• Sonuç bulunamadı

Sınırlar ve Zihinsel Haritalar

1.2. ULUS-DEVLET, ULUSÇULUK, TOPRAK VE SINIRLAR

2.3.7. Sınırlar ve Zihinsel Haritalar

Sınırların devletin ulusal kimlik oluşturması için çok önemli bir rol oynadığı yukarıda ayrıntılı olarak ifade edildi. Bunun yanı sıra bir devletin vatandaşlarının zihinlerindeki haritalar da yerine göre bu kimliği güçlendiren ya da zayıflatan bir özelliğe sahiptir. Migdal’ın (2004: 7) ifade ettiği gibi çoğu zaman “sınırlar insanların zihinsel haritaları tarafından korunur ve oluşturulur”. İnsanların zihinlerindeki bu haritalar vatanı yabancı teritoryadan, içeriyi dışarıdan, bilineni yabancıdan ayırır (Migdal, 2004: 7). Sözkonusu bu zihinsel harita, devletin sınırlar çizerek oluşturduğu ve bunun sonucunda inşa ettiği bir ulusal kimlik çerçevesinde oluşur. Bir başka

ifadeyle hayali toplumun hayali sınırları olarak oluşturulur. Yuval-Davis ve Stoetzler’in ifade ettiği gibi, devletin teritoryal sınırları, içinde kolektivite sınırlarının hayal edildiği başlıca yoldur, yani insanları bir ulusa ait olanlar ve olmayanlar şeklinde bölen bir hayaldir (Yuval-Davis ve Stoetzler, 2002: 331). Dolayısıyla bir ülkedeki insanların sahip olduğu zihinsel harita sınırların yeniden çizilmesi sonucuna bağlı olarak ulus-devlet merkezli bir özellik gösterir. İnsanlar zihinlerindeki bu haritalarla bir taraftan içeriyi güvenli bir coğrafya olarak algılarken, dışarıyı da korku coğrafyaları olarak üretir. Ancak psiko-sosyal coğrafyanın zihinlerdeki bu diyalektik üretimi kendiliğinden gerçekleşmez. Bir başka ifadeyle “güvenli” ve “korku” coğrafyaları genellikle ulus-devlet seçkinleri ya da yöneticileri tarafından üretilir ve halka empoze edilir. Mesela kısa bir süre önce aynı sınırlar içinde bulunan ve genellikle aynı kültürün hâkim olduğu bir yer, sınırların yeniden çizilmesi sonucunda tehdit veya korku coğrafyası olabiliyor. Bunun en güzel örneklerinden biri Doğu ve Batı Almanya arasında Berlin Duvarı’nın inşa edilmesinden önceki ve sonraki durumdur. Bir başka önemli örnek de nerdeyse Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan beri (son birkaç yıldır “komşularla sıfır problem” politikasının benimsenmesine kadar) iç ve dış politikaya hâkim olan “üç tarafı denizlerle, dört tarafı düşmanlarla çevrilmiş ülke” söylemidir.

Fakat devlet merkezli ya da resmi zihinsel haritalar her zaman herkes için geçerli değildir. Zira sınırlar ve haritalar “çok farklı yollardan deneyimlenebilirler ya da hayal edilebilirler” (Yuval-Davis ve Stoetzler, 2002: 331–2). Özellikle de sınır bölgelerinde yaşayan insanların zihinlerindeki haritalar resmi ya da devlet merkezli olanlardan farklı olabilirler. Çünkü bazı sınır bölgelerinde yaşayan insanlar için sınır onları yabancıdan değil birbirlerinden ayırmıştır, aşiretlerinin egemenlik alanını (teritoryasını) bölmüş, sahip oldukları bağları koparmış adeta kan akışını durdurmuştur. Bu nedenle sözkonusu bu insanların hem toplumsal bellekleri hem de zihinsel haritaları ülkenin geriye kalan insanlarınkinden farklıdır. Dolayısıyla bu zihinsel haritada, ulus-devletçi zihinsel haritanın aksine, sınırı daha çok menfi yönleriyle deneyimleyen bir algı söz konusudur.

