• Sonuç bulunamadı

Teritoryal Kurumsallaştırma Olarak Misak-ı Milli

3.1. Türkiye Cumhuriyeti’nin Kuruluşu: Yeni Sınırlar, Yeni Vatan ve Kimlik

3.1.1. Teritoryal Kurumsallaştırma Olarak Misak-ı Milli

Özgen’in de ifade ettiği üzere Türkiye’nin sınırlarının Misak-ı Milli ile çizildiği daima vurgulanarak bu sınırların neredeyse hiç değişmediği belirtilir (2004: 37). Bilindiği üzere Misak-ı Milli 28 Ocak 1920’de İstanbul’da toplanan Meclis-i Mebusan’da kabul edildi. Altı maddeden oluşan bu belgenin üç maddesi Mondros Mütarekesi sonrası Osmanlı Devleti’nin (Türkiye’nin) sınırlarını belirtiyordu.

a) Osmanlı Devleti’nin, özellikle Arap çoğunluğun yaşadığı ve 30 Ekim 1918 tarihli silah bırakışmasının imzalandığı sırada düşman ordularının işgali altında kalan kısımlarının geleceği, halkının serbestçe bildirecekleri oylara göre belirlenmesi gerekeceğinden, söz konusu silah bırakışması çizgisi içinde ve dışında dinen, örfen ve emelen birbirine bağlı, karşılıklı saygı ve özveri duyguları besleyen, birbirlerinin ırksal ve toplumsal hakları ile bölgelerinin koşullarına tamamen saygılı Osmanlı-İslam çoğunluğunun oturduğu kısımların tamamı, hakikaten veya hükmen hiçbir nedenle birbirinden ayrılmaz bir bütündür.

b) Ahalisi özgürlüğe kavuşunca, oylarıyla anavatana katılmış olan Elviye-i Selase (Kars, Ardahan, Batum) için gerekirse yeniden halkın serbest oyuna başvurulmasını kabul ederiz.

c) Türkiye barışına ertelenmiş bulunan, Batı Trakya’nın hukuksal durumunun tespiti de, halkının özgürce açıklayacağı oya bağlı kalarak gerçekleşmelidir (Oran, 2001: 105).

Oran’a göre Mustafa Kemal, Misak-ı Milli’nin ilk maddesini alabildiğine dar yorumlayarak amaçlanan sınırları genişletmeye değil daraltmaya çalışmıştı.

Öncelikle bu maddede geçen “mütareke hattı içinde ve dışında” ifadesindeki “ve dışında” ibaresi sonradan Mustafa Kemal tarafından çıkarıldığını ve belli bir tarihten sonraki bütün Misak-ı Milli metinlerinde yalnızca “içinde” ibaresinin geçtiğini vurgular (2001: 107). “İkincisi, bu mütareke hattını da şöyle yorumladı: “Var mıdır böyle bir hat? Yoktur. Yalnız biz Erzurum Kongresini yaparken anavatanı düşünerek böyle bir hudut olmak lazım gelir (dedik). O zaman dedik ki, hakim bulunduğumuz hat bizim hudutumuzdur.” Oran’a (2001: 107) göre Mustafa Kemal’in bu dar yorumunun iki önemli nedeni vardı: Birincisi, Misak-ı Milli’yi “neden gerçekleştiremedin” suçlamasını engellemek; ikincisi de “gerçekçi davranmak endişesi” idi.

“Sınırlar konusu, Türkiye gibi toprağa daima büyük önem vermiş ve üstelik o andaki yöneticilerinin tümü, esas görevi “sınır korumak” olan askerlerden oluşan bir ülke için büyük önem taşıyordu. Ama M. Kemal’in gerçekçiliği nedeniyle, “savunulabilir sınırlar” ve “ulus-devlet” ilkeleri izlendi. Bu iki ilke sonucu sınırları maksimum genişletmek diye bir strateji izlenmedi; amaç, kendine yeterli ve halkı mümkün olabildiğince homojen bir Türkiye idi” (Oran, 2001: 221).

Zürcher’e göre Misak-ı Milli, Erzurum ve Sivas’ta düzenlenen kongrelerde alınan kararlara dayanıyordu, dolayısıyla “milliyetçi programın temel beyannamesiydi.” Ancak “bu beyanname yalnızca Türk ulusal egemenliğini değil, bütün Müslüman Osmanlıların egemenliğini savunuyor”du. Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu (2004) adlı eserinde Misak-ı Milli beyannamesinin hiçbir yerinde Türk sözcüğünün geçmediğini, fakat özellikle Osmanlı-İslam ibaresine vurgu yapıldığını belirtir (2004: 350). “Fakat Mustafa Kemal, çok geçmeden, ister dinen ister ırkan belirlenmiş olsun, ulusal sınırlar ötesinde müphem ve daha geniş herhangi bir varlık için değil, Türkiye halkı için savaştığını açıklığa kavuşturdu” (Lewis, 2004: 350).

Misak-ı Milli’yi “kartografik bir mücadele alanı” olarak yorumlayan Durgun (2011: 130), “‘Misak-ı Milli’nin temsil ettiği “vatan” ile “Sevr Antlaşması”nın temsil

ettiği “mini yurt” tasavvurları arasındaki gerilim”in çok açık bir biçimde gözlemlendiğini vurgular.

Sevr haritasının sunduğu kartografik mekân, Türk ulusal bilincinde önemli bir uyanışı tetiklemiş, yeni doğmakta olan ulusun zihninde bir direniş ve tepki zemini hazırlamıştır. Dolayısıyla Misak-ı Milli, işgale cevaben kendi kartografisini üretmiştir. Hatta harita temsil ettiği toprağın yerine geçmiş, “temsil” zaman içinde “gerçekliğin kendisine” dönüşmüştür (Durgun, 2011: 130).

