• Sonuç bulunamadı

Doğuşundan itibaren devletin en temel özelliği toplumun yönetilmesi sürecini gerçekleştirmek, bu süreçte düzeni ve güvenliği sağlamak olmuştur. Bu amaçları gerçekleştirmek için devlet, kurallar koyma, bu kuralları uygulama/uygulatma, cezalar verme, emir ve talimatlar vererek toplumsal yaşamın sağlıklı şekilde sürdürülmesi konusunda çeşitli işlemler tesis etme yetkisini kullanmıştır. Bu noktada devletin kullandığı bu yetki karşısında insanların buna uymasını gerektiren ve devlete bu tür tasarruflarda bulunma imkânı tanıyan bir kavram olan egemenlik kavramı ortaya

24

çıkmaktadır. Kavram ortaya çıkışından itibaren edindiği, kamu hukuku ve siyaset biliminin en temel kavramlarından biri olma özelliğini uzun zaman korumuştur.

Diğer taraftan kamu hukuku ve siyaset biliminin en temel kavramlarından biri olan egemenlik kavramının tam ve açık olarak neyi karşıladığı, ona kimin sahip olduğu ya da olması gerektiği (Kapani, 2009: 58) konusundaki tartışmaların tam olarak sona ermediği de bilinmektedir (Hacker, 2000: 72). Nitekim bu tartışmaların gizi, kavramın, içinde yaşadığı dönemlerin siyasal, kültürel ve iktisadi anlayışlarının tesiriyle sürekli anlam yenilenmesinde yatmaktadır.

Kavramın doğuşundan günümüze değin yaşanan süreçte, klasik yaklaşımdaki devlet egemenliğine vurgu yapan algının yerini, egemenliğin kullanıcısı olarak siyasal iktidar kavramına bıraktığı gözlemlenmektedir. Bu nedenle bir sonraki bölümde üzerinde durulacak olan siyasal iktidar kavramından önce, onu besleyen egemenliğin kavramsal çerçevesini çizmeye çalışarak doğuşu, gelişimi ve modern devlet anlayışı açısından değerini tartışmakta yarar olduğu düşünülmektedir.

Modern anlamda egemenlik kavramı, tarih sahnesinde, krallar, kilise, feodalite ve Roma-Germen İmparatorlukları arasında yüzyıllar süren üstünlük mücadelesinin bir sonucu olarak tezahür etmiştir. Siyasi tarih, bu mücadele sürecini, egemenlik kavramının doğuşu yanında uzun zaman ayrılmaz bir parçası olarak nitelendirildiği modern devletin de doğum sancılarının çekildiği bir süreç olarak aktarmaktadır.

Egemenlik kavramının feodaliteden mutlak monarşilere geçişle birlikte ortaya çıkması noktasında Ortaçağ Avrupa’sındaki parçalanmışlığı ve iktidar mücadelelerini anlamada dönemin büyük düşünürlerinden Thomas Aquinas, (Aquino’lu Thomas) (1225- 74) araştırmacılara önemli ipuçları vermektedir. Aquinas, en önemli eseri olan “Summa Theologica”da ruhları yönetme işinin kiliseye, bedenleri yönetme işinin ise devlete düştüğünü ileri sürer. Bu iki kurumdan her birinin kendine ait alanı olduğunu ve birinin ötekinin işine karışmaması gerektiğini belirtir. Fakat anlaşmazlık hâlinde papa, hükümdarın günah işleyip işlemediğini daima yargılayabilir. Ona göre, “Utriusque potetatis apicem tenet”, “iki iktidarın zirvesinde Papa vardır” (Mosca, 2004: 63- 64). Bu durum Hakyemez’in deyimiyle, Aquinas’nun, egemenliği henüz yeryüzüne indiremediğini gösterir. Çünkü, ona göre egemenliğin sadece kullanımını yeryüzü belirler, ilkesini değil (Hakyemez, 2004: 23). Ancak Aquinas’nun, gerçekte monarşinin

25

halk tarafından seçilmesini istemesi, aristokrasiye de özel bir liderlik ve yönetim fonksiyonu ayırması, Aristo’da kendini gösteren, monarşi, aristokrasi ve demokrasi unsurlarını kaynaştıran (Jouvenel, 1997: 41) “karışık anayasa” fikrinin, kendisinin döneminde de yankılandığını göstermektedir1 (Cranston, 2000: 40- 41).

