• Sonuç bulunamadı

Yeni Teritoryal Düzen ve Haritalar

1.2. ULUS-DEVLET, ULUSÇULUK, TOPRAK VE SINIRLAR

1.2.4. Yeni Teritoryal Düzen ve Haritalar

Ulus-devlet son üçyüz yıldır coğrafik bilginin üretilmesinin en önemli yeri olmuştur (Harvey, 2005: 221). Harvey’e göre ulus-devlet oluşumu sınırların haritalandırılmasından bu sınırlar içerisinde bir ulusal kimlik fikrinin geliştirilmesine kadar belli bazı coğrafi bilgilerin oluşturulmasına bağlıdır. Dolayısıyla ulus-devlet oluşumu, teritoryal temele dayanan siyasal gücün meşruiyetini ve uyumunu sağlamaya yönelik coğrafik bilginin belli türlerinin üretilmesiyle daima ele ele gitmektedir (Harvey, 2005: 221).

Biggs’in ifade ettiği gibi kartografik bilginin elde edilmesi, yönetim faaliyetlerinin rasyonelleştirilmesine yardım etti (1999: 385). Orduların manevra yapması, vergilerin toplanması ve yolların planlanması doğru haritalar sayesinde çok daha etkili bir biçimde yapılabildi. Böylece kartografya iktidarın gelişmesi ve büyümesi için zorunlu bir araç olarak görüldü. O aynı zamanda devletin amacını belirlemek ve iktidarın şeklini tanımlamak anlamına da gelmekteydi (Biggs, 1999: 385). Alanlar ölçülüp haritalandırılarak bir teritorya içinde yeniden şekillendirildiler: Doğrusal sınırlarla çizilmiş homojen ve tekbiçimli bir alan olarak. Böylece eski hanedan ülkeleri farklı nitelikte ve yeni bir biçim içinde teritoryal devlete dönüştürüldüler. Bu uzamsal rasyonelleştirmenin modelleri ise haritalar üzerinde gösterildi (Biggs, 1999: 385).

En eski haritalar her ne kadar hudutları kayıt altına almak için kullanılmış olsa da onlardan sonra gelen kartografik haritalar genellikle uçlarda tahkimat yapmak ve askeri seferberliklere hazırlık yapmak için kullanıldılar. Dolayısıyla, Biggs’in (1999: 387) de vurguladığı üzere “sınırları haritalamak ilk olarak askeri himaye altında uygulandı”.

Modern ulus-devletin ve modern sınırların prototipi olan Fransa onyedinci yüzyılın ikinci yarısı boyunca, haritacılığın gelişmesi sayesinde komşularıyla aralarındaki sınırlarını belirleyerek modern haritacılığın da ilk örneğini oluşturdu. 1798’deki Fransa haritası doğal sınırlardan tamamıyla vazgeçerek ve sınırı iki devleti birbirinden ayıran bir hat olarak değerlendirerek anlaşmalara dayalı sınır çizimi politikasını benimsedi. Bunu takip eden 1815’teki Viyana Kongresi’nin amacı, Napolyon fetihlerinin neden olduğu değişiklikten sonra Avrupa devletlerinin yapılarını yeniden düzenlemekti (Abdulla, 2009: 164).

Böylece modern sınırların haritalandırılması süreci ilk olarak Avrupa’da tamamlandı ve çok geçmeden dünyanın hemen her yerinde uygulanmaya başlandı. Sonuçta devlet seçkinleri tarafından kolektif bir girişim olarak kesin teritoryal yetkilerin dünya çapındaki bir sistemini kurmak ve onların yasal ve siyasal egemenliklerini kartografik olarak onaylamak için sembolleştirildi (Baud ve Schendel, 1997: 215). Dolayısıyla Biggs’in (1999: 390) ifadesiyle haritalar hem uzamsal formu yeniden şekillendirmenin bir modeli hem de siyasal otoriteyi temsil eden imajlar oldu.

Harley’in de vurguladığı gibi “haritalar değer yüklü imajlardır” bu nedenle değerlerden bağımsız olarak ele alınamazlar (Harley, 1988: 278). Haritalar üzerindeki sınırlar açık bir şekilde siyasi çıkarlara bağlıdır. Bu, hem ulusal teritoryaya yönelik iddiaları öne sürme girişiminden hem de müstakbel teritoryal tutkuları meşrulaştırmak ve planlamak için haritaları kullanmanın kestirimci tarzından kaynaklanır (Harley, 1988: 289). Hakli’ye göre ise haritalar siyasal tarihin çarpıcı ve etkili anlatıcılarıdır (Hakli, 2002: 77). Bu da haritaları teritoryal ayırma araçlarından propagandanın açık vasıtalarına kadar çeşitli siyasal kullanımlara bağlı kılar (Hakli, 2002: 77). Bu bağlamda Jeremy W. Crampton, Maps, Race and Foucault: Eugenics and Territorialization Following World War I, (2007) başlıklı makalesinde I. Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa sınırlarının nasıl öjenik (eugenics) ve ırka dayalı olarak çizilmeye çalışıldığını inceler. Crampton bunu yaparken Foucaultçu bir bakış açısından hareket ederek haritacılığa dair bilginin, ırkın

uzamsallaştırılmasında biyopolitik ve iktidarın bir teknolojisi olarak nasıl rol oynadığını ortaya çıkarmaya çalışır (Crampton, 2007: 223).

