• Sonuç bulunamadı

Ulus-Devletin Varlık Alanı: Teritoryanın Kurumsallaştırılması

1.2. ULUS-DEVLET, ULUSÇULUK, TOPRAK VE SINIRLAR

1.2.3. Ulus-Devletin Varlık Alanı: Teritoryanın Kurumsallaştırılması

“Coğrafik alan duygusal ve maddi güce sahiptir”, bu duygusal ve maddi güç ulus ve devletin somutlaşmasında olduğu gibi, teritoryanın tanımlanmasında da işe koşulur” ya da kullanılır (Hayward, 2004: 4). ‘Anavatan’ ya da ‘anayurt’ söylemleri teritoryanın en aşina olunan tanımlanma biçimidir ve bu söylem milliyetçilikle el ele gitmektedir.

“Anavatan anlatısı, fiziksel ve tarihsel bir bağlam ile ‘ulus’ ve ‘devlet’in uzamsal kimliklerini doğal olarak destekler: ulusal teritorya içinde ulusun kültürel ve soyla ilgili kökenleri devletin çağdaş ve siyasal etkinliği ile birleştirilir. Böylece milliyetçilik sınırların hakiki (bona fide) ve karara bağlı (fiat) tipleri arasındaki bölünmeyi bulanıklaştırmaya hizmet eder, yani devletin sınırlarının, onun ‘doğal’ sınırları olduğu ve ulusun anavatanının (pre)tarihsel yerini gösteren iddiasına. Bu bakımdan devletin teritoryal sınırları, şimdi ile geçmişi birbirine bağlayan bir ‘hayali süreç’le, dışlama ve dahil etmenin hatlarını çizen bir ‘aktif süreç’ ile ilgili olur. Böylece devletin teritoryal sınırları onun kültürel, tarihsel, ekonomik ve siyasal sınırlarıyla örtüşmüş olur” (Hayward, 2004: 5).

Bu bağlamda anavatanın coğrafi sınırları ulusal karakterin imajını çerçeveler, dolayısıyla ulusal sınırların yaratılması ulusal karekterin yaratılması anlamına gelir (Rooke, 2006: 137). Bu durumun en güzel örneklerinden biri Misak-ı Milli sınırları çerçevesinde Türk ulusal kimliğinin inşa edilmesidir. Zira eğer Türkiye Misak-ı Milli’den önceki sınırlarını koruyabilseydi o zaman da ulusal kimliğini o çerçeveye bağlı olarak kurmaya çalışırdı. Bunun en açık göstergesi sonradan ‘Anavatan’a katılan Hatay’dır.

Paasi’ye (1997, 1998, 1999) göre jeopolitik ve ideolojik bağlamların bir parçası olarak meydana gelen teritorya sosyal ve siyasal olarak oluşturulmuştur (Paasi, 1997: 42). Zira teritorya verili değildir, eğer verili olduğu farzedilirse Agnew’in (1994) dediği gibi “teritoryal tuzak”a (territorial trap) düşülmüş olur. Teritoryanın önceden verili olduğu fikri sosyal bilimlerdeki en yaygın varsayımlardan biridir. Sözkonusu varsayım özellikle sosyolojide çok açık bir biçimde görünür. Weber’in tanımında

teritorya sadece meşru fiziksel güç tekelinin üzerinde uygulandığı bir alandır. Teritoryanın bu tanımı yirminci yüzyılın hem sosyal terorisinde hem de sosyal bilimlerinde yaygın bir varsayım olarak kabul edildi.7

Oysa teritoryayı bu şekilde görmek onun sosyal ve siyasal olarak inşa edildiğini görmezlikten gelmek demektir.

Paasi, teritoryanın sosyal ve siyasal olarak inşa edilmesini, “teritoryanın kurumsallaştırılması” (institutionalization of territory) olarak adlandırır. Bu bakımdan “teritorya inşa etmek alanların kurumsallaştırılması (institutionalization of regions) olarak nitelendirilebilir” (Paasi, 1997: 42). Şöyle ki; bir süreç boyunca teritoryal sistemin parçaları olarak kurulmuş ve ortaya çıkmış olan teritoryalar daha sonra sosyal eylem ve sosyal bilinçlilik olarak tanımlanırlar, mesela özel bir kimlik olarak (Paasi, 1997: 42). “Teritoryal bilinçlilik”, meydana gelen bölgesel dönüşüm aracılığıyla uygulamaların yerelleşmesine işaret eder. Yani hatları belli bir teritorya oluşturulur ve bu teritorya uzamsal yapı içinde farklı bir birim olarak tanımlanmış olur. Bu da fiziksel, sosyal ve sembolik sınırların rolünü vurgular, zira “kimlik sosyal sınıflamanın bir biçimidir ve sınıflama sınırların inşa edilmesi anlamına gelir” (Paasi, 1997: 42).