Thomas Aquinas’nun Ortaçağ felsefesine yaptığı en önemli katkı tanrısal/ilahi egemenliğe ilişkin insanların laik yetkelere boyun eğme zorunluluklarının adaletsiz ya da zorba bir yetke söz konusu olduğunda ortadan kalkacağını ifade eden yorumudur. Cassirer’e göre bu yorum kilise ve devlet, yani laik ve tinsel düzenler arasındaki ardı arkası kesilmeyen çatışmalara karşın, her iki düzenin ortak bir ilkede birleştirilmesi çabası olarak görülmektedir (Cassirer, 1984: 111). Biraz daha farklı açıdan bakılır ve cesaretle ifade edilirse Aquinas, belki farkında olmadan tümüyle kiliseye ait olan egemenlik alanında laik egemenlik anlayışına da yer açarak modern egemenlik kavramının doğuşuna giden yolda çok önemli bir engeli kaldırmıştır.

Kilise ve papalığın Ortaçağ boyunca krallar ve feodal beyler üzerindeki üstünlüğü uzun yıllar süren savaşlar ve mücadeleler sonucunda özellikle başta Fransa kralları olmak üzere monarşilerin lehine üstünlükle sonuçlanmıştır. Nitekim tüm Ortaçağ boyunca kilise ve papalığın yerleştirdiği din temelli ilahi iktidara işaret eden egemenlik kavramı bu uzun ve çetin mücadele sırasında (Cassirer, 1984: 111) Fransa kralları tarafından ülke içinde kendi iktidarlarını, ülke dışında ise kendilerinden üstün bir otorite tanımadıklarını ifade eden bir hukuki formüle dönüştürülerek kullanılmıştır (Kapani, 2009: 59).

Bu dönüşüm döneminin önemli düşünürlerinden Machiavelli’de de (1469- 1527) Aristo ve Aquinas’nun değindiği kral, soylular ve halk arasındaki gücün paylaşıldığı yönetim tarzının mükemmel bir devlete dönüşmesi özlemi (Machiavelli, 2008: 35) hissedilmektedir. Dini bir özellik olarak Hristiyanlığa, dini bir müessese olarak da kiliseye karşı büyük bir nefret ve düşmanlık besleyen (Landi, 2000: 46) ancak din

1 Aristo’ya göre hakiki yönetim biçimleri, birisinin, birkaç kişinin ya da birçok kişinin ortak çıkar gözeterek yönettiği devletlerdir. Aristocu ilkeye göre, düzgün bir monarşi en iyi olan adamın idaresine, düzgün bir aristokrasi en zengin ve en iyi adamların idaresine ve düzgün bir anayasal hükûmette özgür adamların idaresine dayanmaktadır. Yönetenlerin kendi çıkarlarını kamu yararının üzerinde tutmaları hâlinde rejimler çarpık rejimler hâline gelecek Monarşi Tiranlığa, Aristokrasi Oligarşiye, Anayasal hükûmet ise Demokrasiye dönüşecektir. Aristocu bakışta demokrasinin kendine özgü çarpıklığı yöneten konumunda olan yoksul kesimin, hem devletin kolektif çıkarına hem de varlıklı kesimin çıkarına karşı uyguladıkları ayrımcılıktır (Tilly, 2010, 460- 461).

