• Sonuç bulunamadı

İ LİŞKİLERİNİN TARİHİ SEYRİ

2.1. Osmanlı’da Siyaset-Bürokrasi İlişkileri

2.1.2. Arayış Dönemi: Bürokratik Yapıda Bozulma ve Yozlaşma

2.1.2.3. Yönetimin Islahına İlişkin Risaleler

Osmanlı kamu yönetiminin çok parlak geçen bir dönemi takiben 17. yüzyıldan itibaren yaşamaya başladığı sorunların ve çözümlerinin tartışıldığı, döneme ışık tutan en somut

1

Mütesellimlik Kurumu, Tanzimat’ın ilanı ile vergi toplamada yapılan değişikliğin uygulanması için Meclis‐i Vâlâ‐yı Ahkâm‐ı Adliye’de alınan bir kararla kaldırılmış ve yerine“muhassıllık” getirilmiştir (Torun, 2012: 86).

107

kaynaklar risale, layiha ve nasihatname şeklindeki yazılı eserlerdir. Bu eserler kaleme alana degil, yüzyılların yönetim gelenegi içinden süzülüp gelen toplumsal/kolektif/düşünsel dünyaya aittir (Güler ve Keskin, 2005: 13). Osmanlı düşünürlerinin (yöneticiler ve ulema) sistemin durumu, sorunları ve çözümleri hakkındaki görüşlerini içeren, birbirleriyle paralel ve tutarlı tespitlerin yapıldığı bu eserler dönemin sorunları yanında yönetimdeki bozulmalar, padişahın ve bürokrasinin içinde bulunduğu durum hakkında çok değerli bilgiler vermektedir. Bu eserlerde yönetimdeki bozulmanın ve bilhassa bürokrasideki yozlaşmanın boyutları açıkca görülebilmektedir.

Başlangıcı Emevilerin çöküşüne kadar götürülen (Fodor, 1999: 282) bu eserlerin yazımı ve sultana takdim geleneği Osmanlı Devleti‟nde 16. yüzyıla kadar uzanmakta olup, 17. ve 18. yüzyılda da bu gelenek devam etmiştir (Çolak, 2010: 102; Gökbilgin, 1991: 198). Ancak bu eserlerin özellikle 17. yüzyılda içerik ve sayı bakımından daha da yoğunlaşması söz konusu dönemin, sorunların ve çözümlerin yoğun olarak tartışıldığı bir arayış dönemi olduğuna işarettir. Nitekim ardından gelen III. Selim, II. Mahmut ve Tanzimat Dönemi de bu düşünceyi doğrulamaktadır.

Dönemin şartlarını ve kamu yönetimi sorunlarını inceleyen çok sayıda risale arasında Mustafa Ali’nin Nushatü’s Selatin, Hasan Kafi el-Akhisari’nin Usulü’l-Hikem fi Nizami’l-Âlem (1596),Veysi Efendi’nin Habnâme (1608), yazarı gizlenmiş olan Kitab-ı Müstetab (1618-1622), Aziz Efendi’nin Kânûn-nâme-i Sultâni Li- Azîz Efendi (1630), Görüceli Mustafa Koçi Bey’in Koçi Bey Risalesi (1631), Katip Çelebi’nin Düsturü’l-amel li-islahü’l-halel (1653), Hüseyin Hezarfen’in Telhisü’l-beyan fi kavanin-i al-i Osman (1675) ve Defterdar Sarı Mehmet Paşa’nın Nesayihü’l Vüzera ve’l-Ümera (1714-1717) sayılabilir. Bunlar içerisinde II. Osman’a sunulmuş olup yazarı belli olmayan Kitab-ı Müstetab (Güzel kitap), Koçi Bey”in IV. Murad’a sunduğu ve kendi adıyla anılan risalesi ile Kâtip Çelebi’nin Düsturü’l-amel li-islahü’l-halel (Bozuklukların Düzeltilmesinde Tutulacak Yollar) adını taşıyan eseri özel bir öneme sahiptir (Eryılmaz, 2010: 33).