“Egemen devletlerin sınırları açık bir biçimde tanımlanmış, sembolleştirilmiş ve onaylanmıştır. Dolayısıyla teritoryal şekillendirme sadece sınırların oluşturulmasına işaret etmez, bundan başka teritoryanın hem sembolleri hem de sosyal kurumları olarak onların rollerinin temsiline de işaret eder. Teritoryal semboller grup dayanışmasının soyut ifadeleridir ve teritoryal gruplarla özdeşleşmenin güçlü duygularını uyandırmaya hizmet ederler. Bir teritoryanın asıl sembolü onun adıdır. Zira bu, onun tarihsel gelişimini, tarihteki büyük olayları ve ortak mirasta birleşen bireysel tarihleri bir araya getirir. İsimler politik manzara içindeki temel unsurlardır. Teritoryal semboller bir teritoryal ikonografi oluşturur ve sosyal -kültürel, siyasal, yönetimsel veya

7 Aslında sözkonusu “teritoryal tuzak”a belki coğrafyacılar, siyasal bilimciler ve jeopolitikacılar kadar

sosyologlar da düşmektedirler. Zira sosyologların toplumu sınırları belirlenmiş bir teritorya ile sınırlı bir toplumdur, bir başka ifadeyle ulus-devletin toplumdur. Oysa hem sınırların hem de teritoryanın sosyal ve siyasal olarak inşa edildiği göz önünde bulundurulduğunda özellikle sınır bölgelerindeki sosyolojik çalışmaların, sözkonusu teritoryanın dışına taşırılarak yapılması bir zorunluluktur.

ekonomik- uygulamalar içindeki günlük yaşamın parçası olurlar” (Paasi, 1997: 42).

Böylece teritoryal bilinçlilik, “teritoryal ikonografi”ler ve semboller aracılığıyla oluşturularak birey ve toplum zihninde ve onların günlük yaşamında etnik merkezli bir teritorya kurumsallaştırılmaya çalışılır.

Gupta ve Ferguson, Beyond "Culture": Space, Identity, and the Politics of Difference (1992) adlı makalesinde modern çağda coğrafik alanın toplumların ve kültürlerin farklılığının bir göstergesi olarak nasıl parçalara ayrıldığına dikkati çeker. Alanın bu şekilde bölünmesiyle her ülkenin kendine özgü kültürü ve toplumuyla şekillenmiş olduğu varsayılır. Dolayısıyla da bu coğrafi alanlar ‘toplum’ ve ‘kültür’ kavramları aracılığıyla basit bir şekilde ulus-devletlerin adıyla anılırlar (1992: 6-7). Mesela “bir turist Hindantan’a gittiğinde “Hint kültürü” ve “Hint toplumu”nu tanır ya da Tayland’ta “Tay kültürü”nü tecrübe eder, ya da Birleşik Devletler’de “Amerikan kültürü”nün kokusunu duyar” (1992: 6-7). Dolayısıyla bu durum Gupta ve Ferguson’un ifade ettiği gibi kültür, aşiret ve insanların uzamsal dağılımını gösteren klasik “etnografik haritalar” fikrinin bir çeşididir. Bir başka ifadeyle coğrafik alan, üzerine “kültürel farklılıkların, tarihsel hafızanın ve toplumsal organizasyonun kaydedildiği” tarafsız bir zemindir (Gupta ve Ferguson, 1992: 7).

Gupta ve Ferguson’un da dikkat çektiği gibi alan, yer ve kültürün eşbiçimli (izomorfik) olarak varsayılması bazı önemli sorunları da beraberinde getirmiştir. Öncelikle ulusal sınırların kenarlarında ya da sınır bölgelerinde ikamet eden insanların sınırın diğer tarafıyla sahip oldukları sosyal, kültürel, ekonomik vs. bağlar ihmal edilmiştir (1992: 7). Ayrıca sınır bölgelerinde farklı kültürlerin varlığı görmezden gelinerek dominant kültür içinde zamanla eriyeceği farz edilmiştir. Dolayısıyla kültür ve kimliğin geleneksel teritoryal varsayımı, bir başka ifadeyle “teritoryal tuzak”ın kültürel biçimi, sınır bölgelerini bir “aradaki kuşak” (interstitial zone) (Gupta ve Ferguson, 1992: 18) ya da melez bir alan olarak görmesi mümkün olmamaktadır.

