• Sonuç bulunamadı

Sınırın Millileştirilmesi

3.1. Türkiye Cumhuriyeti’nin Kuruluşu: Yeni Sınırlar, Yeni Vatan ve Kimlik

3.1.3. Sınırın Millileştirilmesi

Kuşkusuz ulus-devletin vatan ve sınır anlayışında teritoryal sembol ve söylemler önemli bir yere sahiptir. Paasi’nin (1997: 42) vurguladığı üzere “teritoryal semboller grup dayanışmasının soyut ifadeleridir ve teritoryal gruplarla özdeşleşmenin güçlü duygularını uyandırmaya hizmet ederler”. Sınırlara dair söylemler sınırlardaki uygulamalar ve politiklar kadar önemlidir. Bir başka ifadeyle sınırla ilgili söylemler ne ayrıntıdır ne de ikincil önemdedirler. Modern söylemde sınırlar genellikle teritoryal ulus-devletle yakından bağlantılıdır. Bunun nedeni de sınırların modern teritoryal ulus-devlet için taşıdığı önemdir (Brandell, 2006: 25). Bu bakımdan söz konusu sembol ve söylemlerle teritoryanın nasıl ulusallaştırıldığına Türkiye üzerinden birkaç örnekle değinmekte fayda olacaktır.

Türk ulus-devletinin anlatısında Hatay ve onun “anavatana katılması” çok önemli mecazlar barındırır. Teritoryal haklılaştırmalara dair birçok ulusalcı söylemde olduğu gibi Hatay’a dair söylemlerde de argümanlar ikna edici bir şekilde sunulmaya çalışılmıştır (Micallef, 2006: 141).27

27 Buna karşın Suriye, bağımsızlığını kazandığı 1946’dan beri Hatay’ın haksız bir biçimde kendi

teritoryasından koparıldığını ve bunun gayrı-meşru olduğunu her fırsatta gündeme getirmiştir. Hatta, Micallef’in (2006: 141) de işaret ettiği gibi birçok Suriye haritasında Hatay, Suriye’nin teritoryal sınırları içinde gösterilmektedir.

Bu bağlamda Osmanlı döneminde İskenderun Sancağı ya da kısaca Sancak olarak adlandırılan İskenderun-Antakya bölgesiyle ilgili Mustafa Kemal’in şu ifadeleri dikkat çekicidir: “Bu sırada milletimizi gece gündüz meşgul eden başlıca büyük mesele, hakiki sahibi öz Türk olan İskenderun ve Antakya havalisinin mukadderatıdır. Bunun üzerine ciddiyet ve katiyetle durmaya mecburuz” (Aktaran: Tekin, 2000: 222). Böylece Sancak konusu resmi ağızdan ilk defa gündeme gelerek Mustafa Kemal tarafından adı -2 Kasım 1936’da- Hatay olarak değiştirildi. Bu bölgeye Hatay adının verilmesi bizzat hem bölgenin hem de verilen bu adın ulusal bir içerikle doldurulması bakımından dikkat çekicidir.28

Sorunun uluslararası kamuoyunda yeniden tartışılmaya başlaması üzerine, bölgenin Türk kimliğine vurgu yapmak üzere kullanılmaya başlanan Hatay ismi Güneş-Dil Teorisi’nin en gözde olduğu dönemde, bu teoriyi doğrulamak için ileri sürülmüş gibiydi. Buna göre, Orta Asya’da kurulmuş olan Hatay devletinden gelen Eti-Ata-Hata-Hatay kelimeleri aynı kökten türemiş Türkçe sözcüklerdi. Böylece, bir yandan Anadolu uygarlıklarından Hititlerin Türklüğü kanıtlanmış oluyor, diğer yandan da İskenderun-Antakya bölgesinde yaşayanların Türklükleri kesinleşiyordu (Fırat ve Kürkçüoğlu, 2001: 280).