“Gerçek etkisi nasıl olursa olsun sınırlar, sınır insanlarının zihinsel haritalarının ve algılarının bir parçasıdır. Sınırın eş zamanlı olarak bölen ve birleştiren paradoksu bu zihinsel haritanın dolaysız bir sonucudur. Sınırlar uzun sosyal ve kültürel tarihi bağlara sahip olan her iki tarafta yaşayan insanları böler, fakat onların sınıra bağlı olmaları nedeniyle aynı zamanda onları birleştirir de. Sınırın bu paradoksal karakteri, ulus inşasının bulanıklığının bir metaforu olarak göz önünde bulundurulmalıdır. Bu, sınırların etnik, kültürel ve zihinsel açıdan incelenmeleri için güçlü bir argüman olabilir” (Baud ve Schendel, 1997: 243).

Diğer taraftan birçok durumda sınır topluluklarının uzamsal anlayışı ile ulus- devletinki birbiriyle çelişebilir. Ya da “Okul haritalarına diğer zihinsel haritalar tarafından meydan okunabilir” (Migdal, 2004: 7). Dolayısıyla sınırlar belli bir devletin vatandaşları için bir tek ve aynı anlamı ifade etmez. Andirana Kemp (2004: 97), sınırın İsrail devletinin vatandaşları olan Filistinliler ve Yahudiler için nasıl farklı anlam ve önem taşıdığını şöyle ifade eder:

“Sınır dramatik bir biçimde Filistinliler ve Yahudiler için farklı anlamlar taşır. Gerçekten, “sınır” -hem güç ilişkilerinin uzamsal bir sahnesi hem de dolambaçlı bir nesne olarak- ikili bir sürecin alanını oluşturmaktadır. Bir taraftan “sınır bölgeleri” ve “sınır insanları” gözetleme, teritoryalleştirme ve merkezileştirme aracılığıyla devlet gücünün şiddetlenmesiyle karşılaşırlar. Bu bağlamda, devletin “özü” olarak batılı sosyo-politik kuram tarafından saygı gören, devletin rasyonelleştirmesi ve disiplinci idaresi uçlarda kesin bir şekilde arttırılmıştır. Diğer taraftan ise “sınır”, içinde Filisitinli vatandaşların tehlikeli olarak oluşturulduğu normalden farklı bir alan olarak işlev görür. Yani hem ulusun etnonasyonal projesinin dışında bırakılan hem de yönetim gücünün kapsamına alınan bir biçimde” (Kemp, 2004: 97–8).

Paasi, Bounded Spaces in a ‘borderless world’: Border Studies, Power and the Anatomy of Territory (2009) adlı makalesinde, teritorya ve onun sınırlarıyla ilgili düşüncelerin nasıl oluşturulduğuna ve toplum tarafından kabul edilen imajların nasıl şekillendiğine dikkat çekmektedir (2009: 226). Bu bağlamda Paasi, Shields’den (1991) aldığı “toplumsal uzamsallaştırma” (social spatialization) kavramına

başvurur. Shields, toplumsal uzamsallaştırma kavramını, inşa edilen bir peyzaj içindeki müdahalelerle birlikte varsayım ve kollektif mitolojileri de kapsayan bir toplumsal betimleme düzeyindeki uzamsalın devam eden sosyal oluşumunu belirtmek için kullanır (Aktaran: Paasi, 2009: 226). Paasi bu kavramı “uzamsal toplumsallaştırma” (spatial socialization) biçiminde değiştirerek yukarıdaki sorulara cevap vermeye çalışır. Paasi’ye göre “uzamsal toplumsallaştırma, bireysel ve kollektif aktörlerin teritoryal olarak sınırlandırılmış belli uzamsal varlıkların üyeleri olarak toplumsallaştırılması, kolektif teritoryal kimliklerin öğrenilmesi ve onların yeniden üretilmesine katılmak, paylaşılan geleneklerin ve temel uzamsal imgelerin (sınırlarla ilgili görüşler, bölgesel bölünmeler, bölgesel kimlikler vs.) çekişmesi” olarak tanımlanabilir (2009: 226). Paasi uzamsal toplumsallaştırma’nın teritoryal

olarak uygulanan “sembolik şiddet” sürecinin bir parçası olduğuna dikkat çekerek şöyle devam eder:

