için feda ettikleri oğlu, oğlunun nişanlısı ve kendisidir.

1928 yılında yayımlanan Dikmen Yıldızı romanı milli mücadele dönemini kendisine zaman olarak seçmiştir. Sakarya Meydan muharebelerinin içini ve hemen sonrasını kapsadığı için romanın zamanlaması 1921-1922 yıllarına denk gelmektedir. 1922 yılının önemli olayların birisi de 1 Kasım 1922’de saltanatın ve padişahlığın kaldırılması olmuştur.

1928’de yayımlanan bu romanda bir nevi bu kanunnamenin halk nezdinde meşrulaştırılması yapılmakta ve haklılığı vurgulanmaktadır. Muhayyel veya meçhul okurun romandaki Miralay emeklisi beyefendinin söylediklerine ikna edilmesi için özverili, büyük bir vatansever, fedakâr, oğlunu şehit vermesine rağmen vakur, dürüst bir roman kişisi olarak çizilmektedir. Ve Miralar emeklisi Beyefendi saltanat için şu sözleri sarf etmektedir:

İstanbul sokaklarında dolaştıkça dişlerimizi gıcırdata gıcırdata, kahkalarla güle güle, herkese, her tarafa “ biz saltanat düşmanıyız” diyeceğiz. Hiçbir ferdin, hiçbir kayıt ve şartla hiçbir milletin sırtına ağır bir taht yükletmiyeceğini anlatacağız. Şaşarım o gafil milletlere ki, hala ciğeri çürümüş imparatorların rüyasını görürler. Niçin ve ne hakla hükümdar?

Niçin ve ne hakla baskı? Milletim, ülkem, devletim diye milleti, ülkeyi, devleti kahve ocağı gibi kullanmak istiyenlere lanet olsun! Ben pırasa, sen terlik, o saksı, öteki av köpeği değildir ki, bir sahibimiz olsun. Ben bir şahsın veya hanedanın tebeası!.. Hayır Yıldız! Ben kendimin tebasıyım. Kendi saltanatımın hükümdarıyım. Hükümdarlığın bir tohumu vardır, adına zorbalık derler. Tarihleri baştan başa tetkik et, göreceksin ki, en büyük imparator, cihanın rahminden zorba olarak dünyaya fırlamıştır. (1974: 138-139).

Bu uzun paragraf ana metinde daha da uzar. Yazar Miralay’ı haklı çıkarmak için ona padişahlar ve dalkavukları tarafından yapılan zulümlerden bahsettirir. Miralay’ın bu cümleleri imparatorluk tâbiyetinden ulus devlet tâbiyetine geçmenin ne kadar elzem olduğunu göstermek içindir. Ayrıca bu anlatılarda ulus devlet yapılanmasında bireyin, geçmişe göre bağımsız olduğu vurgulanır.

Sadri Ertem’in 1933 yılında yayımlandığı romanı Bir Varmış Bir Yokmuş’ta; ismiyle müsemma olarak, masalsı bir anlatım göze çarpar. Roman Sultan Abdülmecit tasviri ile başlamaktadır: “ Beyaz ipek entarili, kara kıvırcık sakallı adam […]. Belli ki beyaz entarili, kara et kıvırcık sakallı adamın içinde bir sıkıntı, bir dert var.” (Ertem, 2014: 5). Sultan Abdülmecit romanda var olduğu sürece sürekli eğlence düşkünü şeklinde çizilir yazar tarafından. İngiltere, Fransa ve Rusya Kudüs’ün kime kalacağı ve İmparatorluğun akıbeti hususunda görüşmeler yaparken Sultan Abdülmecid âşık olduğu halayık Gülbahar için kaybolan elmas kadehi aramakla meşgul olarak betimlenir (Ertem, 2014: 28-33). Hatta öyle ki yazar, Sultan Abdülmecid bir gece maşuku Gülbahar’a havuzun başında denk gelir.

Yazar; kızlar ‘Aaa Erkek var..’ deyip kaçışınca Abdülmecid’i Gülbahar’ın havuzdan çıkan ayak izidir diye “Eğildi ıslak mermeri öptü. Bundan sonra buraya sadece benim dudaklarıma değecek. Hiçbir insan ayağı buraya dokunmayacak…” (Ertem, 2014: 54) deyip alkollü olduğundan dolayı oracığa sızar bir şekilde sahneler. Yazar onu aşkından dolayı derbeder bir şekilde sürekli resmeder. “ Bir gün şarabı içti, afyonu yuttu, Mesnevi okudu, nafile namazını kıldı.” (Ertem, 2014: 62). Sadri Ertem’in Bir Varmış Bir Yokmuş romanı Sultan Abdülmecid Efendi ile başlar Lozan Antlaşmasını da konu edinerek biter. Yazar;

İstiklal Savaşı’nda ise Yunanlıları yenilgiye uğratmakla beraber Osmanlı İmparatorluğu’nu çökerttiğine sevinmektedir.

