• Sonuç bulunamadı

2.1. Varoluşsal Suçluluk Açısından Roman Karakterinin Benlik Algısı

2.1.2. Varoluşçu Roman Karakterinde “İdeal Benliğin” Kaybolması

2.1.2.1. Varoluşun İnkâr Edilmesi

Kendini Arayan İnsan kitabında May, birey olmak için belirli benlik aşamalarından geçmek gerektiğini söyler. İlk aşama masumiyet aşamasıdır. Burada benliğe dair bilinç oluşmamıştır. İkinci aşama bireyin içsel bir güç oluşturmak üzere kendi çabası ile özgür olmaya çalıştığı durumdur. Son aşama ise sıradan benlik bilinci denilebilir. Benlik bilincinde olan kişi kendi yanlışlarının farkına varabilir. Yanlışlarının farkına vararak ve taşıdığı endişe ve suçluluk duygusunu kendi faydasına dönüştürebilir. (May, 2013: 133) Varoluşçu romanlarda da karakterlerin masumiyet, çaba ve bilinçlenme aşamalarından geçmeye çalıştıkları gözlemlenir. Bu karakterlerin “kendi” ile bir derdi olduğu en belirgin özelliktir. Kendini aramak, varoluş kodlarını çözmeye çalışmak; peşi sıra birçok soruyu getirir. Çünkü kendiliği hakkında bilgisi çoğalmaya başlayan birey, uyumsuzluğu da başlatmış demektir. Varoluşçu uyumsuz roman karakterleri acı çektiğinin bilincinde olan, huzursuzluğunu analiz etmeye başlayan, bu huzursuzluğu aşmak için imkân arayan fakat zaman zaman bu imkânları yok ederek huzursuzluğun içinde varolmaya çalışan, acısı ile beslenen biridir. Bu özellikler kişinin ‘ben'ini inkâr edip yeni ‘ben’ oluşturma gayretidir aynı zamanda.

Modern zaman, akış hızının gücü ile bireyi daha çabuk tüketir. Romanlardaki sosyal ortam da bu tükenmişliğe katkısı anlamında varlık mücadelesinin ve inkâr anının önemli bir gösterenidir. Bu anlamda ideal benlik kaybı ile başlayan inkâr anını roman karakterlerinde görmek mümkündür. Kimisi için yaşıyor olmak bile “ideal”i devam ettirebilmek anlamında iken kimisi, yerine koyma anlayışı ile farklı şeyleri yüceltir ya da fiziksel yok oluşu seçenek dâhiline alır.

Romanlarda ortaya çıkan varoluş karakterlerinin kendilerini yeniden kurmak için mevcut benliğini yıkan insanlar oldukları görülür. Sahici benliği için kendini feda etmekten çekinmeyen kişiler, varlığın otantik ‘kendinde’lik haline yaklaşırlar. Benlik kazancı ve kişinin kendi içine yönelik yeni keşifleri, katilce varlığını yok etmek ya da münkirce bir inkârla mümkündür. Bu dağılmayı toplamak için karakter mevcut ‘ben’inden harcamak ve farklı bir seçim karşısında karar vermek zorundadır. Çevresinde tam anlamı ile uyum sağlayacağı birini bulamayan bu kişiler ya oldukları durumda kalarak “seçme” seçeneğini değerlendirirler ya da arayış içerisine girerler. Ben’i inkâr edip yerine bir şey koyma her

149

zaman mutluluk getirmez. Karakterlerin mutsuzluk girdabından çıkamamaları ile varoluş romanlarının başı ve sonu karanlık bir çizgide devam etmesinin sebebi budur.

İnkâr; reddediş, öteleyiş anlamları çerçevesinde düşünüldüğünde bir memnuniyetsizliği dile getirir. Memnuniyetsiz roman kahramanlarının bu inkâr alanına girdiği, öteleyen ve ötelenen şeklinde öznenin kendisi olduğu görülür. Kendini inkâr kavramı, Türk edebiyatında modern romanın doğuşunun başlıca sebeplerinden biri görülebilir. Fakat modernlik hem olgu hem de edim olarak inkârı fiili bir adıma çeviren tezahürleri ile aynı zamanda sebeptir.

İçimizdeki Şeytan’da Ömer, varlığını inkâr etme yolunu yeni bir şey ortaya çıkararak gösterir. Ömer'in kendi ‘ben'i ile mücadelesi, içinde türeyen şeytanın ona müdahalesi nispetindedir. Kötülüğün artması sonucu Ömer, şeytanına, ben'in huzurunu kaçırdığı için kızmaya başlar. Burada kendini inkârdan çok kötülüğün kendinden kaynaklanmadığını ispatlamaya yönelik bir çırpınış söz konusu olduğundan, bu şeytanı bir tasavvur benlik olarak algılayamayız. Arkadaşı Nihat ondaki bu çırpınışı, “Sen kafanın içindeki yokluğa o kadar saplanmışsın ki, derhal uğrunda can feda edecek bir şey arayarak ikinci bir boşluğa dalmak istiyorsun!” (İçimizdeki Şeytan, 45) şeklinde ifade eder. Ömer hissettiklerinin niçin kendinden kaynaklanmadığını da düşünür. Jung, Nietzsche ile ilgili bir değerlendirmesinde şu ifadeleri kullanır:

“Nietzsche olgusu bizi şu soru ile karşı karşıya bırakıyor: gölge-yanı ile yani iktidar istenci ile çarpışması, kendisine ne göstermişti? Bu sahte bir şey miydi, duygularını bastırma belirtisi mi? İktidar istenci gerçek miydi, yoksa sadece ikincil bir olay mıydı? Gölge-yanı ile çatışma birtakım cinsel fantezilerin dizginini koyvermiş olsaydı, durum apaçık anlaşılırdı: ama böyle olmadı. İşin esası, Eros değil, ben’in iktidarı idi. Bundan çıkaracağımız şey, bastırılan şeyin Eros değil, iktidar istenci olduğuydu. Eros’un gerçek, iktidar istencinin yapmacık olduğunu varsaymamız için neden yok. İktidar istenci de, Eros kadar güçlü, onun kadar eski ve özgün bir şeytandır” (Jung, 2006: 116).

