• Sonuç bulunamadı

Türkiye’de Sosyal Sınırlar ve Sosyal Mesafe

3.2. Sınırların İnşasında Soyut Bir Gerçeklik Olarak Kültür ve Sembol

3.2.2. Türkiye’de Sosyal Sınırlar ve Sosyal Mesafe

Türkiye, -Osmanlı İmparatorluğu’ndan miras aldığı- birçok etnik, dini ve kültürel toplulukların bir arada yaşadığı bir sosyal sınır bölgesi özelliği göstermektedir. Polonyalı sosyolog Sadowski tarafından sınır sosyolojisine kazandırılan sosyal sınır bölgesi (social borderland) kavramı “bir teritorya içinde iki ya da daha çok etno- kültürel grup arasındaki sürekli temasın toplamı” olarak tanımlanabilir (2009: 86). Sadowski’ye göre sosyal sınır bölgesi kavramı kültürel olarak çeşitlilik gösteren belirli bir sosyal düzeni betimlemeye yardım eder. Türkiye’nin sosyal sınır bölgesi yeni olmayıp yüzyıllardır süregelen bir özelliğe sahiptir. Bir başka ifadeyle Osmanlı’nın hakim olduğu coğrafya toplumsal açıdan fazlasıyla heterojendi ancak Osmanlı Devleti, İnsel’in de vurguladığı gibi “toplumun günlük hayatını yönlendirme sevdasında olmayıp, toplumun bütününü uzaktan denetlemekle yetinen” (1990: 19) bir uygulama izlemişti. Ancak toplumda silik olan sosyal sınırlar, 1900’lerin başından itibaren ulusalcı, jakoben ve çağdaşlaştırıcı uygulamalarla birlikte gün yüzüne çıkmış oldu.

“1923’te kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Anadolu’da yaşayan cemaatlerin tarihlerindeki asıl dönüm noktasıdır. Cumhuriyetin ilanı ile önce siyasi egemenliğin doğası değişir. TC devleti artık, sayısız dini veya etnik cemaatlerin değil, belli bir toprak üzerinde yaşayan yeni bir ulusun devleti olmaya kararlıdır. Bu durumda Osmanlı devletinin temel meşruiyetini sağlayan, her cemaatin başka cemaatlere ve Osmanlı’ya oranla farkını ve görece

özerkliğini gözetmekten kaynaklanan devlet olma özelliği ortadan kalkar. Bunun karşılığında, kültürel çeşitliliğin meşruiyetini reddeden ve bu çeşitliliği evrensel, yaptırımcı ve ortak yasa içinde ele alan yeni bir söylem ortaya çıktı” (İnsel, 1990: 41–2).33

Dolayısıyla günümüzdeki sosyal sınır ve sorunlar yaklaşık bir asırdır süregelen seçkinci, jakoben ve seküler anlayışın topluma dayatılmasının bir sonucudur. Türkiye’de ulus inşası ve çağdaşlaştırma politikaları başlıca üç noktada Kürtlerin tepkisiyle karşılaşmıştır: 1) Osmanlı yönetim sisteminin yerine ulus-devletçi totaliter bir sistemin tercih edilmesi. 2) seküler bir anlayışın topluma dayatılması ve 3) Müslüman toplulukların asimile edilmesini amaçlayan politikalar. Bir başka ifadeyle “Modernleşme, merkezileşme ve laikleşmeye verilen önem, yönetici seçkinlere karşı çıkışın önemli bir kaynağı haline gelen Kürt etnik bilincinin yayılmasına katkıda bulundu” (Kirişçi ve Winrow, 1997: 106). Bu etnik bilinç 1920’lerden (kesintili de olsa) günümüze kadar gittikçe artan bir biçimde genişledi.

Türkiye’de son birkaç yıl içinde etnik (Türk-Kürt) ve dini (dindar-laik) sınırlar üzerine yapılan çalışmalarda toplumda sosyal farklılıkların nasıl algılandığını gösteren önemli göstergeler mevcuttur. Seta ve Polmark’ın yaptığı Türkiye’nin Kürt Sorunu Algısı (2009) adlı araştırma bu konuda şimdiye kadar yapılmış en kapsamlı saha araştırmasıdır.34

Sözkonusu araştırmada toplumun Kürtleri ve Kürt Sorunu’nu nasıl algıladığı, Türklerle Kürtlerin nasıl bir sosyal ilişki içinde oldukları ve bunlar arasında nasıl bir sosyal mesafe olduğu tespit edilmeye çalışılmıştır. Tespitler şaşırtıcı olduğu kadar ezberleri de bozmaktadır. Bu bakımdan bu çalışmadaki bazı istatistiksel verileri buraya aktarmak sözkonusu sosyal sınırları göstermek açısından önemlidir.

Araştırmada en dikkat çeken yönlerinden biri Türkler ile Kürtler arasındaki sosyal mesafenin boyutuyla ilgilidir. “Türkler ve Kürtler arasındaki sosyal ilişkilerin nasıl olduğu, ilişkilerin hangi zeminlere oturduğu, toplumsal bütünleşmenin hayatın

33

Vurgu yazara (Ahmet İnsel’e) aittir.