Dönen bir talihin müjdesi idi, Bu akşam artık köhne kurunu vustanın da temeli çatırdadı. İstanbul’daki saray, ve sarayda yaşayan orta zaman

Akdeniz’e doğru koşan askerin ayak sarsıntısında çöktü. Bu çöken çatının altında can verenler şunlardı: Padişahın sarayı, Halifenin kavuğu, Arap harfinin akıllı ve maşlahlı bedeni, destanı medrese, hacı yağ sürünüp yeşil cübbesini savuran, göbek oynatan şer’i şerif… (Ertem, 2014: 123)

Bu tür romanlarda saray, debdebe ve israf ile eşleştirilir. Fazlı Necip’in Külhani Edipler romanının başkişisi Kenan Bey Fransız bir şairi ve onun Fransız şair hanımını bir akşam Namık Kemal, Sadullah Bey, Şinasi ve Münif Efendiler ile birlikte misafir etmektedir. Fransız şairin hanımı olarak tanıtılan aslında hafifmeşrep bir Hanımefendi olan Periye bir harem dairesi görmek istediği için Kenan’ın eve mürebbiye tuttuğu ve maşukası olan Mariluiz ile yine Kenan’ın aracılığıyla Saray’a giderler. Yazar sarayın kötülemesi için olay örgüsünü hazırlamıştır. Bu iki hafifmeşrep Fransız kadını, gerçek Fransız asilzadeleri sanılarak Sultan dairesinden çok pahalı hediyeler ile dönmüşlerdi (1930: 25). Yazar söylemek istediklerini Fransız kadını Periye’ye söyletmektedir.

Kadın (beş bin frank) sözünü işitince gözlerini açtı. – Gerçek mi söylüyorsun?.. ben broşu sultanın küçük kızının başında gördüm ve pek beğendiğimi söyledim. Sultan o anda tacı kızının başından çıkardı.

Tebessümlerle bana hediye etti. Ehemmiyetsiz bir şey zannettim.

Teşekkürlerle kabul ettim. Böyle kıymetdar bir mücevher ilk görülen bir ecnebiye hediye edilir mi? (Necip, 1930: 26)

Roman başkişisi sonra sözü alır ve Sultanların ihsanına sınır olmayacağını vurgulayarak şöyle der: “ Her şey onların.. Bütün millet, kırk milyon insan onlar için çalışmıyor mu?” (Necip, 1930: 27). Fazlı Necip mezkûr romanında sultanı ve saltanatı her fırsatta olumsuzlamaktadır. I. Dünya Savaşı’ndan sonra mütareke dönemlerinde padişahlar için şu ifadeleri kullanmaktadır yazar:

Mütareke seneleri İstanbul’da bir tarafta müttefiklerin ve etrafını saran Rumların, Ermenilerin küstah mütecasir tazyikleri, tahkirleri, diğer tarafta padişahın yalnız kendini, servetini, saltanatını kurtarmak için kabul ettiği zilletler, rezaletler, hıyanetler, Türk tarihinin ve hayatının en mühim dönüm noktasını teşkil etmiştir. (Necip, 1930: 295-296)

1930 yılında yazılan bu roman dönemin politik havasına uygun olaraktan yazar tarafından roman başkişisine saltanata ve hanedan üyelerine heyecanlı bir üslupla eleştiriler getirmektedir. Babasına ‘saltanat hanedanını niçin tahkir ediyorsun babacığım?’ sorusuna Kenan Bey şu cümlelerle mukabele eder:

Ne mi yaptılar?... Daha ne yapsınlar?... Bu zavallı milleti, bu mübarek vatanı asırlardan beri pençelerinde cehaletle uyuttular, istibdat ile ezdiler… Bu sabırlı, mütevekkil, necip Türkü bir koyun sürüsü gibi taassup nüfuzu altında iradesiz, fakir, muti ve mütehammil sürüdüler. Kışta çıplak kalacak derecede yününü aldılar, yavrularına, bir damla bırakmayacak kadar sütünü sağdılar… Memleketin serveti, iktisadı, refahı daima onların sefahet girdabına gitti sükut etti. (Necip, 1930: 302-303)

