• Sonuç bulunamadı

Sınır Toplulukları ve Kültürleri

Sınırda yaşayan insanlar için sınır, eylemlerinin ve günlük yaşamlarına yansıyan söylemlerinin temel parçasıdır. Öyle ki bunlar kolektif ve tarihsel anlamlara çevrilmeyi gerektirmeyen ve kendilerini genel bir sosyal-uzamsal bilinçlilik ve somutluk içinde gösteren bir özellik gösterirler (Nevman ve Paasi, 1998: 198).

Sınır bölgesindeki insanlar, sınırın karşı tarafıyla girdikleri yoğun etkileşim nedeniyle ‘yabancı’larla genellikle çok yakın bir ilişki içindedirler. Martinez’e göre sınır bölgesinde yaşayan insanlar ya da sınır insanları genellikle iki şekilde görülürler. 1) Ulusal sınır insanları (National borderlanders) ve 2) Ulusaşırı sınır insanları (transnational borderlanders).

Ulusal sınır insanları, yabancı ekonomik ve kültürel etkilerle karşılaşmalarına rağmen, ilgisizlik, isteksizlik ya da diğer taraftaki toplumla herhangi somut bir ilişki kurma yetersizliğinden dolayı sınırın karşı tarafıyla düşük seviyeli ya da yüzeysel bir ilişki içindedirler. Sınırdaki bu toplulukların yönelimi ülkelerinin merkezine doğrudur (Martinez, 2002: 6).

Ulusaşırı sınır insanları ise komşu oldukları ulusla önem verdikleri bağları devam ettirirler. Bu insanlar hem sözkonusu bağları engelleyen sorunların üstesinden gelmek için çaba gösterirler hem de sınırın karşı tarafında iş, eğitim, alış-veriş, seyahat ve hatta ikamet etmek için fırsat kollarlar. Bu toplulukların yönelimi ise yaşamlarını etkileyen çift uluslu bir sisteme doğrudur. Bunların yaşam tarzı ilişki kurdukları tarafın etkisi altındadır ve bu durumdan rahatsızlık duymazlar (2002: 6).

Kuşkusuz sınırda ikamet eden insanlar sadece bu iki kategori içinde değerlendirilemez. Martinez bu iki kategorinin temel olduğunu fakat bunların herbirinde alt grupların olduğunu belirtir. Sınır bölgelerindeki topluluklar karşı tarafla kurdukları ve sahip oldukları bağlara göre birtakım değişiklikler gösterirler. Bu toplulukların sahip oldukları tek kültürlülük, çift kültürlülük, tek ulusluluk, çift ulusluluk, tek dillilik, çift dillilik vs. gibi özellikler bu kapsamda değerlendirilebilir (Martinez, 2002: 6-7).

Sınır bölgesindeki toplulukların yerel politik örgütlenmelerinin ve kültürünün doğası sınırı etkiler ve sınırın işlerliği çoğu zaman onların aktivizmine bağlıdır (Brunet-Jailly, 2010: 6). Minghi’nin belirttiği gibi sınır yaşamının özellikleri kültürel peyzajın baskın şekillendiricileri olurlar. Fakat bu özellikler sınırlardan iç bölgelere gidildikçe kaybolur (Minghi, 2002: 90).

Sınır bölgelerinin kültürü, sınırı keskin bir şekilde bölmede ya da birbirine bağlamada önemli bir rol oynar. Bazı sınır toplulukları sınırın ayırıcı etkisini arttırırlar, zira diğer tarafla herhangi bir etkileşim sözkonusu değildir. “Sınırda kültür farklılaşmaları olduğunda sınır etkisi (border effect) de artar” (Brunet-Jailly ve Dupeyron, 2007: 6). Bu durumun en güzel örneklerinden birini Türkiye-Ermenistan sınırı oluşturur. Bu sınır bölgesinin her iki tarafındaki kültürel farklılaşmalarda, yaklaşık yüzyıldır süren çatışmacı ve düşmanca politikaların her seferinde yeniden üretilmesinin payı azımsanmayacak kadar çoktur. Dolayısıyla Türkiye-Ermenistan arasında “sınır etkisi” çok açık bir biçimde görülebilir.