“Uzamsal toplumsallaştırma ulusal eğitime, -özellikle de tarih ve coğrafya içindeki- ve vatandaşlar arasında devlet teritoryalitesinin tekrar tekrar üretilmesindeki en önemli uygulamalardan biri olan medyanın etkilerine işaret eder. Tarih geçmişin teritoryalleştirilmesiyle ilgilidir, coğrafya ise şimdi ve geleceği teritoryalleştirmede kullanılır. Ve bu da çoğunlukla haritalar aracılığıyla yapılır” (Paasi, 2009: 226).

Bu bakış açısı toplumun ve hafızanın nasıl teritoryalleştirildiğini anlamak için bazı önemli imkânlar sunar. Ayrıca bazı politik ve idari söylem ve uygulamaların analiz edilmesinde de yol göstericidir.

İnsanların algılarında sınırların bir engel olarak görülmesi çoğu zaman onların sınırın diğer tarafı hakkındaki bilgilerinin yetersiz olmasından kaynaklanır. Breitung’a göre özellikle sınırlar açıldığında diğer taraf hakkındaki bilinç eksikliği çok etkili bir zihinsel sınır oluşturabilir. “Örneğin Berlin Duvarı’nın kaldırılmasından yıllar sonra bile Berlin’de yaşayan insanlar şuan ki hayali sınırları nadiren geçiyorlar” (Breitung, 2009:104). Bilinç eksikliğinin neden olduğu zihinsel sınırlar yanında “etkinlik alanı ve farkındalık (awareness) arasındaki ilişkiler de karşılıklıdır. “İnsanları sınırları geçmeye teşvik eden nedenler varsa, genişleyen etkinlik alanı

sınırın öte tarafıyla ilgili farkındalığın artmasını sağlayabilir” (Breitung, 2009:104). Kuşkusuz teşvik edici nedenler arasında kültürel ve sosyal bağların önemi çok büyüktür.

Kolossov, kitle bilincindeki dış tehdit algısının, “istenmeyen komşu” ya da “tehlikeli komşu” ile tüm temasların kesilmesi ve en aza indirilmesi amacına yönelik olduğunu ifade eder (2005: 619). “Eğer onu başından savmak, hakimiyeti altına almak veya kontrol etmek mümkün değilse, en iyi çözüm ona karşı bir savunma olarak bir engel inşa etmek olacaktır” (Kolossov, 2005: 619). Bu strateji geçmişte Çin ve Roma imparatorluklarına muazzam setler inşa ettirdiği gibi yirminci yüzyılda Berlin Duvarı’nı ve günümüzde de Ayırma Duvarı’nı (İsrail-Filistin) inşa ettirdi.

Türk Kıbrısı ile Rum Kıbrısı sınırındaki tampon bölgede bulunan (Türklerle Rumların birlikte yaşadığı) Pile/Pyla Köyü’nü bir eşik alan (liminal space) olarak tanımlayan antropolog Papadakis sözkonusu köyün adının hem Türkler hem de Rumlar için kapı (gate) anlamına geldiğini belirtir (Aktaran: Dubensky, 2004: 106). “Pile/Pyla birçok anlamda bir kapıdır: Rum Kıbrısı ve Türk Kıbrısı arasında, Türkiye ve Yunanistan, Avrupa ve onun ötekisi, eski Bizans ve Osmanlı İmpatorlukları, “meşru” egemenlikle işgal, meşru ekonomik ticaretle gayrı meşru kaçakçılık arasında vs.” (Dubensky, 2004: 106). Dolayısıyla, Dubensky’nin de vurguladığı gibi her iki Pile/Pyla örneği de farklı ve rakip ideolojiler arasında coğrafik ve etnografik bir sınır oluşturur.