Ondokuzuncu yüzyılda haritalar daha fazla kurumsallaşırken ve bir disiplin olarak coğrafyanın gelişmesiyle birleşirken, onların iktidar etkileri Avrupa emperyalizminin devam eden akınlarında tekrar ortaya çıktı (Harley, a.g.m.: 283). İzleyen süreçte de harita ulus-devletlerin yükselmesiyle birlikte, hem ulusal birliğin etkili bir sembolü olarak hem de ulusalcı söylemi somutlaştıran bir kültürel ürün olarak ortaya çıktı. Harita aynı zamanda ulus-devlet ile toprak arasındaki ilişkiyi meşrulaştıran bir araçtır (Batuman, 2010: 222–3). Bu bakımdan B. Anderson yirminci yüzyılda sömürge sonrasında kurulan ulus-devletlerle kartografya arasındaki ilişkiye dikkat çeker (Anderson, 2007: 194). Dolayısıyla haritanın iktidar açısından ne kadar işlevsel olduğunu Taylandlı tarihçi Thongchai Winichakul şöyle ifade ediyor:

Sağduyuya ve çoğu iletişim teorisine göre harita gerçeklik hakkında yapılmış bilimsel bir soyutlamadır. Harita sadece “orada” nesnel bir tarzda zaten varolan şeyi temsil eder. Benim betimlediğim tarihte bu ilişki tersine çevrilmişti. Harita mekânsal gerçekliği öngördü, tersi değil. Başka bir deyişle, harita temsil ettiği gerçekliğin modeli değil, o gerçeklik için bir modeldi. Dünya yüzeyine dair yansıtmaları somutlaştırmanın gerçek bir aracı haline gelmişti. Harita artık yeni idari mekanizmalar için ve onların iddialarını destekleyen askeri birlikler için gerekliydi. Haritasını çıkarmak idari ve askeri operasyonların hem içinde çalıştıkları hem de hizmet ettikleri bir söylemdi (Aktaran: B. Anderson, 2007: 193).

Albert, ulus-devletlerin haritacılığı ve demografyayı kullanarak sınırları çizilmiş bir teritoryal modele uygun olarak toplumları modernleştirdiklerini ve bu uygulamalarla söz konusu modelin dünya çapında yaygınlaştırıldığını belirtir (Albert, 2001: 4). Bu nedenle hem toplumların hem de bu toplumların üzerinde yaşadığı coğrafyanın sınırları kalın çizgilerle çizilir. Zira bu, “gerçekleştirilecek eylemlere bir “uzam sunmaktadır”; bu eylemlere “temel” olacak, bunların “tiyatro sahnesi” olacak bir alan yaratmaktadır” (Certeau, 2009: 227-8).

Bu bakımdan Cumhuriyet’in kurulmasından önce belirlenen Misak-ı Milli haritası iyi bir örnektir. “Ulusal bağımsızlık teması çerçevesinde şekillenen Misak-ı Milli, ulusal ve mekânsal bütünlüğe yönelik en büyük tehdit olarak kavramsallaştırılan ve uzun vadeli bir travma etkisi yaratan Serves Antlaşması’na karşı bir meydan okuyuş olarak çıkmış ve Serves’in karşıtı olarak tanımlanabilecek Lozan Antlaşması’nın temelini oluşturmuştur” (Özkan, 2002: 145).

Geçmişe bakıldığında bazı dönemlerin modern devlet sınırları nosyonuna önemli katkılar yaptığını belirten Anderson, Roma İmparatorluğu’nun teritoriyalite fikri ile Orta Çağ’ın ‘evrenselci’ öğretisinin, onbeşinci yüzyıl ve sonrasında Avrupa’da ortaya çıkan ve ilk örneğini Fransa’nın oluşturduğu ulus devletlerin sınırlarını sertleştirmek için alternatif bir proje sunduğunu vurgular (1996: 12-13). Ayrıca Fransa’da dini reform ve ulusalcılık, ulusalcı fikirlere feodal devletleri değiştirme fırsatını verdi ve ulusal birlik üzerine bölgesel sınırı yeniden inşa eden de bu ulusalcı fikirler oldu (Abdulla, 2009: 164).

Devrim Fransa’sında (1789–1799), jeopolitik birlik ulusun egemenliği elde etmesiyle yerine oturdu. Taşraya özgü “ayırt edici nitelikleri” küçümseyen devlet, “yurttaşları uluslaştırdı”. Monarşinin uygulamalarını sürdürerek Fransız dilinin üstünlüğünü iddia etti. Kısa bir süre sonra “Büyük Ulus” toprak düzenlemesini silah zoruyla komşu halklara doğru genişletti (Santamaria, 1998: 22).

Dolayısıyla modern anlayışta sınır ve teritoryalite, devlet yöneticileri tarafından öncelikle bir “ulusal birlik miti” ve “yurttaş” kimliği inşa etmek için önemli işlevsel faktörler olarak kullanılmışlardır.