Kimliğini gizleyen ve muhtemelen sultanın mahiyetinde bulunan Kitab-ı Müstetab’ın yazarı devlet yönetimindeki sorunları, eski kanunlara uyulmama, adaletsizlik, hazinedeki açıklar, askeri düzenin bozulması, hükümdara yakın kişilerin ihanetleri,

108

rüşvetin kadılara kadar yaygınlaşması, yöneticilerin ehliyetsizliği ve birbirlerine düşmanlıkları, reayanın verimsizliği ve korkusu ile her yerde görülen yolsuzluk ve bozukluklar üzerinden aktarmaktadır (Yücel, 1974: 33).

Koçi Bey de, kendi adıyla anılan risalesinde, devlet yönetimindeki sorunları aşağı yukarı aynı konular etrafında toplamıştır. Koçi Bey’e göre Kanuni Sultan Süleyman’a kadar ülke yönetiminin temel organı olan Divan-ı Hümayun’a katılan padişahlar Kanuni’den sonra divan toplantılarına katılmamışlar, memleket ve millet işleriyle ilgilerini kesmeye başlamışlardır. Böylece padişahların meselelerle doğrudan ilgilenmemesi haremin etkisini artırmış, vezir-i azamın siyasi pozisyonunu sarsmıştır. 17. yüzyıldan itibaren vezir-i azamlar tamamen “içerideki insanların” memuru olmuş, onlarsa atamalara ve dirliklerin tevcihine artan şekilde karışmaya başlamışlardır (Eryılmaz, 2010: 34; Fodor, 1999: 295).

Koçi Bey, eserinde padişahların reaya ve beraya yani bütün halk ile ilgilenmesini… devlet yönetiminde gördüğü aksaklıkları, saray çevresinin yönetimde etkilerini, tımar ve zeametin neden bozulduğunu, bilginlerin nasıl bir ahlaka sahip olduklarını, yeniçeride görülen başıbozuklukları, ülkede çıkan fitne ve fesadın sebebini, halkın içinde bulunduğu durumu anlatarak çözüm önerilerinde bulunmuştur (Gökçe, 2010: 68). Koçi Bey, devlet işlerine hatır karıştırıldığını ve her işe göz yumulup rüşvet ile görülmeye başlandığını, kazaskerler ve kadıların ekserisinin dahi rüşvetin pençesinde ve çıkar peşinde olan ehliyetsizlere verildiğini belirtmektedir (Koçi Bey, 1997: 51). Dolayısıyla Koçi Bey özellikle yönetimde liyakatin önemine değinmektedir (Aktan, 1997: 1392). Risalenin diğer bir bölümünde Koçi Bey saray halkının devlet işlerine ne kadar müdahale ettiğini, vezirleri değiştirip yeni gelenleri de kontrolleri altına aldıklarını, ulüfeli kulların yönetim kademelerinde ne kadar güçlendiğini ve her tür fitne ve fesadın kaynağını teşkil etmeye başladıklarını belirtir (Koçi Bey, 1997: 43-44).

Reayanın durumu hakkında ise Koçi Bey, “Şimdiki hâlde re’âyâ fıkârasına olan zûlm ü te’addî, bir târîhte ve bir iklimde ve bir pâdişâh memleketinde olmamışdır... Küfr ile dünyâ durur, zulümle durmaz” (Koçi Bey, 1997: 79) ifadeleriyle reayanın içine düşürüldüğü kötü durumun daha önce hiçbir tarihte, iklimde ve padişah memleketinde görülmediğini, kanun-i kadimde yeri olan ve iyi bilinen “dünyanın küfür ile durabileceği ancak zulüm ile duramayacağı” hatırlatmasıyla, zulmün ulaştığı noktayı

