• Sonuç bulunamadı

1.1.1 Klasik Siyaset Biliminin Temel Aktörü: Devlet

1.1.1.2 Toplum Sözleşmesi Kuramı

haklı göstermeleri konusunda yönetimlerin elini kolaylaştıran olgulardır. Hintze, bu savı destekleyici örnek olarak da Manş deniziyle Kıta Avrupa’sından coğrafik olarak ayrılan

İngiltere’nin tarih boyunca doğrudan bir tehdide maruz kalmamasının mutlakiyetçilik ve bürokratikleşmeden görece uzak kalmasına, parlamentonun, ayakta kalarak kralın yürütme yetkisine ortak olmasına olanak sağladığına işaret etmektedir (Ertman, 2010: 396- 397).

1.1.1.2 Toplum Sözleşmesi Kuramı

Devletin doğuşunu, varlığını ve temel özelliklerini açıklamaya çalışan en önemli kurumsal bakış açılarından birisi “toplum sözleşmesi” kuramıdır. Devlet iradesinin kaynaklarının halkın iradesinde bulunduğunu savunan bu düşünce geleneği özellikle en önemli temsilcileri olan Hobbes, Locke, Rousseau ve Kant’ın fikirleriyle önem kazanmıştır (Rosen ve Wolff, 2006: 79).

Hobbes, Leviathan’da1 “herkes dilediğini yapma hakkını elde tuttuğu sürece bütün insanlar savaş durumundadır” der. Herkesin herkese karşı savaş durumunda olduğu bu basit doğa durumundan insanların karşılıklı haklarını devrederek, hak ihlallerini önleyecek yeterli hak ve güce sahip ortak güvenilir genel bir gücün varlığıyla çıkılabilir.

İnsanları yabancıların saldırısından ve birbirlerinin zararlarından koruyabilecek kendi emekleriyle ve yeryüzü meyveleriyle kendilerini besleyebilmeleri ve mutluluk içinde yaşayabilmelerini sağlayabilecek böylesi bir genel gücü kurmanın tek yolu, bütün kudret ve güçlerini tek bir kişiye veya hepsinin iradesini oyların çokluğu ile tek bir iradeye indirgeyecek bir heyete devretmelerinden geçmektedir. Bu yapıldığında tek bir kişilik hâlinde birleşmiş olan topluluk devlet olarak adlandırılır (Hobbes, 2006: 87- 89). Locke’da, hepsi doğuştan eşit, özgür ve bağımsız olan insanların başka insanlarla birleşip bir arada, rahat, güvenli ve huzurlu olarak yaşamak ve bu topluluktan olmayanlara karşı da güven tesis etmek için anlaşma yapmanın ve buna rıza

1 Thomas Hobbes’un 1651’de yayınladığı kitabıdır. Kitabının sonunda Hobbes, “bu kitabın yazılmasına günümüzün huzursuzlukları neden oldu” ifadesini kullanır. Nitekim söz konusu huzursuzluklar kanlı Püritan isyanı ve sonucunda 1649’da Kral I. Charles’ın kafasının kesildiği dönemi ifade etmektedir. Leviathan, Kitab- ı Mukaddes’te diğer bütün hayvanlar üzerinde hâkimiyet kurmuş yenilmez bir timsahtır. Hobbes, aklı başında insanların kendi yararlarını düşünerek isyanla, baş kaldırmayla yıkılamayacak ve bu nedenle isyana dahi teşebbüs edilemeyecek Leviathan gibi bir devletin yönetiminde bulunmanın gerekliliğini göreceklerini (Watkins, 2000: 53- 54) dolayısıyla, anarşi ve düzensizliğin tek seçeneğinin mutlakiyetçi bir yönetim olduğundan hareketle yurttaşlara devlete karşı kayıtsız ve şartsız yükümlülük taşımalarını öğütlemiştir (Kara, 2009: 554).

18

göstermenin önemine değinir. Ona göre topluluğun çıkardığı yasaların yetki verdiği meclislerde (herhangi bir sayı belirtilmemişse) çoğunluğun görüşü topluluğu oluşturan herkesin görüşü olarak kabul edilir. Bu akıl ve doğa yasası uyarınca tüm bireylerin gücünün mecliste toplandığı kabul edilir (Locke, 2006: 90).