Teritoryal bir alanın, ulus-devlet inşasında çok önemli bir yeri olması ulusun varlığını üzerinde devam ettirebilmesi için temel bir gereklilik olarak görülen ülke topraklarından daha fazla bir şeydir. Zira herhangi bir toprak parçasının bir ulus için vatan olabilmesi bu toprak parçasının coğrafi ve tarihi olarak yeniden üretilmesiyle ilgilidir. Bir başka ifadeyle ‘tarihsel gerçek’ ve belirli bir toprak parçasıyla ilgili olan mit ulusal muhayyilenin oluşmasında önemli bir yere sahiptir. Böylece tarihsel teritoryaya referansla ataların izinin sürülmesi, yerli kültürün, din, dil ve gelenekler aracılığıyla yüceltilmesi ve “tarihin yeniden yazılmasıyla etnik bağların ve duyguların yeniden keşfedilip canlandırılması”yla ulusal muhayyile belli bir toprak parçasına bağlı olarak şekillendirilir (Smith, 2002a: 190). Dolayısıyla teritorya ulusal kimliğin esas parçalarından birini oluşturur ve ulusun tarihsel anlatısının oluşmasında tarihsel ve mitsel bir önem arzeder (Newman, 2001: 146). Bu bakımdan “ulusal tarih kollektif otobiyografinin” bir biçimi olurken, “ulusal coğrafya da aynı nedenle kendi portresini çizen ressamın kollektif bir türünü andırır” (Rooke, 2006: 135). Sonuçta “hayali cemaat” tarihsel referanslarla keşfedilen “hayali yer”le ilişkilendirilir.

Etrafı sınırlarla çevrilmiş bir siyasi ve coğrafi mekân olan teritorya, ulus- devletin varlık alanıdır. Bu bakımdan bu alan, ulus-devletin “hayali cemaat”ini kurması için çok önemli bir işlev görür. Bir başka ifadeyle ulus-devlet çerçevelemiş olduğu mekanın (ülkenin) içini doldurmak ve onu meşrulaştırmak için ona birtakım anlamlar yükler (Çalışkan, 1994: 163). Dolayısıyla coğrafi alan hiçbir zaman nötr olmamış, genellikle belirli bir ideolojinin taşıyıcısı olmuştur (Işık, 1994: 28). Bu duruma belki de en iyi örnek değiştirilen yer adlarıdır. Çünkü ulus-devlet herhangi bir müphemliğe mahal vermeyecek şekilde teritorya üzerine damgasını basar. Bu bağlamda Seydiyani (2009), özellikle kurtuluş savaşından sonra Anadolu’da birçok ilçe, köy, kasaba nehir ve dağ isimlerinin Türkçeleştirildiğine işaret eder. Örneğin Artvin (Livane) ilinde büyük kısmı Gürcüce olan yerleşim adları 1925 yılında çıkarılan bir kararla değiştirildi; aynı yıl Şeyh Said Ayaklanması’ndan ve 1938’deki

Dersim Olayı’ndan sonra bölgede birçok yerin adı değiştirildi (Seydiyani, 2009: 177).8

Ulusalcı ideoloji özellikle teritoryal kontrolü sürdürmeye hizmet eder. Ya da Storey’in belirttiği gibi siyasi seçkinler ulusalcı retoriğe ülke üzerindeki hegemonik kontrollerini sürdürmek için sıkça başvururlar (2001: 72). Bunu da özellikle eğitim aracılığıyla yaparlar. Dolayısıyla Hobsbawm’nın ifade ettiği gibi “devletler ‘millet’ imajı ile mirasını yaymak, ‘millet’e bağlılık duygusunu aşılamak ve herkesi (genellikle bu amaçla “gelenekler icat ederek”, hatta milletler icat ederek) ülkeye ve bayrağa bağlamak üzere kendi halklarıyla iletişim kurmanın her gün güçlenen aygıtından, öncelikle ilkokullardan yararlanırlar” (1995: 115).