Diğer taraftan kültür bir sınır bölgesini birbirine bağladığında bir engel olarak işleyen sınıra meydan okur ve onun “sınır etkisi”ni zayıflatır (Brunet-Jailly ve Dupeyron, 2007: 6). Dolayısıyla sınır topluluklarının kültürü sınırın karşı tarafında da görülüyorsa, yani dil, din, etnisite ve sosyo-ekonomik göstergeler sınırın diğer tarafında da hüküm sürüyorsa, bu durumda uluslararası sınırların bir meydan okumayla karşı karşıya olduğu söylenebilir (2007: 6). Sınır kültürünün bu yansımasını Türkiye’nin güneydoğu sınırlarında gözlemlemek mümkündür. Özellikle de -bu tezin araştırma alanını oluşturan- Hakkâri sınırı sözkonusu sınır kültürünün en açık görüldüğü sınır bölgelerinden biridir. Zira aynı kültürel özellikler sınırın her iki

tarafını da kapsayacak bir biçimde varlık göstermektedir. Dolayısıyla buradaki “sınır etkisi” zayıftır.

Ayrıca sınır insanları tarihleri ve kültürlerinden dolayı sadece kendi devletlerinin kurumlarıyla uğraşmazlar, bunun yanı sıra sınırın karşı tarafındaki devletin kurumlarıyla da uğraşırlar (Wilson ve Donnan, 1998: 8).

Wilson ve Donnan, sınırdaki toplulukların ya da etnisitelerin birbirinden farklı biçimlerde bölünmesinden dolayı bu toplulukların farklı özelliklere sahip olduklarını belirtirler (1998: 14). Sözkonusu yazarlar etnik kimlikleri bakımından sınır topluluklarını ya da gruplarını üç ana kategoride değerlendirirler: a) hem içinde bulundukları devlettekilerle hem de sınırın karşı tarafındakilerle aynı etnik bağları paylaşanlar; b) hem içinde bulundukları devlettekilerden hem de sınırın karşı tarafındakilerden etnik bakımdan farklılaşmış olanlar; c) kendi devletlerinin ulusal çoğunluğunun üyelerinden olup, sınırın karşı tarafıyla hiçbir etnik bağa sahip olmayanlar (Wilson ve Donnan, 1998: 14).

Türkiye’nin güneydoğu sınırları boyunca birinci ve ikinci türden etnik bağların olduğunu söylemek -bütünüyle olmasa da- mümkündür (Özgen, 2005, 105). Yine Hakkâri’deki Kürt nüfusun özellikle sınırın Irak tarafındakilerle sahip olduğu bağlar birinci türden etnik bağlara açık bir örnektir.

Martinez’in de (2002: 7) belirttiği gibi sınır toplumlarının sınıflandırılması hem bir ulus devletin sınırları içindeki farklı gruplar arasındaki ilişkileri anlamak hem de sınırın öteki tarafıyla kurulan ilişkileri tanımlayabilmek için bize önemli bir çerçeve sunar.

Sınır teorisine önemli katkılarda bulunan Wilson ve Donnan (1998); Donnan ve Wilson (2002) sınır kültürlerinin önemine dikkati çekerek şu soruları dile getirirler: “Sınır kültürlerinin hangi yönleri, devlet sınırlamalarına rağmen serpilip gelişiyor? Sınırların göreli geçirgenliği ya da katılığı sebebiyle, sınır yaşamının hangi unsurları varlığını devam ettiriyor? İktidarların merkezileşmesine karşı, devlet

çevresinde (periferisinde) güç değilse bile, ulusal ve etnik kimlikler nasıl anlam kazanıyorlar?” (2002: 24).

“Sınır kültürleri, potansiyel anlamda melez uzamlar ve mekânlardır. Bağımsız değillerse, devlet sınırlarının çerçevesini oluşturan iki veya daha fazla “ulusal” kültürle karakterize edilirler. Sınırda yaşayan insanlar, ortak bir aidiyet duygusuna sahip olabilirler ve bu da onları birbirlerine daha da yakınlaştırır. Bu aidiyet duygusu onları, kendi ulusal toplulukları içinde kalan diğer yerlerin sakinlerinden ayırır” (Donnan ve Wilson, 2002: 142).