Sonuçta sert sınırlar ‘ötekileştirilmiş’ insanlar ve coğrafyalar hakkında fantazilerin kurulmasına yardım ederler (Blandy ve Sibley, 2010: 280). Bu fantaziler özellikle sınırların (sosyal, siyasal, coğrafik vs.) dışındakilerin tehdit olarak algılanmasına bağlı olarak genellikle negatif imajlarla süslenir.

2.3. 8. Tarihsel Değişim Sürecinde Sınırlar

Baud ve Schendel (1997: 223–6) sınırların sonuç ve anlamlarının zamanla değiştiğine dikkat çekerler. Söz konusu yazarlar sınırların bu geçici karakteri nedeniyle onları organik bir metafor olarak ele alırlar. Bu bağlamda sınırların bir

yaşam döngüsüne (life cycle) sahip olduklarını ve bu yaşam döngüsünün beş aşamadan oluştuğunu belirtirler:

a) Bu yaşam döngüsündeki ilk aşama olan bebek sınır (infant borderland), sınır hattı çizildikten hemen sonra varolur. Önceden var olan sosyal ve ekonomik bağlar çok açık bir şekilde görülür ve sınırın her iki tarafındaki insanlar yakın akrabalık bağlarıyla birbirlerine bağlıdırlar. Ulusal kimlikler halen belirsiz ve tanımlanmamıştır. Bölge sakinleri sınırın hangi tarafında olacaklarına dair bir seçeneğe sahipler.

b) Ergen sınır (adolescent borderland) bir sonraki aşamadır. Bu aşamada sınır reddedilemez bir gerçeklik olmuştur. Fakat başlangıcı henüz yenidir ve insanların çoğu onun varoluşundan bir önceki dönemini hatırlarlar. Bu aşamada ekonomik ve sosyal ilişkiler sınırlanmaya başlanmış olmakla birlikte eski bağlar bozulmamış ve halen sınırın karşı tarafıyla güçlü bir biçimde devam etmektedir.

c) Üçüncü aşamayı oluşturan yetişkin sınır (adult borderland)’da sınır katı bir sosyal gerçeklik olarak görülür. Sosyal ağlar dolaylı olarak kabul edilir ve çoğunlukla sınır hattını izler. Sınır ötesi sosyal ve akrabalık bağları var olmaya devam eder, fakat genellikle zayıftır ve gittikçe problemli olarak görülür. Yetişkin sınırlar bazen ölümsüz ya da ebedi ve ezeli (eternal) olarak algılanırlar. Bir başka ifadeyle kuşaktan kuşağa devreden doğal düzenin bir parçası olarak algılanırlar. Böylece sözkonusu bu sınır, insanların zihinlerine öylesine derin bir biçimde işlemiştir ki onun sorgulanması neredeyse imkânsızdır.

d) Çökmekte olan sınırlar (declining borderland), sınırların siyasal özelliklerini kaybetmeleri sonucunda ortaya çıkarlar. Bu aşamada yeni sınır-ötesi ya da sınır-aşırı ağlar ortaya çıkar. Bu ağlar başlangıçta ekonomik karakterde olup devlet için herhangi bir tehdit anlamına gelmez. Sınırların çökmesi barışçıl bir sürece neden olur. Zira sınırların tedricen zayıflaması sınırın her iki tarafındaki komşu devletler ve insanlar için önemini kaybetmesi anlamına gelir. Bunun yanında sınırların çökmesi

tehlikeli bir sürece de neden olabilir, çünkü sınırda yaşayanlar çıkarlarını korumak için onun çökmesini engellemeye çalışabilirler.

e) Feshedilmiş (ölü) sınırlar (defunct borderland), sınırın her iki tarafındaki fiziksel engellerin kaldırılması ya da lağvedilmesi sonucunda meydana gelen bir durumdur. Bu aşamada yeni ağlar eskilerinin yerini tedrici olarak almaya başlar. Çünkü önceki ağlar birden ortadan kalkmazlar bir müddet varlıklarını devam ettirirler.

