• Sonuç bulunamadı

Vatanın Cinsiyetleştirilmesi: “Hudut Namustur”

3.1. Türkiye Cumhuriyeti’nin Kuruluşu: Yeni Sınırlar, Yeni Vatan ve Kimlik

3.1.4. Vatanın Cinsiyetleştirilmesi: “Hudut Namustur”

Sınırlar ulus-devletin egemenliğinin ve şerefinin sembolleridir. Devletin sınırlarına yönelik yıkıcı bir faaliyet onun egemenliğine ve şerefine halel getireceğinden en üst düzeyde korunmalıdır. Bu anlayış Türkiye Cumhuriyeti’nin toprakları bağlamında cinsiyetçi bir söylem halini almıştır: Hudut namustur.31

Yani “ulusal topraklar” namusu korunması gereken bir kadın olarak tahayyül edilir. Vatanı kadın, sınırlarını da onun bedeni olarak algılayan yaklaşım ataerkilliğin modern ulus-devletçi versiyonunun bir yansımasıdır. “Çünkü genel eğilim namusun erkeğin koruması altında olan bir değer olarak görülmesidir” (Bağlı ve Özensel, 2011: 38). Dolayısıyla devletin namusunu korumak da erkek olan askere düşer.

Hudutun namus olarak görülmesi anlayışı, doğal olarak ulusal sınırların ulusal bedenin derisi anlamına geldiğini ima eder. Bir başka ifadeyle vatanın kadın olarak

31

Türk askerinin hudut yemini: “Asil Türk Milletinin namus ve şerefini, vatanın bütünlüğünü, subay, astsubay,

erbaş ve erle sorumluluk bölgesinde korumakla görevli birliğim, vatan ve millet uğruna seve seve can vermeye hazırdır Komutanım”

cinsiyetleştirilmesidir. Dolayısıyla bu anlayışa göre sınırların yasadışı yollardan ihlal edilmesi ya da ulusal topraklara dair yıkıcı bir girişimde bulunmak ulusal bedene ya da dişileştirilmiş (kadınlaştırılmış) vatana tecavüz olarak algılanır. Delaney’ın ifadesiyle Türkiye’nin toprakları “simgesel anlamda kadındır. Dişiliğe ilişkin verili toplumsal yapılanma dikkate alındığında, bu toprakların dışarıdan gelen yıkıcı etkilere karşı korunması zorunlu olur” (Delaney, 2001: 321–2). Delaney, Türkiye’deki bu anlayışın Kurtuluş Savaşı’nda köylüleri işgale karşı harekete geçirdiğini ifade eder:

“Mustafa Kemal köylülerin topraklarına, yani kendi memleketlerine duydukları derin bağlılıklardan yararlanmıştır. Irzına geçilmiş ya da esir alınmış ana gibi gördükleri tehdit altındaki kendi topraklarını savunmaya yönlendirilmeleri için köylülerin ulus-devlet kavramını anlamaları gerekmiyordu.

İffeti geri alındıktan ve içerisi ile dışarısı arasındaki sınırlar belirlendikten sonra ülke toprakları memleket (vatan) olacaktı. Onun üstünde doğanlar ve toprağından beslenenler ise tek bir halk olarak birleşecekti.”

Aslında “Hudut Namustur” söylemi, “vatanın parçalanması” paranoyasıyla, bir başka deyişle “Sevr sendromu”yla yakından ilgilidir. Özellikle Türkiye-Irak sınırındaki karakolların çatılarında yazılı olan bu ifadenin muhtemel bir parçalanmaya karşı nasıl kesin bir ulusal refleks sergilediği meydandadır. Eski Dışişleri Bakanı Mümtaz Soysal’ın aşağıdaki ifadesi, hududun neden namus olarak algılanıp söylemleştirildiğine dair önemli bir işaret sunmaktadır.

“Hepimizde bir Sevr saplantısı vardır. Dışişleri Bakanlığı’ndan ordunun üst kademelerine kadar hepimiz, Sevr haritasıyla daha ilkokulda tanıştık. O haritayı asla unutamayız” (Aktaran: Lundgren, 2008: 27).