Fazlı Necip bu sözleriyle 1922 yılında kaldırılan Saltanat’ın kanun maddesini ve temel düşüncesini kalabalıklar nezdinde meşrulaştırıp meçhul okur nazarında dolanıma sokmaktadır ve bu tür paragraflar mezkûr romanda oldukça fazladır. Son örnek artık saltanatın kaldırılması gereğindedir: “ Kendi zevklerine, şehvetlerine hizmet için yaratılmış mahlûklar gibi para ile satın alarak sürülerle saraylara doldurdular… Artık bu adamlara hürmet yeter… Hele sizler… hele sizler… bunlardan nefret etmelisiniz…” (1930: 303) Yazar roman başkişisi Kenan Bey’e söylettirdiği bu cümlelerle kalabalıklara nutuk çekme kıvamına gelir. Üslup heyecanlıdır. Kenan Bey’in erkek torunu olan Bülent’te dedesi gibi saltanatı ve hanedan üyelerinden nefret eder ve ben Türk’üm (1930: 299) diye haykırır.

Bülent’in konuştuğu bölümlerde de kalabalıklara heyecanlı bir konuşma havası oluşturulur:

“ Millet!... Evet zavallı millet!... Güya bu zavallı kütleyi düşünüyorsun…” (1930: 307).

Yazar saltanata bir taraftan olumsuz eleştiriler getirirken diğer taraftan medreselerin kapatılmasını öngören Tevhid-i Tedrisat kanunu da aynı şekilde meçhul okurun zihninde meşrulaştırır: “Milleti hiçbir şey öğretilmeyen medreselerde yetişen cahil softaların eline bıraktılar.” (1930: 303).

Yazarın hanedan mensuplarını tasvir ederken sürekli bir kötücül izlenim sunar.

Sultan Efendi’nin oğlu Necmettin Bey yazar tarafından şöyle tasvir edilir: “ Sultan Efendi’nin oğlu Necmeddin Beyefendi ise veremli gibi zayıf, sarı çehreli yirmi yaşlarında bir gençti.” (1930:44 ). Başka bir yerde Sultan Efendi’nin oğlu “ Necmettin’in vücudu kadar mefkûresi, muhakemesi de zayıftı.” (1930: 60). “ safdil Necmettin” (1930: 61) gibi ifadelerle tanımlanır. Necmettin Efendi’nin romanda ismi geçtiği yerlerde korkak, ürkek, munis, zavallı tavırları vurgulanmaktadır. Nesrin ile olan hissiyatını Sultan annesine açtığı zaman, annesi şöyle demektedir: “ Sen kim olduğunu unutuyorsun galiba!.. Hanedanımızdan bir erkeğin şehirli kızla izdivacını gördün ve işittin mi? Böyle sözlerle canımı sıktığına teessüfler ederim” (1930: 67).

Yazar romanında Yeni Osmanlılar’dan Cumhuriyet’e kadar ki geçen zamanı konu edinir. Necmeddin Efendi’nin bahsi geçtiği dönemler ise Sultan II. Abdülhamit’in tahta

geçtiği dönemin hemen sonrası olan 1878 yılıdır. Sultan Abdülaziz’in ve II. Abdülhamit’in Necmettin Efendi diye bir çocukları yoktur. Fakat Sultan V. Mehmet Reşat’ın bu isimde bir oğlu vardır. Romanın yazılış tarihi ise 1930 olduğu düşünülürse, Necmettin isminin bilinçli bir şekilde kullanıldığını düşünebiliriz.

Burhan Cahit Morkaya’nın Dünkülerin Romanı’nda ise Milli Mücadele döneminde İstanbul’da bulunan Sultan’a romanda küfürler edilir. Avrupa’da bulunan roman başkişisi Ahmet Reşit İstanbul’daki arkadaşı Ahmet Rıfkı’dan memleketin ahvaline dair 22 Temmuz 1919 tarihli bir mektup alır. Mektup tarihinden Sultan Vahdettin’in tahtta oturduğunu çıkartmaktayız ve mektup Sultan’a galiz söylemler içerir. “ Sarayda birkaç Çerkes kızı ile sıcak hamamından başka her şeyi vermeye razı haysiyetsiz, şerefsiz bir padişah var ki hala halife i ruyizemin olduğunu iddia ediyor.” (Morkaya, 1934: 265).

Burhan Cahit Morkaya’nın Yüzbaşı Celal romanında ise Yüzbaşı Celal Sultan ve sultan sülalesine hakaret etmeye devam eder. “… mecnun ve sarsak bir sülalenin çerkes dadılar, Arap lalalar ve Arnavut muhafızlar içinde büyüyen seciyesiz evlatları ile Türk milleti artık alakasını kesmiştir.” (Morkaya,1931: 200). Yazar bu söylemler ile hem ideolojik bir bütünlük gösterir hem de yeni kurulan devletin geçmiş düşüncesini paylaşarak meçhul okura olumsuz bir sultan imajı telkin eder. Morkaya bu kurgu ile romanını ideolojik bir aygıt olarak araçsallaştırır.