“Devlet” ve “insanlar” arasındaki karşılıklı meydan okuma özellikle sınır bölgeleri gibi uç alanlarda belirgindir” (Baud ve Schendel, 1997: 215). Dolayısıyla sınırların sert ya da esnek olması çoğu zaman merkezi devlet ile bölgesel topluluklar arasındaki görüşmelere bağlı olarak şekillenir. Ayrıca sınır bölgelerindeki yerel toplulukların üyeleri çoğu zaman devlet kurumlarını kendi amaçları doğrultusunda kullanırlar ve bazen de bir devleti diğerine karşı kullanmaya çalışırlar (Baud ve Schendel, 1997: 215). Ya da bunun tersi bir durum sözkonusu olabilir. Devletler birbirlerine karşı diğerinin sınır topluluğunu kullanabilirler. Nitekim 1980’lerin başından sonlarına kadar süren Irak-İran savaşında taraflar karşı tarafın sınırı içinde ikamet eden sınır topluluklarını (Barzani ve Talabani taraftarlarını) birbirlerinin aleyhlerinde kullanmaya çalışmışlardır.

Baud ve Schendel’in (1997: 218) de vurguladıkları üzere eğer devlet sınır bölgesindeki toplulukları devlet yapısına katmakta başarılı olmazsa bu durum ya sınır bölgesindeki devlet gücünün zafiyete uğramasına neden olur ya da devlet askeri gücü aracılığıyla bu topluluklara sert bir müdahalede bulunarak sonuç alamaya çalışır. Sözkonusu bu durumla yakın tarihte karşılaşıldığını belirtmek gerekir. Türkiye ile Irak arasındaki sınır bölgesinde bulunan ve Saddam Hüseyin yönetimindeki Irak topraklarındaki Kürt bölgesinde buna benzer bir durum yaşanmıştır. Irak’ın Badasçı rejimi Kürtleri çok uzun bir dönem devlet yapısının içine katmakta başarısız olunca onlara dönem dönem sert askeri müdahalelerde bulunarak devlet bütünlüğünü korumaya çalıştı. 1970’li yıllarda yapılan bu sert askeri müdahalelerden birini Martin van Bruinessen şöyle ifade etmektedir:

“Barzani’nin 1975’te yenilgiye uğramasından sonra hükümet İran destekli yeni bir gerilla savaşını önlemek için sınır boyunca boşaltılmış bir tampon bölge kurdu. 10-15 km. genişliğinde bir şerit içinde kalan bütün köyler, yeniden yerleşimi önlemek için tahrip edildi, meyve ağaçları kesildi ve su kuyuları dolduruldu. Türkiye sınırındaki daha geniş bir bölge nüfustan arındırıldı. Burada yaşayan insanlar ülkenin iç bölgelerinde bulunan ve ordunun daha kolay denetleyebileceği kamplara ve “stratejik köyler”e yerleştirildiler. … İnsanlara boşaltılan mıntıkaya girmeleri halinde hayatlarını kaybedecekleri uyarısı yapıldı. Ne var ki KYB ve KDP’nin üsleri hiç beklenmedik bir biçimde bu mıntıkalarda kuruldu. Bu örgütler 1980’lerde buraları “kurtarılmış bölge” ilan ettiler ve halk, hükümetin denetlediği bölgelerden kaçarak ülkenin en kuzeyindeki bu bölgelerde faaliyet gösteren partiler katıldı” (Bruinessen, 1992: 66).

Sınırlar, durağan olmaktan ziyade işlevseldir. Dolayısıyla sınır tipolojileri işlevsel açıdan açık ya da kapalı olmaları fikrine odaklanır. Bir başka ifadeyle sınırın her iki tarafındaki devletler ve insanlar arasındaki ayrışma ya da farklı temas seviyelerine bakar (Newman ve Paasi, 1998: 190). Bu açıdan “sınır bölgeleri ya da devletin siyasi uçları büyük ölçüde barış, temas, birleşme ve köprülerle çelişkili olarak çatışma, ayrışma, bölünme ve engeller bağlamı içinde ele alınmaktadır” (Newman ve Paasi, 1998: 190).

3.BÖLÜM

TÜRKİYE’DE TERİTORYAL SINIRLAR KARŞISINDA SOSYAL SINIRLAR VE SOSYAL MESAFE

3.1.Türkiye Cumhuriyeti’nin Kuruluşu: Yeni Sınırlar, Yeni Vatan ve Kimlik