Türkiye-Irak sınırında bir sınır karakolu.

Sınırın ya da vatanın cinsiyetleştirilmiş imgesiyle aslında birçok devletin özellikle ulus-devletleşme sürecinde görmek mümkündür. Afsaneh Najmabadi, Sevgili ve Ana Olarak Erotik Vatan: Sevmek, Sahiplenmek, Korumak (2000) adlı makalesinde sözkonusu durumu modern İran devletinin inşa edilme sürecinde çok açık bir şekilde analiz etmiştir. Najmabadi’ye (2000: 120) göre ulusun erkek oluşu ile vatanın kadın oluşunu birbirine bağlayan namus kavramı aslında İslami kökleri olan bir kavramdır, fakat bu kavram “milletin dinsel bir cemaatten ulusal bir cemaate dönüşmesiyle birlikte dinsel anlamından (namus-i İslam) koparılarak ulusal bir anlam kazanmıştır (namus-i İran). Kadının iffeti fikri ile İran’ın bütünlüğü arasında gidip gelen namus, gerek kadının iffetini, gerekse de İran’ı, erkeğin sahiplenmesine ve korumasına tabi kıldı”. Böylece “cinsel namus ile ulusal namus, karşılıklı olarak birbirlerini” oluşturmuş oldu.

“Yeni gelişen coğrafya biliminin çalışmalarıyla, harita ve arazi araştırmalarıyla bu coğrafi bedenin sınırları oluşturulmuş; 19. yüzyılda Çarlık

Rusyası’yla, Osmanlı İmparatorluğu’yla ve İngiliz sömürgesi altındaki Hindistan’la yapılan savaşlarda çizilen sınırlar, bir kadının vücut hatları olarak tahayyül edilmişti: Sevilip adanılacak, sahiplenilip korunacak, uğruna ölünüp öldürülecek bir kadının bedeni.

Ayrıca, kadının korunmasına dair başlı başına bir söylem yarattı - yabancıların emellerine, tacize, tecavüze karşı korunmaya muhtaç bir vücut- ve namus bekçiliğini milliyetçiliğe yükledi. Yurtsever İran erkekleri, İran’ın coğrafi bedeninin sınırlarının üzerine titriyor, kendi kadınlarının bedenlerini de yabancı ellerden korumaya çalışıyorlardı. Bu hamiyetperverlikleri (gayret), ulusal seferberlik çağrısı için kullanıldı. Vatanın bedenini korumaktan aciz erkekler, “şerefsizlik”le suçlanabiliyordu. Toprak kayıpları, sevdiği kadının namusunu koruyamayan bir erkeğin utancına benzer bir duygu yaratıyordu” (Najmabadi, 2000: 121-2).

Saigol’un belirttiği gibi “ulus anlatısı kadın bedeni üzerine kurulur”; anavatan söylemi ise “kadınlara, özellikle de ‘anne’ye yönelik erotik çekimle kuşatılır” (2000: 218). Böylece “vatan, hem romantik ve erotik hem de annelikle ilgili güçlü yan anlamları bulunan kelimelerle temellük ve temsil edilir, kontrol altına alınır. Vatan/kadın için duyulan arzu bir erkek arzusu olarak inşa edilir; ona sahip olmak, onu görmek, ona hayranlık duymak, onu sevmek, korumak ve düşmanlara/rakiplere karşı onun uğruna ölmek arzusudur bu” (Saigol, 2000: 218).

Remzi Oğuz Arık, Coğrafyadan Vatana (1968) adlı eserinde ana olan coğrafyanın vatan olabilmesi ya da “cansız coğrafyayı ebedi vatan yapmak için” onun uğruna evlatların canlarını feda edeceği bir seküler “kutsal” gayeye işaret eder:

“Coğrafyadan vatana yükselişin kaç milyon faciaya, kaç milyar hadiseye, kaç milyar acıya mal olduğunu anlamak için doğuran bir ananın yanında bulunmak; onun çektiğini uyanık yürekle görmek lazım. …Doğmadan bir yabancı olan ve çok kere ölümüne ağlanmayan bu adsız et parçası için ana, ilkin canından da ileri gelen tazeliğini, insanlığın övünme mevzuu olan güzelliğini vermiştir. Yıpranmış, bazen sakat kalmış, mahrumiyetler yüzünden manası yitirilmiş bir bedenden sonra, bütün arzuların gömülmesi gelmiş, bunlara katılmıştır. Adsız, şekilsiz bir zerreden adlı, şanlı bir şahsiyet haline getirdiği

yavruyu “ya il alır gider, ya sel alır gider”, yahut cansız coğrafyayı ebedi vatan yapmak için sınıra gömmek icabeder.”