Bu durumu belki de en iyi ifade eden örnek, Almanya’yı ikiye bölen Berlin Duvarı’nın kaldırılmasından sonra bile burada yaşayan insanların bir süre bu sınırın etkisinden kurtulamamalarıdır (Brietung, 2009).

Baud ve Schendel’in sınırları zamana ve konjunktüre bağlı olarak ele almaları sınırların doğal oldukları söylemine de dolaylı bir reddiyeyi ifade eder. Yukarıda da ifade edildiği gibi bu söylem, ulus-devletçi yapılanmanın en hararetli ve revaçta olduğu yirminci yüzyılda savunduğu en temel argümanıydı. Bir başka ifadeyle bu söylem sınırların yaşam döngüsündeki üçüncü aşama olan yetişkin/ergin sınırlara denk düşer.

İçinde bulunduğumuz zaman diliminde bir taraftan geleneksel politik sınırların depolitizasyonunu diğer taraftan da bölgesel sınırların gittikçe gelişen önemini gözlemlemek mümkündür. Bölgesel entegrasyon süreci hem devletler düzeyinde hem de ulus üstü düzeylerde görülebilmektedir. Devlet sınırlarına yakın olmak insan aktivitelerini etkiler. “Sınır bölgelerinin ekonomik, sosyolojik ve psikolojik özellikleri fazlasıyla dikkate değerdir, sınırların fiziksel biçimlerinden daha az aşikâr olmalarına rağmen” (Amaral, 2002: 22).

Anderson, Theorizing State Borders:'Politics/Economics' and Democracy in Capitalism (2001) adlı makalesinde sınırların değişen doğasını devletlerin ve teritoryalitenin şekillenmesindeki, devletlerin ve toplumların içsel ilişkilerinin oluşmasındaki farklı tarihsel evreler açısından anlaşılması gerektiğini vurgular. Örneğin devlet sınırları Birinci Dünya Savaşı’dan önce emperyalizm çağında nispeten ‘açık’tı; ondan sonra özellikle savaş dönemi arasında devlet ve sermayenin

yakından özdeşleştiği ‘kendi kendine yeten’ ‘ulusal’ ekonomilerin gelişmesiyle nispeten kapandı. Ve son olarak 1970’lerden bu yana gittikçe şiddetini arttıran küreselleşme ve ulusaşırı gelişmelerle sınırlar yeniden açıldı (Anderson, 2001: 3).

Diğer taraftan özellikle son dönemlerde ulus-devlet sınırlarının rolüyle ilgili söylemlerin çoğu sözkonusu sınırların küreselleşen dünyada yavaş yavaş ortadan kalktığını varsayarlar. Oysa şimdiki dünyamızda territoriyalite ile ulus-devlet hâlen açık bir şekilde birbirine bağlıdır. Passi’nin belirttiği gibi sınırlar, daha önceki kadar dramatik bir role sahip olmasalar da hâlen devletin egemenliğinin sembolleri olarak var olmaya devam etmektedirler (1998: 678). O’Dowd, bu bağlamda günümüzdeki sınırların, özellikle AB gibi oluşumların, bir başka özelliğine dikkat çekmektedir. “AB içinde, sınırlar artık sadece egemenliğe has semboller olarak görülmez, dış dünya ve homojen bir varlık arasındaki engeller olarak da görülür” (2001: 74). Bu açıdan “Avrupa bütünleşmesi, kimliğin sembolleri olarak sınırların rolünü açığa çıkarır” (O’Dowd, 2001: 77). Fakat “Avrupa bütünleşmesi”, “Avrupa Kimliği” ya da “Sınırsız Avrupa” gibi söylem ve kavramlar hiç de sorunsuz değildirler. Bray’ın da vurguladığı gibi Avrupa içindeki, özellikle sınır bölgelerinde (Bask ve İrlanda gibi), yerel, milliyetçi ve etnik kimlikler arasındaki çatışmalar karar vericilerin karşı karşıya oldukları belirsizlik ve çelişkilerin başında gelmektedirler (Bray, 2002: 33– 4).