Teritoryaya ideolojik yüklemelerin genellikle modern çağda ve özellikle de ulus-devletler döneminde yapıldığını söylemek mümkündür. Zira ulus-devlet ve onun ideolojisi olan ulusalcılık özellikle toprakla yani vatanla ilgilidir. Bu ideolojide en dikkat çeken yön ‘ulusun kökeninin bölgesi’ ya da ‘ilk vatan’ söylemidir (Storey, 2001: 79). “Ulusçu idealler “anavatan” kavramını bu ideallerin taşıyıcısı olduğuna inanılan topluma kültürel otonomi veren köken efsanesine bağlanmak eğilimindedir” (Giddens, 2008: 283). Bu çerçevede ortaya çıkan vatan ve ulus söylemi modern ulus- devletin temel özelliklerinden birini oluşturmuştur. Modern dönemlere has olan bu kavramlar adeta aynı madalyonun farklı yüzleri gibidir. Ayrıca sözkonusu kavramlar milliyetçi ideoloji için temel bir dayanak noktası olmuştur.

Power/Knowledge adlı kitabının “Questions on Geography” başlıklı bölümünde mekânsal metaforları bilgi ve iktidar ilişkileri açısından ele alan Foucault’ya göre “teritorya, hiç şüphe yok ki coğrafi bir kavramdır, fakat o her şeyden önce yasal ve siyasaldır” yani “iktidarın bazı çeşitleri tarafından kontrol edilen bir alan”dır (Foucault, 1980: 68). Foucault, bilginin bir yönetimi, politikası ve

8

1940 yılında İçişleri Bakanlığı’nın 8589 sayılı genelgesiyle ad değiştirme işlemi resmileşti ve tek elden yapılmaya başlandı. Genelgeye göre “yabancı dil ve köklerden gelen ve kullanılmasında büyük karışıklığa yo laçan yerleşme yerleri ile tabii yer adlarının Türkçe adlarla değiştirilmesi” gerekiyordu (Seydiyani, a.g.e.:177). Daha sonra 1949 yılında 5442 sayılı İl İdaresi Kanunu ile yer adlarının değiştirilmesi işlemi yasal bir dayanağa kavuştu ve 1957 yılında da bir “Ad Değiştirme İhtisas Kururlu” kuruldu. Böylece Kürtçe, Arapça, Ermenice, Çerkezce, Lazca, Gürcüce vs. yer ve yerleşim adları değiştirildi (Seydiyani, 2009: 177-8).

bu bilgi aracılığıyla geçen iktidar ilişkileri olduğunu dolayısıyla toprak, bölge ve alan gibi kavramlar aracılığıyla belirlenmiş tahakküm biçimlerine dikkat edilmesi gerektiğini belirtir. “Siyasi-stratejik terim, silahlı kuvvetlerin ve idarenin gerçekte kendilerini hem maddi toprak üzerinde hem de söylem kalıplarının içinde nasıl kaydettirdiklerinin bir işaretidir” (1980: 69).

Foucault, Governmentality (1991), adlı makalesinde ise belli bir teritorya üzerindeki modern devlet gücünün “egemenlik–disiplin–yönetim üçgenine sahip olduğunu” ve bu üçgenin temel amacının nüfusu denetim altına almak, esas mekanizmasının da güvenlik aygıtları olduğuna dikkati çeker (1991: 102). Gerçekten de modern ulus-devletin ilk yaptığı şeylerden biri toplumu ya da nüfusu denetim altına almak ve belli bir standarda sokmak olmuştur. Bu açıdan kendinden önceki yönetim sistemlerinden çok farklı bir özellik göstermiştir. Zira modern öncesi devletlerde ne topluma yönelik bir denetim ne de bir standartlaştırma politikası sözkonusuydu.