109

açıkça dile getirmiştir. Bu tarih görüşü aynı zamanda Selçuklu ve Osmanlı ulemasının çok iyi bildiği bir görüştür. Bu hususta Koçi Bey’in padişaha yönelik dikkat çeken bir hatırlatması da “İslam ülkelerinde bir memlekette bir kimseye zerre kadar zulüm olsa kıyamet gününde padişahlardan sorulur, vezirlerden sorulmaz. Ben onlara sipariş ettim demek Cenâb-ı Hakkın huzurunda cevap olmaz” sözleridir (Koçi Bey, 1997: 34). 17. yüzyıl Osmanlı bilim dünyasının önemli şahsiyetlerinden birisi olan Kâtip Çelebi Düsturü’l-amel li-islahü’l-halel (Bozuklukların Düzeltilmesinde Tutulacak Yollar) adlı eserinde 16. yüzyıldan sonra Osmanlı devlet yapısında ortaya çıkan siyasi, sosyal ve ekonomik sorunların çözümüne yönelik bir takım düşünceler ileri sürmektedir. Eserinde, Kâtip Çelebi’nin de, devlet ve toplumu yaşayan bir organizmaya benzeten İbn Haldûn’un izinde gittiği görülmektedir. Ona göre devlet/toplum da tıpkı canlı birer organizma gibi doğar, gelişir ve belirli bir olgunluğa erişince gelişmeleri durur. Bu aşamadan sonra, toplum yavaş yavaş gerilemeye başlar ve nihai son olan ölüme tabi olur. Bu aşamada Kâtip Çelebi’nin, Mustafa Na’îmâ1 ve Kınalızâde Ali Efendi gibi Osmanlı siyasi düşüncesinin İbn Haldun’dan etkilenen önemli kuramcılarından olduğu görülmektedir (Doğan, 2013: 197; Yurtoğlu, 2009: 14-16).2

Kâtip Çelebi, Düsturü’l-amel risalesini bir mukaddime, üç fasıl ve bir netice olmak üzere telif etmiş, birinci fasılda reâyayı, ikinci fasılda askeri, üçüncü fasılda ise hazineyi ele almıştır (Gökbilgin, 1991: 215). Bu fasıllarda genel olarak devlet yapısında meydana gelen bozulmanın düzeltilmesi, bütçe açıkları, askerin çokluğu ve reâyanın güçsüzlüğü hususlarına yönelik alınması gereken birtakım önlemlerden bahseder. Toplumun temelinin ulema, asker, tımar ve reâyanın birlikteliğinden oluştuğunu, bunlar arasındaki dengenin iyi korunması gerektiğini bildirir (Gökyay, 1986: 55). Zulüm ve haksızlığın terk edilip usulüne uygun tedbirler alındığı takdirde bütün bu bunalımların aşılacağına inanır (Sözen, 2009: 31). Kâtip Çelebi, eserinin birinci kısmında reayanın durumu ile ilgili olarak, on iki yıl süren seferleri sırasında bütün köyleri harap gördüğünü söylerek bunun sebeplerini ağır vergi, rüşvet, kanunsuzluk olarak sıralamakta ve önüne

1 Mustafa Naima Efendi 18. yüzyıldaki ilk Osmanlı resmi vakanüvisi (tarih yazıcısı) olup en önemli eseri Tarih-i Naîmâ’dır (Bolat, 2012: 93). Eser hakkında bilgi için bkz. Naîmâ Tarihi, C. I, (çev. Zuhuri Danışman), İstanbul. Bahar Matbaası,1967; Zeki Arslantürk (1997). Naîmâ’ya Göre XVII. Yüzyıl Osmanlı

Toplum Yapısı, İstanbul: Ayışığı Kitapları; Mehmet İpşirli (2014). Tarih-i Naima, Ankara: Türk Tarih

Kurumu Yayınları.

2 Bu konuda Osmanlı tarihçileri arasında bir İbn Haldûn ekolünün varlığından söz edilebilir (Yıldırım, 2006: 17).

110

geçilmediği takdirde ayaklanmanın ve zulmün memleketi yıkacağını hatırlatmaktadır (Gökyay, 1988: 35).