Mehmet Rauf’un Halas romanında ise Sultan dâhili düşmandır. “ Mustafa Kemal Paşa yalnız harici düşmanlarla değil, bir de dâhili düşmanlarla yani, Padişahla, sadrazamlar ve nazırlarla uğraşmak mecburiyetindedir.” (Rauf, 1929: 257). Yazar bu söylemlerle/anlatıyla bir yandan Sultan’ı ve dönemin İstanbul Hükümeti’ni hain yerine koyup ötekileştirirken diğer taraftan bir Mustafa Kemal övgüsü yapar başka bir taraftan da Cumhuriyet döneminde mezkûr zatlara karşı yapılan kötü muameleyi de meşrulaştırır.

Etem İzzet Benice 1930 yılında yazdığı Aşk Güneşi romanında Milli Mücadele dönemini metninin olay zamanı olarak seçer. Romanın başkişisi Hamra İstanbul’u “ … vatansızlık ve hamakatin bir yılan olup gövdesine sarıldığı bu şehir…” (Benice, 1930: 233) şeklinde tanımlar. Yazarın İstanbul’un karşısına diktiği ana yer ise Ankara’dır. “ Halbuki ben Akara gibi, Sivas gibi yalnız Türk havası olan, Türkiye Büyük Millet Meclisi bayrağı altında toplanan bir Türk kasabasında olmak, o cephenin cidal saflarında bulunmak istiyorum” (Benice, 1930: 233). Yazar bu anlatıyla İstanbul’un karşısına Ankara’yı yerleştirir. Böyle bir kurgunun amacı zımnen/dolaylı yoldan imparatorluğa karşı ulus devleti ön plana çıkarmak ve ulusçu bir inşayı tahkim etmektir. “ Yapılacak şey, şimdi yapıldığı gibi düşman emellere alet olmamak, yavaş yavaş Türk kuvvetleri derleyip toplamak, hain

başların ezilmesine çalışmak ve ilk fırsatta Ankara bayrağını kaleye çekip bütün ihtiraslara meydan okumak” (Benice, 1930: 233). Yazarın ideolojisini aktarmak için ürettiği kahraman olan Hamra’nın söylemleri dönemin iktidar ideolojisinin düşüncesine denk gelmektedir.

Yazar böylece metninin özünü ideolojik aktarım amacıyla hareket eder ve bir edebi metin kurgusuyla hareket ederek ideolojisini meçhul okura telkin etmeye çalışır.

Etem İzzet Benice aynı romanda Sultan’ı da olumsuzlar ve ona hakaret eder. Sultan iktidar ideolojisiyle uyumlu yazarların romanlarında genellikle tahkire uğrar. Yazarlar ideoloji aktarımı için ürettikleri roman kişileri aracılığıyla Sultan’ı ötekileştirilen bir düşman gibi görürler. Yazar Sultan için Aşk Güneşi romanının başkişisi olan Hamra’ya şu sözleri söylettirir.

O padişah olacak herifin yanında olmalıyım da Türk milletinin fiilen verdiği cevabı bir kere de ağzımla ona bağırmalıyım. – Hey budala… Biz yalnız sana, düşmana değil.. Bütün tarihe karşı koyuyoruz. Bizim tarihimiz bizden başlayacak anladın mı? Avanaklığını ileri götürme, dur, bekle. (Benice, 1930: 213)

İktibasta görüldüğü üzere yazar Hamra’ya Sultan için tahkir edici sözler ettirir. Aynı zamanda Sultan’ı düşman ile eşitler. Romanın başka bir sayfasında ise Sultan daha galiz kelimelerle tahkir edilir.