Rousseau ise, doğa durumunu Hobbes ve Locke’un sunduğu bütünsellikten farklı olarak insanın en ilkel hâlinden (hayvan) başlayarak kendi içinde geçirdiği değişim ve dönüşümlerle bir tür insanlık tarihi olarak sunsa da “toplum sözleşmesi” insanlığın tam anlamıyla gerçek doğuşuna damga vurması bakımından ortak noktayı oluşturmaktadır (Dumont, 2000: 162). Rousseau’nun ifadesiyle, insanlar özgür doğdukları hâlde her yerde zincire vurulmuşlardır. Yapılması gereken şey kişisel çıkarlar ile toplumsal görevler arasında uyum sağlayan, insanın hem özgür olduğu hem toplumsal birliğin sağlandığı yeni bir düzenin kurulmasıdır. Rousseau’nun soyut ve karmaşık toplumsal sözleşme kuramı, bu düzenin kurulmasını mümkün kılacak tek yoldur. Buna göre insanlar akla dayalı kurucu bir sözleşme aracılığıyla kendilerini halka dönüştürürler ve ardından da yönetsel işleri yürütmek için siyasal iktidarı oluştururlar (Duman, 2011: 81). Burada özel iradenin kendisini genel iradeye teslim etmesi söz konusudur (Kahraman, 14.01.2014, CNN Türk). Bir hükûmetin yönetimi altında olması insana acı verecektir fakat insanın boyun eğmek zorunda olduğu yönetimin, o insanın daha az yabancısı olduğu bir yönetim olması da daha az ıstırap vericidir (Jouvenel, 2000: 82). Diğer yandan Kant, devletin bu gibi emirlerine uymanın basiretli bir davranış gibi görünse de ahlaki olamayacağını, çünkü otoriteye sırf devletin otoritesi olduğu için boyun eğmenin ahlaki özgürlüğü bertaraf edeceğini iddia etmektedir (Barry, 2004: 67). 1.1.1.3. Toplum Sözleşmesi Kuramının Eleştirisi ve Alternatifleri

Toplumsal sözleşme kuramına karşı çok çeşitli eleştirilerin yöneltilmesi şaşırtıcı değildir. Nitekim bu eleştirileri yönelten önde gelen düşünürler arasında Hume, Bentham, Hegel ve Hart görülmektedir.

En etkili muhâlif, fikre bir dizi eleştiri yönelten ve özellikle örtülü rıza fikrine şiddetle saldıran David Hume’dur (Rosen ve Wolff, 2006: 80). Hume’a göre devletin varlığı bir sözleşmenin, açık ya da örtülü bir rızanın sonucu olarak açıklanamaz. Çoğu zaman

şiddetle kurulan devletler, zaman içinde toplumsal hayatın diğer kurumları gibi yerleşiklik kazanmış ve meşrulaşmıştır. Günümüze kayıtları ulaşmış bütün yönetimler

19

ve devletler ya bir gasp ya bir fetih ya da her ikisi üzerine kurulmuştur. Devlete boyun eğmenin nedeninin ne olduğu sorusuna Hume’un yanıtı; “- Çünkü toplum başka türlü var olamaz.” şeklindedir (Duman, 2011: 83).

Bentham’da ise, devletin otoritesinin ve verilen sözleri yerine getirme yükümlülüğünün temelinde yararlılık ilkesinin olduğundan hareketle Hume’un peşinde bir gidiş görülür (Rosen ve Wolff, 2006: 80).

Sözleşme teorisine eleştirel yaklaşan ve devlete idealist yaklaşımı en açık şekilde sergileyen Hegel (Heywood, 2006: 124) ise, söz konusu devlet olduğunda benzer irade ve eşitlikte olanların aralarında yaptıkları türden bir sözleşmenin söz konusu olamayacağını belirtmektedir. Ona göre bireyin keyfi iradesi kendini devletten ayıramaz, çünkü hepimiz zaten doğuştan devletin vatandaşıyız. Devletin temelinde sözleşme diye bir şey yoktur ve devletin temeli bireylere kalmış bir şey değildir. Her bireyin kesinlikle yurttaş olması gerektiğini söylemek daha doğrudur (Hegel, 2006: 103- 104). Öyle ki Hegel, devleti tanrının yeryüzündeki yansıması yahut mutlak ruhun tarih içindeki cisimleşmiş hâli olarak değerlendirmiştir (Dursun, 2006: 143). Hegel’e göre, genel yarar ancak devlet vasıtasıyla gerçekleşir ve devlet araç değil amaçtır, mutlak ve mistik bir niteliğe sahip, (Eryılmaz, 2008: 22) iyi ve kötüye, utanç verici ve bayağıya, hile ve aldatmaya ilişkin hiçbir soyut kural kabul etmeyen kendinden emin bir saltık tindir (Cassirer, 1984: 267- 268) Hegel, bu yaklaşımıyla sözleşmenin eşitler arasında söz konusu olabileceğini ancak devletin, eşiti ve üstünü bulunamayacak ve de bireyle karşılaştırılamayacak kadar yüce bir varlık olduğunu savunmaktadır.