Kişinin vatanı ve milleti uğruna ölmesi ve öldürmesi ulus-devlet vatandaşlık anlayışının en büyük ödevlerinden biri olarak telakki edilip bu ödevlere birtakım kutsallıklar atfedilmektedir. Anderson’un (2007: 161) vurguladığı üzere, yirminci “yüzyılın büyük savaşlarını olağandışı kılan şey, öldürülmelerine izin verdiği insan sayısının emsalsizliği değil, ne kadar çok sayıda insanı canlarını vermeye ikna edebildiğidir.”

Ulusal teritorya sembolik değerlerle yüklüdür. Yani hayati öneme sahip organik bağlarla birleşmiş bir beden gibidir. Teritoryanın bir parçasını kaybetmek söz konusu bedenin bir kolunu ya da bacağını kaybetmektir ve bu ulus-beden için ölüm tehlikesi anlamına gelir. Bununla birlikte bu söylemin tam karşıtı olan bazı söylemlerde de ulus onun düşmanları tarafından boğulmaktadır, çünkü söz konusu ulusun yaşayıp büyümesi için yeterli alan bırakılmamıştır. Bu bakış açısından sınırlar boyuna geçirilmiş ilmik gibidir. Bir başka deyişle bedenin organları arasındaki kan akışının ve solunumun durdurulmasıdır. Rooke’a (a.g.e.: 134) göre bu analoji, Arap ulusalcı söylemde özellikle de ilk dönem Suriye ulusalcılarında görülmüştür. Bu analojinin bir başka versiyonu da Kürt ulusalcı söylem tarafından dillendirilmektedir. Bu söyleme göre ‘Büyük Kürdistan’ düşmanlar tarafından dört parçaya ayrılarak birleşik bir beden olmasının önüne geçilmiştir. Maria O’Shea, Trapped Between the Map and Reality: Geography and Perceptions of Kurdistan (2004) adlı eserinde Kürdistan haritasının II. Dünya Savaşı’dan sonra, özellikle diasporada, gözle görülür bir şekilde “Büyük Kürdistan” kavramına hızla dönüştüğünü belirtir (2004: 188). O’Shea söz konusu “haritaların yaygın bir şekilde kabul edilmesi ve Kürt ulusalcı söylemde merkezi bir yer edinmelerinin, Kürdistan algılarındaki bir kemikleşmeye” de neden olduğunu vurgular.

Sınırlar, devletler ve sınır bölgesindeki çoğu insan ve grup için birbirinden farklı önem ve anlamlara sahiptir. Bir başka ifadeyle sınırlar devletler için güvenlik ve savunma hatları iken, sınır bölgelerinde yaşayan grup ve topluluklar için de ayırıcı ve engelleyici fenomenlerdir. Dolayısıyla sınırı “teritoryal bütünlüğün ‘kutsallığı’ ve

güvenliğin savunma hattı” (Armstrong, 2003: 165) olarak algılayan resmi görüşle, onu sosyal hayatlarını bölen, onunla ve ona rağmen yaşamını devam ettiren sınır insanlarının görüşünün birbiriyle çatışmaması düşünülemez. Resmi bakış açısı çoğu zaman sınırda yaşayan insanların önceliklerine ya da gereksinimlerine karşı ilgisizdir, zira asıl ilgi sınırların ihlal edilip-edilmemesine odaklanmıştır. Dolayısıyla sınırlar devlet bakış açısından vurmanın veya öldürmenin meşru görülebildiği “güvenlik” hattları ya da devlet namusunun ihlal edildiği çizgilerdir.