Bu tarz ulusçu modeller, bilimi Hartshorne’un ifadesiyle “ulusal önyargıların araçları” olarak kullanırlar (Aktaran: Minghi,1963: 4). 29

Bu ‘soykütüksel’ ve ‘ideolojik soy mitleri’ yoluyla kökenlerini ıspatlama girişimleri, bir yandan

28

Hatay’ın Türklüğünü, Türk Tarih Tezi’den hareketle kurmaya çalışan dikkat çekici bir başka örnek de Cemal Alagöz’ün “Coğrafya Gözüyle Hatay” adlı makalesidir. Alagöz “Hatay’ın tarihinin Hititler’e dek uzandığını belirtmekte, önündeki en büyük engel olan dil etkeninden ise kurnazlıkla sıyrılmaktadır.” Özkan’ın aktarımıyla “Fakat dil milliyeti örtebilir mi? Bu hususta bir müşahademi söyliyeceğim: Arap köyü diye ayrılmış köylerden, orta Kuseyr bölgesinde Babaatorun ile yanı başındaki Dur köyüne gittim. Düşlen yanlışı gözümle gördüm. Bu köylüler sarışın, kumral, çehre ifadesiyle Anadolu köylüsünün aynı olan Türklerdir. Konuştukları Arapça ayınları çatlatan bir Arapça değil, Türk fonetiğine göre konuşulan bir arapçadır… Arapça Türkün bünyesine dokunamamıştır” (Aktaran: Özkan, 2002: 165-6).

29

Bu bağlamda İtalya ile Avusturya arasındaki Güney Tirol bölgesi anlamlıdır. Birinci Dünya Savaşı’ından sonra sınırların yeniden çizilmesiyle (Almanca’nın konuşulduğu) bu bölge İtalya’ya verildi ve bunun sonucunda da İtalya ile Avusturya arasında tartışmalara neden oldu. Julian V. Minghi, Güney Tirol ve onun sınırları üzerindeki tartışmalarla ilgili literatürün coğrafya bilimini nesnellik ve bilimsellik adı altında ulusal önyargıların bir aracı haline getirdiğini vurgular (Minghi, 1963). Bu ve buna benzer örnekler Lacoste’un Coğrafya Savaşmak İçindir adlı eserinde belirttiği gibi “coğrafi bilginin bir stratejik güç olabileceği ve politik araçlar” olarak kullanılabileceğini de göstermektedir (2004:27).

“bütünleşmeyi başarmak”, diğer yandan da “sınırları ve ‘anavatanı’ meşrulaştırmak” içindir (Smith, 2002a: 193).

Hatay ile ilgili cinsiyetleştirilmiş ulusalcı tarih yazıcılığına dikkat çeken Stokes, aşağıdaki dizenin önemli bir mantığı dışa vurduğunu belirtir.

Antakya, İskenderun Türkün iki kızıdır

Bayrağında biri ay, biri de yıldızıdır... (Tekin’den aktaran Stokes, 1998: 269).

Stokes’a göre bu mantık sınırın maskülinitesindeki (erkeklik) önemli bir çatlağa işaret eder. Bu çatlağın nedeni de Türk siyasal bedenini bozmada kararlılık gösteren Araplıktır (1998: 270).

Diğer taraftan yukarıdaki söylemde (Hatay, İskenderun Türkün iki kızıdır) kullanılan “akrabalık metaforu” da dikkat çekmektedir. Söz konusu metafora (Türkün iki kızı) hem vatanın kapsamının genişletilmek için hem de teritoryal tutkuları beslemek için başvurulduğu gözden kaçmamaktadır.

Bu bağlamda milliyetçilik, devletin sınırlarının, onun ‘doğal’ sınırları olduğunu, yani ulusun anavatanının onun tarihsel yerini gösterdiğini iddia eder (Hayvard, 2004: 5). “Bu bakımdan devletin teritoryal sınırları, şimdi ile geçmişi birbirine bağlayan bir ‘hayali süreç’le, dışlama ve dahil etmenin hatlarını çizen bir ‘aktif süreç’ ile ilgilidir. Böylece devletin teritoryal sınırları onun kültürel, tarihsel, ekonomik ve siyasal sınırlarıyla örtüşmüş olur” (Hayward, 2004: 5).

Yukarıdakine benzer bir ulusal kültürel kimlik ve sadakat söylemi, Hakkâri için de dile getirilmiştir. Bilindiği gibi Hakkâri Osmanlı döneminde sosyal (aile- akrabalık ve aşiret) ekonomik, idari, dini (tarikat) ve diğer pek çok açıdan o zaman Musul Vilayeti olarak adlandırılan (Hakkâri’yi de kapsayan) bölgeyle ilişki içindeydi. 1926’da sınır belirlendikten sonra da bu ilişkiler devlet tarafından engellenmesine rağmen kısmen devam etmiştir.