Foucault, batıda devlet yönetiminin teritoryal olarak geçirmiş olduğu değişimi üç tipe ayırır. Adalet devleti (state of justice) olan ilki bir hukuk toplumuna (adetler ya da yazılı kanunlara) tekabül eden teritoryal rejimin feodal tipi içinde doğdu. Burada dava ve yükümlülük tam olarak bir karşılıklılık gerektirirdi. İkincisi olan idari devlet (administrative state) onbeşinci ve onaltıncı yüzyıldaki ulusal sınırların teritoriyalitesi içinde doğdu. Bunun temel özelliği ise “bir disiplin ve denetim toplumuna” tekabül etmesiydi. Son olarak hükümetsel devlet (governmental state) artık sahip olduğu teritoryalite açısından değil, fakat sahip olduğu nüfus kitlesi ve onun yoğunluğu ve miktarı açısından tanımlanmış olmasıdır. Nüfusa dayanan hükümetsel devletin temel özelliği ise güvenliğin aygıtları tarafından denetlenen bir toplum tipine tekabül etmesidir (Foucault, 1991: 103–4).

Bir sosyal ve siyasal coğrafyacı olan Robert Sack da belirlenmiş bir alanı iktidarın temeli olarak görür. Sack’a göre bir coğrafik alan olarak teritoriyalite o alan üzerindeki insan, fenomen ve ilişkilerin bir güç ya da iktidar tarafından kontrol ve etki altına alınması demektir (Sack, 2009: 1). Bu açıdan Sack’a göre “teritoriyalite en iyi şekilde, bir alanın denetlenmesi aracılığıyla, insanları ve kaynakları denetleyen ve

onlara nüfuz eden bir uzamsal strateji olarak anlaşılır; ve bir strateji olarak, teritoriyalite açılabilir ve kapanabilir” (Sack, 2009: 1-2). Denetim ve nüfuza dayanan bu teritoryal strateji bir yandan belirli bir toprak parçası üzerinde yaşayan insanların davranışlarını ve kaynakları denetlerken, diğer yandan da bu insanların giriş ve çıkışlarını denetler. Devletlerin inşa edilmesi ve komşu devletler arasındaki sınırların varlığı, teritoryalitenin en açık politik ifadesine işaret eder. Dolayısıyla, Storey’in ifadesiyle “iktidar, davranış ve girişi yöneten bir kurallar sistemi aracılığıyla sınırlandırılmış belirli bir alan üzerinde uygulanır. Bu bakımdan, teritoryalite iktidarın ya da gücün uzamsal bir biçimi olarak görülebilir” (2001:15). Dolayısıyla modern anlayışa göre “teritoriyalite, teritoryanın siyasal, toplumsal ve ekonomik amaçlar için kullanılması ve devlet egemenliğince kastedilen yegane hükmetme yetkisini tesis eden büyük ölçüde başarılı bir strateji olarak görülmesidir” (Agnew, 2005: 437).

Böylece bilindiği üzere teritoryal devlet, çağdaş siyasal kuramda, başlangıçta erken modern Avrupa’da teritoryal olmayan hanedan sistemlerinin gerilemesiyle gelişti. Siyasal otoritenin teritoryalleşmesi ise ilk önce merkantilist ekonomilerin gelişmesiyle daha sonra da endüstriyel kapitalizmle yükseldi (Agnew, 2005: 441).

Sınırları çizilmiş bir alan olan teritoryayı bir “siyasal teknoloji” olarak kavramsallaştıran Elden’e göre sosyal bilimciler başta post-yapısalcı paradigmanın etkisi olmak üzere birkaç nedenle teritoryayı ihmal ettiler (2010: 801). Ayrıca, Elden, territoryanın sadece politik-ekonomik ve politik-stratejik ilişkiler açısın anlaşılmasının da yetersiz olduğunu ve teritoryaya politik teknolojik açıdan yaklaşılması gerektiğini belirtir (2010: 811). Politik teknoloji ölçme ve kontrol etme tekniklerini içeren bir yaklaşım biçimi olup teriyoryanın hem tarihsel hem de coğrafik bağlamlar içinde anlaşılması gerektiğini ifade eder.

“Teritorya tarihsel bir meseledir: üretilen, değişen ve akışkan olan. Coğrafiktir, fakat basit olarak değil, çünkü dünyayı düzenleme yollarından biridir. … aynı zamanda siyasi bir meseledir, fakat geniş anlamda: ekonomik, stratejik, yasal ve teknik olarak. Dolayısıyla teritoryaya, onun tarihsel, coğrafik ve kavramsal belirlilikleri içinde yaklaşılmalıdır” (Elden, 2010: 812).

Aslında teritoryanın bütün bu görünümlerini en iyi gösteren fenomenlerden biri haritalardır. Bu bakımdan ulus-devlet için önemli bir ikon olan haritalara göz atmakta fayda olacaktır.