26

düşmanı da olmayan, tersine, dinin insanın toplumsal yaşantısının zorunlu öğelerinden biri olduğuna inanan Machiavelli (Cassirer, 1984: 142), siyasal iktidarın, birlik ve bütünlük içerisinde tek bir egemen otoritenin ürünü, onun da bir “hükümdar” (1513) olması gerektiğini savunmuştur (Çetin, 2011: 39). Bu düşünceler ışığında 18. yüzyıl politik doktriner tarihi, modern devletin kendi rasyolarını geliştirme ve mutlaklaştırma eğilimini ifade ederken, Hobbesçu ve Bodinci anlamda egemenlik kavramı bu yüzyıla damgasını vurmuştur (Öğün, 2002: 184).

Bu düşüncelerin etkilediği yeni dönem, siyasal iktidara rasyonel gerekçeler ve meşruiyet kaynaklarının araştırıldığı, eskinin mitolojik, dinsel, geleneksel ve doğaüstü meşruiyet yasaları yerine rasyonel ve doğal kaynakların arandığı dönem olmuştur (Çetin, 2011: 39). Nitekim Ortaçağ döneminde daha çok ilahi iktidar olarak tanrı ile ilişkilendirilerek kullanılan egemenlik kavramı modern dönemde dünyevileşerek yerini siyasal/laik egemenlik anlayışına bırakmıştır (Jouvenel, (1957: 171).

Fransızca’da “souverainate”, İngilizce’de ise “souvereignty” ile ifade edilen, kökünü Latince “en üstün iktidar” anlamına gelen “superanus” kelimesinden alan (Kapani, 2009: 59- 60; Özman, 1964: 56; Hakyemez, 2004: 53) “egemenlik” kavramı, ilk kez Jean Bodin (1530- 1596) tarafından sistematize edilmiştir. Bodin, 16. yüzyılın sonlarında yayınladığı başyapıtı Devletin Altı Kitabı’nda (Les six livres de la Republique)1 egemenliği, bir ülkede yaşayan tüm insanlar üzerinde devletin yasayla kısıtlanamayan en üstün iktidarı olarak tanımlamıştır. Bodin’e göre egemenliğin zaman ve mekân bakımından sınırı yoktur, sınırsız, mutlak, bölünemez ve devredilemez bir iktidardır (Özman, 1964: 57; Ağaoğulları ve diğ. 1994: 19; Öztekin, 2010: 38). Bodin’in, egemenliğin tek bir hükümdara ait olması düşüncesi Machiavelli ile de örtüşmektedir.

Bodin’den bir kuşak sonra egemenlik kavramının yetkinleştirilmesi misyonu Hobbes’ta görülmektedir. Ancak Hobbes’un egemeni, çalışmanın “devlet” başlıklı bölümünde üzerinde durulan toplumsal bir sözleşme sonrasında ortaya çıkmasına rağmen, sözleşme ile bağlı değildir (Hakyemez, 2004: 33). Hobbes, egemenlik teorisinde öncelikle insanlar için tek yolun diğerleriyle birlikte mukavele yaparak yüce bir otoriteye boyun

1 Bodin’in bu eseri kapsam ve derinlik bakımından hem öncesindeki Aristoteles’in Politica’sıyla hem de sonrasındaki Montesquieu’nün Yasaların Ruhu ile boy ölçüşebilecek değerde bir yapıt olduğu belirtilmektedir (Ağaoğulları ve diğ. 1994: 14).

27

eğmeleri olduğunu belirterek siyasi hükümranlığın rasyonelliğini yeniden düzenlemeye çalışmıştır. Sonrasında sıra insanların sınırsız tek bir hükümranlık otoritesine ihtiyacı olduğunu göstermeye gelmiştir. Ona göre, sınırlı veya bölünmüş hükümranlık kendi içinde çelişkili kavramlardır. Nitekim böyle bir durumda hükümranlık süren bir otorite yoktur ve ülke gerçek veya başlamakta olan bir iç savaşın içindedir (Watkins, 2000: 58- 59).