Devletin varoluşu ile ilgili olarak belli ölçülerde bir takım kabullerin varlığının görüldüğü bu fikirler dışında devlet karşıtlığını ön plana çıkararak bir anlamda sözleşme kuramının karşısında olan özellikle Bakunin, Robert Paul Wolff ve Kropotkin gibi anarşistlerin1 çalışmaları da dikkat çekmektedir. Bakunin, herkese açık eğitimin, özgürlüğün ve toplumsal yaşamın gelişmesinin savunucuları olarak devletin ve her türlü devlet biçiminin düşmanı olduklarını, doğası ve konumu gereği her devlet insanların dışında ve üstünde bir güç olduğundan, gücün, güce boyun eğmeye zorlananları bozduğu gibi ona sahip olanları da bozduğunu savunmaktadır. Ona göre gücün zararlı

1

Anarşizm teriminin kökeni buyurma, yönetme anlamındaki archein’den türeyen anarkhia sözcüğüdür. Yönetimsizlik, buyruksuzluk, hiçbir yönetici erkin bulunmadığı toplumsal düzen, bireylerin edimlerini sınırlayan her türlü erki reddeden siyasi öğreti ve karışıklık, başıboşluk anlamlarına gelmektedir (Kamu Yönetimi Sözlüğü, 2008: 2- 3)

20

etkisiyle, güçlüler, kişisel ya da sınıfsal çıkarları için toplumu sömüren ihtiraslı ve açgözlü zorbalar olurlar; güçsüzler ise köle (Bakunin, 2006: 110).

Wolff’da meseleye devlet ve insan doğası perspektifinden bakmaktadır. Ona göre devletin belirleyici özelliği otoritedir, yönetme hakkıdır. İnsanın birinci yükümlülüğü ise özerk kalmak, yönetilmeyi reddetmektir. Bu nedenle bireyin özerkliği ile devletin otoritesi arasındaki çatışmanın çözüme kavuşturulması mümkün değildir. Bunun için insan, devletin yasalarına salt yasa oldukları için itaat etme görevi olduğu savına karşı çıkmalıdır (Wolff, 2006: 111- 112). Wolff, sırf devlet olduğu için emirler verme yetkisine sahip olan devletin bu nedenle gayrimeşru olduğunu iddia eder (Barry, 2004: 67).

Sözleşmeci kuramlara karşı çıkan düşünürlerden Gauchet’e göre devlet, kendisinin efendisi olarak kalan, kendi örgütlenmelerini kendileri oluşturabilen ve bunu ortak rızaya dayalı olarak değiştirebilen toplumlarda ortaya çıkmamıştır. Ona göre devlet, kendi varoluşları üzerine söz söyleme yetkisinden yoksun olduklarını düşünen, kendi iç örgütlenmelerinin dışarıdan belirlendiğine, bir dış odak tarafından meşru kılındığına inandıkları için kendilerine bir hak tanımayan toplumların bir ardılı olarak ortaya çıkmaktadır (Gauchet, 2000: 35).

Devletin ortaya çıkışı ve bununla bağlantılı olarak işlevlerini açıklamaya çalışan kuramlardan “çatışmacı kuramlar” ise, devletin bir uzlaşmanın sonunda gerçekleşen sözleşmenin değil; bizatihi kendi özünde yansıttığı çatışmanın, baskının ve sömürünün bir sonucu olduğunu iddia etmektedir. Klasik örneğini Marks ve Engels’te gördüğümüz kurama göre devlet, ekonomik gelişimin belirli bir aşamasında ferdin çıkarı ile topluluğun çıkarları arasındaki çatışma sonucunda oluşan ancak ferdin ve topluluğun gerçek çıkarlarından bağımsız ve kopuk bir biçime dönüşen örgütlenmedir (Marx ve Engels, 2011: 36). Nitekim belirli bir sınıflı toplumsal oluşumun karmaşık bütününde konumlanan devlet, egemen sınıf aracılığı ile çatışma sürecinin genel gidişatını kontrol etmekte ve özellikle emeğin üretkenliği ile yakından ilgilenmektedir (Poulantzas, 1992: 43). Devleti, sömürülen çoğunluk üzerindeki sömüren azınlığın bir aracı olarak gören Marxistler, devlet iktidarının sınıf örgütlenmesinden başka bir temelden doğabileceği ihtimalini göz ardı etmeleri noktasında eleştirilse de, gerçekte devletin yasama, bütçe ve maliye politikalarının, sosyal yardım ve reformların örgütlü çıkar grupları arasındaki

21

mücadelenin sonucu olduğu, dolayısıyla sınıf güçleri arasındaki sürekli değişen dengeyi yansıttığına ilişkin merkezi fikre bugüne kadar pek az şeyinde eklendiği bir gerçektir (Parkin, 2002: 614- 615).

Devletin toplumsal evrim perspektifinden bir değerlendirmesi ise Oppenheimer’da bulunabilir. Oppenheimer, devleti, oluşumu sırasında tümüyle, zafer kazanmış bir insan grubunun yendikleri üzerindeki egemenliğini bir düzene bağlamak ve kendini içten ve dıştan gelecek ayaklanma ve saldırılara karşı güvenceye almak amacıyla yendiği gruba zorla kabul ettirdiği toplumsal bir kurum olarak nitelendirmektedir. Toplulukların “kolektif eylem” gücüne işaret etmesi ve bu etmeni devletin doğuşunda merkezi bir yere oturtması Oppenheimer’ın vurgulanması gereken önemli bir özelliğidir. Onun bu yaklaşımında İbni Haldun’un “asabiye”1 kuramının yansımalarını görmek mümkündür (Oppenheimer, 2005: 7).