34 Sözkonusu araştırma Türkiye genelini temsilen çok aşamalı örnekleme yöntemiyle belirlenen 601 köy ve mahallede, 2.497 noktada toplam 10.577 kişi üzerinde gerçekleştirilmiştir.

hangi alanlarında yoğunlaştığı, şiddet ve terör olaylarının bu iki grup arasında bir güvensizlik ve ayrışma yaratıp yaratmadığı gibi sorulara cevap aranmıştır. Ayrıca bir arada yaşama istek ve iradesinin ideolojik, etnik ve siyasi aidiyetlere göre değişip değişmediği test edilmiş ve Türkiye’nin toplumsal yapısının analizi yapılarak, “Türkler ve Kürtler birbirlerine ne kadar yakın, ne kadar uzak?” sorusu üzerinde durulmuştur” (Özhan vd., 2009: 121).

Araştırmada tespit edilmeye çalışılan konulardan biri Kürtlerin hak ve taleplerinin toplumda nasıl karşılandığına yöneliktir. Sosyal ilişkiler açısından önemli derecede bir entegrasyon görülürken, bu hususta Türkler ve Kürtler arasında büyük bir ilgi farklılığının ortaya çıktığı görülmüştür.

Araştırmaya katılanların %44’ü, Kürt sorununun çözümü için Kürtçe’nin kullanımına yönelik yasakların kalkmasına olumlu yaklaşırken, %45,8’i yasakların kalkmasını karşı olduğunu belirtmektedir. Katılımcıların %47,9’u, Kürtlerin kültürel haklarının tanınmasının, Türkiye’nin birliğini bozacağını düşünmemektedir. Ancak etnik kökene göre sorulduğunda Türklerin %42,6’sı, Kürtlerin de %74,6’sı Kürtlere kültürel hakların tanınmasının Türkiye’nin birliğini bozmayacağını ifade etmiştir (2009: 97–102).

Kürt kimliğinin anayasal olarak tanınmasını kabul edilebilir bulanların oranı, Türklerde %15,5 iken, kabul etmeyenlerin oranının %75 civarında çıkmıştır. buna karşın Kürtlerde kabul edilebilir bulanların oranı %67,3 iken, kabul etmeyenlerin oranı %22,1’dir. “Konuya ilişkin negatif tutumun ve Türk ve Kürt kökenliler arasındaki farkın bu derecede yüksek olması, algı farklılığının boyutlarını göstermektedir” (a.g.e.: 104). Türk deneklerin %71,3’ü “Kürtler ayrı bir devlet kurmak istiyor mu?” sorusuna evet cevabını verirken, Kürtlerin %30,3’ü evet, %59’u hayır cevabını vermiştir (2009: 109–10).

Araştırmaya katılan Türklerin %57.1’nin Kürtlerle ilgili olumlu, %24,6’sının ise olumsuz kanaat taşıdığı; buna karşın Kürtlerin %86,4’ü Türkler hakkında olumlu bir kanaate sahip oldukları tespit edilmiştir. Ayrıca Türklerin %33,8’i, yakın akrabaları arasında bir Kürt olduğunu belirtmekte, %66,2’si ise yakın akrabaları

arasında bir Kürt olmadığını ifade etmekte, dolayısıyla bu da Türklerin üçte birinin bir Kürt ile akraba olduğuna işaret etmektedir. Kürtlerin %67’si, yakın akrabaları arasında bir Türk olduğunu ifade etmektedir (2009: 121–7).

“Bu oranın Kürtler arasında yüksek olmasının başlıca nedenlerinden biri, göç ve kentleşme süreçlerinden en çok etkilenen, yani yer değiştiren ve Türklerin yoğunluklu yaşadığı yerlere yerleşen grupların başında Kürtlerin gelmesidir. Türkler ve Kürtler arasında akrabalık oranlarının yüksek oluşu, her iki toplumun sosyolojik entegrasyonu sağladığını göstermektedir” (2009: 127). Araştırmada dikkati çeken bir başka nokta da Türklerin %59,4’ü yakın arkadaşları arasında bir Kürt olduğunu; Kürtlerin ise %83,6’sı, yakın arkadaşları arasında bir Türkün olduğu belirtmişlerdir (a.g.e.: 128-9). Bu oranlar “Türkler ve Kürtlerin aralarında ne sosyolojik ne de psikolojik bariyerlerin olduğunu göstermektedir. …Denilebilir ki, dünyada etnik çatışma sonucu kanın aktığı herhangi bir ülkede, aynı anda çatışan etnik grupların beraberce askerlik yaptığı, eğitim aldığı, sosyal ayrışmanın yaşanmadığı bir örneğe rastlamak neredeyse imkânsızdır. Bu anlamda, Türkiye, dünyada yegâne bir örnekliği ihtiva etmektedir” (2009: 129).