Yapılan çalışmalar esnasında, kavrama esin kaynağı olan (Machiavelli), kavramı ilk kez kullanan ve sistemleştiren (Bodin) ve kavramı ulus-devlet yapılanmasında pekiştiren (Hobbes) düşünürlerin hiçbirinde egemenliği kullanacak otoritenin sınırlandırılması gerekliliği düşüncesine rastlanmamaktadır. Nitekim bu durum, Duguit’in, ifadesini Alman hukukçularda bulduğu, egemenliğin kendinden başka hiçbir şey tarafından belirlenmemek, kendine ve yalnızca kendine özgü bir özelliği olan irade olduğu algısını kuvvetlendirmiştir (Duguit, 2000: 383). Bu anlamda söz konusu düşünürler egemen otoritenin meşruiyetinin nasıl sağlanacağı konusunda yeterli argûmanı sun(a)mamışlar ve meşruiyeti egemenin iradesine bırakmışlardır.

Meşruiyetin kaynağına ilişkin eksik argûman 18. yüzyıla gelindiğinde Rousseau tarafından bulunmuştur. Rousseau, egemenlik kavramını demokratik terimlerle yeniden tanımlayarak kavramın, meşruiyetini halk egemenliğine dayanarak sağlayabileceğini öngörmüştür (Hakyemez, 2004: 37). Nitekim Rousseau, yönetilen bir kimsenin aynı zamanda bir kanun yapıcısı olması gerektiğini belirtmektedir. Onun meşru olarak düşündüğü yegâne birlik şekli, birliğe katılanların beraberce halk adını aldıkları ve egemen otoriteye katıldıklarından kendilerine vatandaşlar denilen birliklerdir (Jouvenel, 2000: 82- 83).

Egemenlik kavramı, 20. yüzyılda “sınırlı egemenlik” hâline dönüşmesinden önceki son aşamasını, bir anlamda Rousseau’nun düşüncesinin ulus egemenliği temelinde hayata geçirildiği 1789 Fransız Devrimi ile tamamlamıştır. Bu tarihten sonra ulus devletin en temel ilkesi hâline gelen ulusal egemenlik, 19. yüzyıl boyunca iç hukuk yönünden olduğu kadar devletler hukuku açısından da en aşırı ve en mutlak şekilde anlaşılmıştır (Özman, 1964: 65).

20. yüzyılda ise klasik politika biliminde mutlak, bölünmez, sınırsız ve devredilemez olarak tanımlanan, devleti en üstün ve tek üstün güç olarak ortaya çıkaran egemenlik

28

kavramının değişime uğradığı, anayasal süreçlerle ve ulus- üstü organizasyonlarla sınırlandırıldığı, güçler ayrılığı prensibi ile bölündüğü, seçimlerle devredildiği (Çetin, 2011: 41), demokratik haklar ve katılım süreçleri ile toplumla paylaşıldığı görülmektedir. Bu da göstermektedir ki günümüzde egemenlik kavramı kesin hatlarla tanımlanabilecek ya da keşfedilebilecek bir olgu olmaktan ziyade bir sürece işaret etmektedir. Diğer bir ifade ile egemenlik, prosedüre bağlı belirli kurallara göre belirli kişiler ve kurumlar arasında etkileşim olarak karşımıza çıkmaktadır (Hacker, 2000: 72). Nitekim ortaya çıkışından itibaren çeşitli formlara büründüğü görülen kavramın yönetmeye ve otorite kullanımına ilişkin öneminin azalmadığı yalnızca klasik yaklaşımdaki devlet egemenliğine vurgu yapan algının yerini egemenliğin kullanıcısı olarak siyasal iktidar kavramına bıraktığı gözlemlenmektedir. Bu sürecin özellikle Türkiye’de siyaset- bürokrasi ilişkilerinin seyrinde siyaset kurumu açısından bir avantaja dönüştüğü söylenebilir. Bilhassa halk egemenliğine vurgu yapan, siyasal iktidarın ise bu egemenliği kullanmanın tek aracı olduğunu öne çıkaran yaklaşımlar bürokrasinin bu alanda öteden beri var olan hakimiyetini azaltacak etkiler yaratmaktadır.