Kollosov ve O'Loughlin (1998: 261) içinde bulunduğumuz zaman diliminde ulusal sınırlardan daha geniş alanlara doğru bir kayma olmakla birlikte küreselleşmenin asla “sınırsız bir dünya” ya da “ulusal sınırların olmadığı bir dünya”ya yol açmayacağını ileri sürerler. “Aksine, küreselleşme alanın devletlerarasında, bölgeler ve şehirler arasında bölünmüş olmasına dayanır”. Zira söz konusu yazarlara göre “sermaye ancak devletler ve/veya bölgeler içinde oluşturulan farklı yasal alanlar arasında ve onların güvencelerinin desteğiyle dolaşabilir” (1998: 261).

“Bu nedenle dünya sistemi eşitsizliklere ve onları devam ettiren siyasal sınırlara ihtiyaç duyar, bu sınırlar onları meşrulaştıran belirli kimlikler olmaksızın anlaşılamazlar. Böylece siyasal sınırlar beşeri toplum hayatının

biyo-etno-sosyal sabitelerdir, çünkü zarlar olmadan etnik ve/veya devlet teritoryası ile dış dünya arasındaki değiş-tokuşu düzenlemenin ve bu teritoryayı dıştaki kaostan korumanın imkânı yoktur” (Kollosov ve O'Loughlin, 1998: 261).

Sınırlar, Rumford’ın (2006: 165) vurguladığı gibi, bir dizi aktör tarafından oluşturulur, değiştirilir ve yapı-bozuma (deconstructed) tabi tutulur. Özellikle doksanlı yılların başından beri teritoryal sınırların geçirgenliğinin görülmeye başlanması yeni bir dönemin kapılarını da açmış oldu. Bu geçirgenlik bir yandan hareket serbestliği sağlarken, diğer taraftan da etnik ve kültürel etkileşimin yollarını açtı. Hatta sınırlarla engellenmiş olan sosyal, kültürel ve diğer bağların tekrar canlanmasına sebep oldu. “Sınırlar ve hareketlilikler (mobilities) birbirlerinin karşıtı değildir. Küreselleşen dünya mobilite, akış ve ağların dünyasıdır; aynı zamanda sınırların da dünyasıdır” (Rumford, 2006:163).

Bütün bu dönüşümler neticesinde sınırlara, alana ve kimliklere dair yeni söylemler ortaya çıktı. Ackleson’ın ifadesiyle tanımlama biçimleri gittikçe artan bir tarzda gelenekselden ve karetzyen ulus-devlet ilişkisinden ciddi bir kayma gösterdi (1999: 171). Ancak bu dönüşümler her zaman düz ya da doğrusal bir şekilde gerçekleşmiyor. Zira “küreselleşme karşısında toplulukların sınırlarının dışlayıcı bir biçimde -sermayeye değil, fakat bireylere karşı- sertleştiği görülüyor. Özellikle seçkinler etnik ya da ulusal kimliği geliştirmek veya zayıflatmak için araçsalcı bir biçimde sınırları manipüle ederler” (Ackleson, 1999: 171). Bu durumun en açık örneği ABD-Meksika sınırında, serbest ticaret antlaşmasına (NAFTA) rağmen, uygulama koyulan Hold the Line (değişikliğe karşı olmak) operasyonudur. Ackleson sınırdaki bu uygulamanın Meksikalılara karşı dışlayıcı bir söylem haline geldiğini belirtir (1999: 169). Bu bağlamda Asiwaju (2002: 64) merkezi yönetimlerin ulus- devletin egemenliğini tehlikeye atma korkusu yüzünden sınır-ötesi işbirliğini engellediklerini dolayısıyla da merkezi yönetimlerin bu tavrı yüzünden sınır bölgelerinin marjinalleştiğini vurgular.