Araştırmaya katılan Türklerin %54,1’i, komşularının arasında bir Kürt olduğunu; Kürtlerin ise %70’i, komşuları arasında bir Türkün olduğunu ifade etmişlerdir. Ayrıca Türklerin yaklaşık %70’i evlilik yoluyla bir Kürt ile yakın akrabalık kurmaktan rahatsızlık dumayacağını belirtirken bu oran Kürtlerde %87.1’e çıkmaktadır.

Dünyada yapılmış “sosyal mesafe” araştırmalarında en göze çarpan bulgulardan biri, evlilik bağı ile kurulan toplumsal ilişkilerin, etnik çatışmaların yaşandığı yerlerde oldukça düşük, hatta tüm sosyal mesafe enstrümanları arasında en problemli konu olduğunu göstermektedir. Bu araştımanın en dikkat çekici sonuçlarından biri de, dünyadaki örneklerin aksine, Türkler ve Kürtler arasında kurulan yakınlığın en güçlü toplumsal temellerinden birinin, aile ve akrabalık ile kurulan yakınlık olmasıdır (Özhan vd., 2009: 132).

Bu araştırmanın verileri önemli bir noktaya işaret etmektedir: Türklerle Kürtler, yaşanan acı olaylara rağmen, sosyal ilişkiler (arkadaşlık, komşuluk, evlilik vs.) yönünden (ezberleri bozacak kadar) birbirlerine çok yakındırlar. Fakat konu Kürtlerin hak ve talepleri olunca bu yakınlığın ya da sosyal mesafenin oldukça açıldığı da dikkati çekmektedir.

Türkiye’de uzun yıllardır gündemde olan bir diğer konu da “dindar-laik” ya da “İslamcı-Laik” ayrışmasıdır. Ali Çarkoğlu ve Binnaz Toprak’ın yapmış olduğu “Değişen Türkiye’de Din, Toplum ve Siyaset” adlı çalışma bu karşıtlığın boyutunu tespit etmeyi amaçlamıştır.

“Cumhuriyet kurulduğu yıllardan itibaren, hatta Tanzimat’a kadar geri götürülebilecek bir süreçte, Türkiye toplumu “İslamcı” ve “Laik” olarak nitelendirilen ikili bir bölünmeyle karşı karşıya kalmıştır. Bu ayrışma, 1970’li yıllardan itibaren örgütlenen “Milli Görüş” hareketi çerçevesinde İslami kesimin güç kazanmaya başlamasıyla birlikte son birkaç on yıla damgasını vurmuş, kamuoyundaki tartışmaların odağına oturmuştur” (Çarkoğlu ve Toprak, 2006: 29).

Söz konusu araştırmanın verilerine göre deneklerin yaklaşık üçte birinin laiklik konusunda hassas olduğunu, üçte ikilik bir kesim ise bu konuda hassasiyet göstermediği ortaya çıkmıştır. Ayrıca “Türkiye’de laikliğin tehdit altında olup- olmadığı”na yönelik soruya, araştırmaya katılanların %22.6’sı “evet tehdit altındadır” derken; %72.6’sı da “ hayır tehdit altında değildir” demiştir (2006: 76).

“Kürtlere anadillerinde eğitim olanağı sağlanması %11.4, Cem Evleri’ne devletçe mali yardımda bulunulması ise sadece %5.3 tarafından desteklenirken, türbanlı öğrencilerin üniversiteye devam edebilmeleri %43.0 ve İmam-Hatip Liselilere üniversite giriş sınavlarında kolaylık getirilmesi %17.6 tarafından uygun bulunmuştu. Kürt ve Alevi vatandaşlara ilişkin bu iki sorunun yanı sıra, anketimizde kimlik konusunda başka sorularda da bu “sekter” anlayış ortaya çıkmaktadır” (2006: 28).

Türkiye’de faklı etnik ve dini özelliklere sahip olanların komşu olarak istenip- istenmeyeceğine yönelik sorulan soruya verilen cevaplar da şaşırtıcıdır: Farklı mezhepten olan bir aileye komşu olarak itiraz etmezdim diyenlerin oranı %75,2; ederdim diyenlerin oranı ise %24.4’tür. Bir Kürt aileyle komşu olmaya %71.4’ oranında “itiraz etmezdim” cevabı verilirken; %28.2 oranında da “itiraz ederdim” cevabı verilmiştir. Dikkat çekici bir başka veri ise araştırmaya katılanların %66.2’sinin “bir eşcinsel çiftle” komşu olmak istememiş olmalarıdır (2006: 47).

“Kimileri son 10-15 yılda Türkiye’de İslamî temelde bir toplum ve devlet düzeni yaratmak isteyen köktendinciliğin yükseldiğini söylemektedir” görüşüne katılanların oranı %32.6; katılmayanların oranı da %61.3’tür (Çarkoğlu ve Toprak, 2006: 74) Ayrıca “İlkokul öğretmenlerine ya da hâkimlere türban serbest bırakılacak olsa bu durumun kendilerini rahatsız edip etmeyeceği sorusuna”, sırasıyla, %29.2 ve %28.2 rahatsız olacağını bildirirken, tersini düşünenlerin oranı sırasıyla %70.4 ve 71.5’tir (2006: 72).

4.BÖLÜM