Anadan doğma efendi olan bir milleti leşe döndürüp zafer köpeklerinin ağzına atmak isteyecekler kendi köpekliklerini bilmeyenlerdir ki başlarında Ali Kemal’in tapındığı soysuz padişah geliyor. Bunun ne piç kan olduğunu tasavvur etmek için bir defacık altına imza koyduğu ve milletine yap dediği katil fermanlarına bakmak yeter. (Benice, 1930: 213)

Yazar romanının olay zamanı seçtiği milli mücadele dönemini, düşmanla olan savaşları anlatırken Sultan’ı ve onun şahsiyetinde toplanan zihniyeti eleştirmekten ziyade tahkir eder. ‘Köpek, soysuz, piç’ gibi kelimelerle nitelendirilen Sultan ve makamı romanın yazıldığı dönemde zaten yoktur. Fakat yazar böyle bir anlatıyla ideolojik söylemini edebi bir metin içerisinde evvela haklı bir gerekçe için öne çıkarır sonra ise hükümleriyle yapılan eylemlerin ne kadar gerekli olduğu düşüncesini meşrulaştırır. Bu kurgu ve söylem meçhul okura ideolojinin telkini için yapılmaktadır. Aynı romanda padişaha zaten beddua da edilir.

“ Yaşasın Türk. Yaşasınlar Türkiye, Mustafa Kemal. […]. Kahrolsun Padişah.” (Benice, 1930: 245). Yazar bu dua-beddua söylemini Sultan’a bağlı olan kuvvetlerle Ankara Hükümeti’ne bağlı olan güçler arasındaki küçük bir savaş esnasında söyletmektedir. Yazarın

“ Kahrolsun: Rum, Ermeni, Yunan, İngiliz, Çerkes, Padişah, Şeriatçı, Mollacı, Anzavrcular.” (Benice, 1930: 245). Bu söylemine göre Sultan, şeriatçılar, Mollaların ve diğer etnisitelerin hepsi aynı kefededirler.

Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu’nun 1928’te yayımlanan Kara Davut romanında genel Türk tarih anlatısının aksine Fatih Sultan Mehmet şehvet düşkünü (1966: 223, 233), acımasız, vefasız (1966: 42-43), gaddar (1966: 323) olarak çizilir. Bir maceracı olan Kara Davut’un serencamının çevresinde oluşturulan olay örgüsüyle romanını yapılandıran yazar, Kara Davut ile Fatih’i karşı karşıya getirip dövüştürür. Manisa’daki şehzadelik döneminde av yaparken Fatih; ormanın içinde saklanan birini yakalayan adamlarına acımasız davranmayı emreder (1966: 42-43), tam bu sırada eman dilenen adamın yardımına Kara Davut yetişir ve Fatih’in adamlarını teker teker yere serer. Sonunda da Fatih’le baş başa kalır ve Kara Davut Şehzade Mehmet’i alaya alarak onu da çaresiz bırakır. Böyle bir olay örgüsü tasarlayan yazar, zikrolunan olay örgüsünün sonunda Fatih’i Kara Davut’tan eman dileyerek bitirir (1966: 47). Kara Davut Fatih’e dokunmayıp onu serbest bırakır. Yazar Fatih’in İstanbul’u almasının sebeplerinden birinin de Prenses İren olduğunu olay örgüsüne taşır.

O kafasına yerleştirmişti: Bizansı tarümar edecek, Bizanslı kıza söylediği gibi bu surları aşacaktı. Ne olursa olacak, belki bütün bir ordu, bütün bir saltanat tarihe gömülecekti. Fakat İkinci Mehmet Konstantini’yeyi almak, hem de Notaras’ın kızını Vlakerne sarayında istifraş etmek azminden asla vazgeçmeyecekti. Evet, bu hazırlıkların bir hedefi de hiç şüphe yok, Bizanslı prenses İren idi. (1966: 318).

Tepedelenlioğlu, romanın bütününde Fatih’i sürekli bir kötüleme uğraşına girişir.

Fatih kendisine gelen elçilerin kafasını vurdurtur (1966: 323). Kara Davut romanında Saray’daki herkes dalkavuk olarak gösterilir. Yazar görüldüğü üzere mezkûr romanın olay zamanında İstanbul’un fethedilmesine rağmen Saray’ı ve Fatih Sultan Mehmet’i olumsuzlar.

Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu’nun 1928’de ilk tabı yapılan romanı Kara Davut’ta da alkol metnin bütününde öne çıkar. Bunların dikkat çekici örneklerinden biri de yazar romanında Sultan II. Murat’ı hanımlarıyla alkollü bir şekilde eğlendirirken öldürmüş olmasıdır: “ İkinci Murat şarabı çok severdi. (1966: 114)” “ İkinci Murat’ı alkol boğmuştu (1966: 115).” Yazarın böyle bir olay örgüsü tasarlaması yine Osmanlı sultanlarını okurun zihninde olumsuzlama uğraşının bir başka örneği olarak görülebilir.

Tepedelenlioğlu’nun 1928 yılında yayımlanan Deli Deryalı romanında da Osmanlı Sarayı debdebe ve sefahetle yer alır. Tepedelenlioğlu’nun iki romanında da Saray şehvet