Kuşkusuz, Misak-ı Milli’nin ulusal bir karakter kazanmış olmasında Sevr Antlaşması’yla Anadolu’nun doğu ve güneydoğusunda Ermeniler’e ve Kürtler’e vaaddedilen devletlerin rolü epey fazla olmuştur. “Bu bakımdan, 1919-1923 arasındaki dönemde “Misak-ı Milli’nin ulusallaştırılması” modern teritoryal Türk vatandaşlığının temeli olarak karakterize edilebilir”18

(İçduygu ve Kaygusuz, 2004: 32). Sevr Antlaşması, modern Türk vatandaşlığı açısından “ulusal kapanma” sürecinin dönüm noktasıydı. Zira bu, uygun üyelik ve “içerideki toplum” düşüncesinin görünmeye başladığı ve etnik unsurlara başvurunun yapıldığını gösteriyordu (İçduygu ve Kaygusuz, 2004: 38). Aynı zamanda “bir tek-etnik ulusal kapanmanın başlangıcına ve ‘dini temele dayanan millet’ anlayışından ‘etnisite temeline dayanan millet’ anlayışına kaymaya da işaret ediyordu” (2004: 38). Bu da Misak-ı Milli’nin teritoryal olarak kurumsallaştığının ifadesiydi.

Karpat’ın da ifade ettiği gibi Misak-ı Milli, “Anadolu’nun önemli bir bölümünün ve başkent İstanbul’un İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunanlar tarafından işgal edildiği bir dönemde ilan edildi. Misak-ı Milli, Anadolu ve Trakya’yı modern Türkiye’nin vatanı olarak tanımladı. …Musul dışında Misak-ı Milli bugünkü Türkiye sınırlarını oluşturmaktadır” (2009: 32). Misak-ı Milli’nin modern teritoryal bir vatan

18

Diğer taraftan Akın’ın (2009: 81) da vurguladığı üzere Türkiye’de vatandaşlık algısı ve anlayışı ulus-devlete dayanmış ve böylece devlet-vatandaş ilişkisi devam eden bir “siyasal seferberlik” hali almıştır.

halini alması ise Kurtuluş Savaşı’nın sona ermesiyle ve ardından 1923’te Lozan Antlaşması’nda tanınmasıyla oldu (Karpat, 2009: 32).

Aslında Misak-ı Milli sınırları ister kabul edildiği dönem ve koşullar itibariyle dini bir esasa dayanmış olsun, isterse de daha sonraki yıllarda ulusal bir mahiyete dönüşmüş olsun, ulus-devletin (Türkiye) kurucu kadroları tarafından “teritoryanın kurumsallaştırılması”nın (institutionalization of territory) (Passi, 1997) açık bir örneğini teşkil eder. Bir başka ifadeyle Misak-ı Milli sınırlarının ne dini ne de etnik niteliği yeni bir devlet kurmaya çalışan kadro için çok da önemli değildi. Önemli olan yeni kurulacak olan devletin, yani Türkiye Cumhuriyeti’nin, bir varlık alanına (teritorya) sahip olmasıydı. Geriye sadece bu alanın içinde bir ulusal karakter inşa etmek kalıyordu. Kollosov ve O'Loughlin’in de vurguladığı üzere “ulusal ve siyasal kimlikler kararlı bir devletin oluşturulmasında genellikle ırk, dil ve din topluluklarından çok daha önemli bir rol oynarlar” (1998: 262). Bu bağlamda gerek, Kurtuluş Savaşı dönemindeki dini söylemin gerekse de Misak-ı Milli beyannamesindeki “Osmanlı-İslam” vurgusunun, yeni devletin ilanından hemen sonra ulusal (etnik) kimlikle değiştirilmesi manidardır.

Bu bağlamda Kahler’in de belirttiği gibi ulus-devletin temel özellikleri değişimin hem “dışsal” hem de “içsel” olmak üzere iki boyutundan oluşur. Dışsal özelliği kendinden önce gelenlerden farklı “yeni bir teritoryal rejim”i temsil etmesinden kaynaklanır (Kahler, 2008: 7). Bir teritoryal rejim, birtakım normlar kümesi, kurumlar ve teritoryal yönetimin özel bir biçimiyle ilgili olan uygulamalardır. Sınır belirleme ve yetkisel uyum bir teritoryal rejimin iki temel boyutudur. Ulus-devletin teritoryal rejimi bu iki yönden kendinden önceki teritoryal rejimlerden farklılaşmıştır (2008: 7). Yeni teritoryal rejimin içsel özelliği ise “yönetimsel homojenlik”le ilgilidir. Ulus-devlet heterojen yönetim biçimlerine ve devlet içindeki politik ayrıcalıklara son vererek ulusal düzeyde merkezileşmeyi sağlamaya çalıştı. Dolayısıyla ulus-devletin dört mimari parçası olan kesin sınır belirleme, yetkisel uyum, yönetimsel homojenite ve doğrudan yönetim devlet sisteminin yeniden tanımlanmasına eşlik etti (Kahler, 2008: 7–9).

Sonuçta teritoryal kurumsallaşma olarak Misak-ı Milli sınırları, Türkiye Cumhuriyeti açısından iki noktada önem kazandı: Birincisi, Osmanlı İmparatorluğu’nun teritoryal düzeninden mutlak bir kopuş göstermesi; ikincisi de (birincisine bağlı olarak) Osmanlı’nınkinden tamamen farklı bir siyasal (ulusal) kimlik inşa etme girişimine esas teşkil etmesi.