Reşat İzbırak, 1951 tarihli Cilo Dağı ve Hakkâri ile Van Gölü Çevresi Coğrafya Araştırmaları adlı kitabında Hakkâri’yle ilgili şu ifadelere yer verir:

“Hakkâri, güneyde geniş bir alan boyunca Irak, doğuda İran sınırına uzanan ve bu memleketler topraklarından tabii hudutlarla ayrılmış bulunan bir sınır ilimiz olmuştur. Başka bir sözle belirtmek istenirse, arkasını bu sınırlara

dönmüş, yüzü memleketimizin kalabalık ve türlü yönlerden gelişme imkânlarını bulmuş bölgelerine çevrili,30

fakat bu bölgelerden yüzlerce kilometre uzakta, gelişme ve bayındırlaşma imkânlarını bulamayacak şekilde vatanın tam güneydoğu ucundaki sarp yerler arasında kalmıştır.”

Büyük bir ihtimalle İzbırak da Hakkâri’nin sınırın öteki tarafına birçok açıdan bağlı olduğunu biliyordu. Hakkâri’nin Cumhuriyet döneminde de sınırın öteki tarafıyla olan bağlarını devam ettirmesi -en azından ekonomik ya da ticari olarak- onun, İzbırak’ın ifadesiyle “vatanın tam güneydoğu ucundaki sarp yerler arasında kalmış” olması, en yakın kent olan Van’a ikiyüz kilometre mesafede olması ve ulaşımın çok zor olmasından da kaynaklanmıştır. Fakat bu şartlar sosyal, kültürel ve diğer ilişkiler için geçerli değildir. Dolayısıyla durum hiç te İzbırak’ın iddia ettiği gibi değildir yani Hakkâri “arkasını bu sınırlara dönmüş” değildir. Tam aksine bu yöre insanı bu sınırları sürekli zorlamıştır.

Aslında bu iddia bir dönemin politikasıdır. Zira Misak-ı Milli ilk ilan edildiğinde -Hakkâri’nin de bağlı olduğu- Musul’u da içine almaktaydı, fakat Batılı devletlerin müdahalesi sonucunda Musul Misak-ı Milli’nin kapsama alanından çıkartıldı ve sınır günümüzdeki şekliyle belirlendi. Dolayısıyla sınır bu şekliyle kabul edilince buna uygun bir söylem de oluşturmak icap ediyordu. Bir başka ifadeyle “devlet sınırlarının ulusal anlatısı (narrative), farklı bağlamlar içinde farklı anlamlara” dönüşmüş oldu (Newman ve Passi, 1998: 198). Sınırın diğer tarafı kısa bir süre önce “biz”e ait iken yani “milli” iken, ondan bir müddet sonra “öteki”nin yani yabancının oldu.

Özkan’ın ifadesiyle “ulusun birliğine dair romantik bir inancın yetersiz kaldığı bu siyasal ortamda, toprağa -ve üzerinde yaşayan halklara- maddi olarak hakim olmak için Anadolu yeniden fethedilmekte ve yeniden keşfedilmektedir” (Özkan, 2002: 153). Bir başka ifadeyle bu tür çabalar vatanın çerçevesini ulusal kültürel

30

söylemler aracılığıyla tanımlamak ve vurgulamak amacına yöneliktir. Yukarıda da ifade edildiği gibi bu tür söylemler ulus-devletin egemenlik ve meşruiyeti açısından bütün ülke topraklarını kapsayan bir tarzdadır. Ancak bu söylemlere, -yukarıdaki örneklerde de görüldüğü üzere- özellikle sınırdaki yerleşim yerlerinde daha şiddetli bir şekilde ihtiyaç duyulur. Zira devlet, sınırın diğer tarafıyla genellikle sosyo- kültürel benzerlik gösterdiğinden buralarda bir yandan hâkimiyetini güçlendirirken diğer yandan da topraklarına egemen olduğunun mesajını verir.

Hakkâri’nin hem Irak hem de İran’la komşu olması ve Hakkârililerin bu devletlerin sınırlarındaki topluluklarla akrabalık bağlarına sahip olması, Türkiye Cumhuriyeti açısından mekânın ulusallaştırılmasını daha da gerekli kılmıştır. Zira “genç zihinlerde belirli bir ulusal aidiyet duygusu ve sınır bilincini” oluşturmak için “iç mekânın vatanlaşması ve dış mekândan ayırt edilmesi” gerekmektedir (Durgun, 2011: 246). Coğrafya kitaplarıyla yerine getirilmeye çalışılan bu misyon, Lacoste’un (2004: 43) ifadesiyle “bir tür yurtseverce duadan vazgeçmemekten ve ulusal ideolojiyi gerçeğin çelişkileri ile karşılaştırmamaktan ileri gelmektedir.”