Dönemin ıslahat risaleleri arasında önemli bir yeri olan diğer bir kaynak Defterdar Sarı Mehmet Paşa’nın, Nesayihü’l Vüzera ve’l-Ümera (Devlet Adamına Öğütler) adlı eseridir. Defterdar Sarı Mehmet Paşa’nın eserinde eleştirdiği şey sistem değil onun yönetiliş tarzıdır. Kendi zamanının şartlarını hemen hemen iki yüz yıl öncesiyle karşılaştırmıştır, ileri sürdüğü öğütler devlette suiistimal veya fesat saydığı şeyleri anlatmaktadır. Rüşvetin zararları ve işin ehline verilmesi konusunda Mehmet Paşa “İş erleri ve işbilir mutedil kimseler beyzade değildir deye bîr köşeye atılarak unutulmayup o gibilere uygun olan devlet makamlarının verilmesinde faide çoktur. Rüşvetle ehliyetsize ve zâlimlere devlet hizmeti vermekten çok çekinmek lâzımdır. Zirâ o gibi adamlara rüşvetle devlet hizmeti verilmek reaya mallarını yağmaya izin verilmeyi kapsar. Zira verdiği rüşvete karşılık lâzım. Rüşvet için verdiği şeyden başka kapusu halkı ve kendisi bir menfaat elde etmelidir. Bu konuda çok düşünmek lâzımdır. Bütün kötü âdetlerin ve zulümlerin başı ve başlangıcı ve türlü kötülük ve karışıklıkların kökü ve kaynağı felaketlerin büyüğü rüşvet dedikleri fesat madenidir ki İslâm topluluğu için bundan ziyade belâ ve din ile devleti kökünden yıkıcı başka kötülük yoktur” (Defterdar Sarı Mehmet Paşa, 1969: 43-44) ifadeleriyle son derece açık ve net bir tutum sergilemektedir.

Devlet yönetiminde görev alacaklarda zekâ, bilgi, namuskârlık ve tecrübenin temel nitelikler olması ve özellikle kamu görevlerine yapılacak atamalar konusunda buna dikkat edilmesi gerektiğini belirten Mehmet Paşa reâyanın Tanrı emaneti olarak korunması gerekliliğini vurgulayan ifadeleri çağdaşı düşünürlerin dikkat çektikleri hususlarla paralellik taşımaktadır (Defterdar Sarı Mehmet Paşa, 1969: 74).1

16. yüzyılın sonu ve 18. yüzyıllar arasında geçen sürede yukarıda anılan başta Koçi Bey, Kâtip Çelebi ve Defterdar Sarı Mustafa Paşa’nınkiler olmak üzere yazılan risalelerde Osmanlı’daki bozulmanın sebepleri adalet, maliye, askeri düzen ve yönetim kademesindekilerle ilişkilendirilerek tespit edilmeye çalışılmıştır. Bu eserlerde sorunun doğrudan padişah dışındaki yönetim kademelerinde bulunanların siyasal ve toplumsal

1

18.yüzyıl Osmanlı reâyâsının ekonomik ve sosyal durumuna ilişkin diğer bir önemli eser de Canikli Ali Paşa’nın Tedbîr-i Nizâm-ı Memleket adlı risalesidir.

111

ilişkilerinden kaynaklandığı belirtilirken dolaylı olarak da bu konuda padişahın kanun-i kadim üzere üzerine düşeni yapması gerekliliği vurgulanmıştır.

Diğer yandan bu eserler göstermektedir ki 16 ve 18. yüzyılları kapsayan dönem Osmanlı bürokrasisinin padişaha sadakatten koparak kendi gücünün farkına varmaya ve bünyesine rüşvet, yolsuzluk ve kayırmacılık gibi olumsuz özellikleri katmaya başlamıştır.