Bu değerlendirmeye göre Ömer’in de kendisiyle karşılaşmaktan korktuğu yorumu yapılabileceği gibi Jung’un Nietzsche için söylediği kişinin kendi gölge yanı yani iktidar istencine tutkulu benliği ile çarpışmaktan kaçınması da denilebilir. Ömer’in kurgunun başındaki düşünsel durumundan sonra yazar, Eros’u devreye sokar. Macide ile başlayan aşk yoğunlaştırılmış olarak devam etseydi şeytan onu kuşatmayabilir miydi? Hiçbir engelleyici unsura fırsat bırakmadan Macide’nin Ömer’le aynı evi paylaşacak düzeyde bir

150

araya gelmesine rağmen genç adamın mutlu olamaması, onun iktidar istencine yenik düştüğünü örnekler.

Mahur Beste’de Behçet Beyin, oluşuna rıza gösterme halinin değişmeye başlaması kendine yönelik eleştirileri ile artar. Yalnız babası İsmail Molla değildir onu beğenmeyen. Hatta Behçet Bey, Ömer gibi iktidar istencine yenik düşüp içinde başka bir varlık türetmez. O doğrudan kendisinden şikâyetçidir. Ancak babası İsmail Molla’nın da fark edeceği üzere, onun şikâyeti kendinin böyle yaratıldığına dair inancı ile bir süre sonra tevekküle dönecektir:

“O eşyanın ve insanların mutlak bir saltanatı altında, küçük, müstebit bir saklanma, çok küçük bir şey olarak yaşayacaktı. İşin fenası, kendisi de bütün bunların farkındaydı. Bunu ilk defa orada, oğlunun Boğaz gecesini renk, ışık ve cümbüşüne sırtını çevirerek çalıştığı odada fark etmişti. Çocuğun mavi ve aydınlık gözlerindeki o ürkek parıltının gerçek manası başka bir şey olamazdı. Bu bakış, kendisine “Babacığım, bunu ben de biliyorum, böyle doğdum.” demiyor muydu?” (Mahur Beste, 31)

Tanpınar, Behçet Bey ile oluşturduğu itici ama mağdur karakteri Mümtaz’da aynı ölçüde devam ettirmez. Kimi okur için Mümtaz'ın davranışları da hayata ve olaylara karşı uyuşuk tavır olarak algılanabilecekken asıl derdi, benliği parçalanmış bir karakterin çırpınışıdır. Mümtaz’da benlik, bilinç yarılması olarak kendini gösterir. Zira Mümtaz'ı kurgu boyunca yaşadığı zamanda görmek çok zordur. O hep gerilerde, yanlışı ve doğrusu ile yaşamış olan Mümtaz'ı gösterir okura. Parçalanmış bilinç eşliğinde, yaşayan mevcut ben’i öteki ben'in esiri durumundadır. Ancak onda yaşadığı günün ben'inin inkârı ve çok eski ben'e kaçış söz konusudur. Mümtaz ancak eski Mümtaz'ın içinde mutludur. O nedenle bugün sahip olduğu kendisi, ötelenmeyi hak eder. Ondaki bu geçmişe odaklı an, Nuran tarafından “Ben yine çocuğumla meşgulüm… fakat sen yedi asrın ölüsüyle…” (Huzur, 174) şeklinde eleştirilir.

Huzur’da Suat da ben’ini inkâr eden bir karakter olarak okunabilir. Suat, intihar ile bedeninden vazgeçer. Aslında intihar, kişinin kendini yok ediş biçimi olarak kendini inkârı şeklinde algılanabilir. Fakat burada farklı bir okuma yaparak şunu söylemek de mümkündür: İntihar başlığında varoluşsal problem olarak ayrıca ele alınacak olan konu burada, varlığından memnun fakat dış dünyayı, kendisi dışında hiçbir şeyi değiştirememenin çaresizliği ile ölüme götüren bir kapı olarak görülebilir. Suat bu bakışla değerlendirildiğinde ilk okumada; kendi benini öteleyen ve yok oluşa giden birisi olabilecekken; ikinci bakış açısında, kendinden değil de dünyadan hoşnutsuzluk sonucu

151

kendi beğendiği ben’ini buradan kurtarmaya çalışan birisi şeklinde de algılanabilir. Bu noktada da intiharben’i inkâr değil yüceltme olur.

Ölmeye Yatmak romanında sık sık geriye gidişlerle Aysel’in çocukluk anılarına sığınır anlatıcı. Karakterinin benlik çatışması ve devamında yaşadığı inkâra kadar giden gerilimlerin açıklamasını vermek ister gibidir. Aysel ve arkadaşları ilkokulda katıldıkları müsamerede istemedikleri hatta utandıkları roller ile halkın önüne çıkarılmıştır. Jale Parla, bu noktaya dikkat çekerek “yalnız Aysel'in değil diğer çocuklarında geleceğin yetişkinleri olarak, oyunun, büyüdükçe zorunlu kişiliklere hapsolunacağının simgesel bir ön oyunudur Dündar öğretmenin müsameresi” (Parla, 1979: 54) der. Aysel'e oyunda biçilen rol onun kendi olamayacak olmasının ilk çatışma örneğidir. Babanın egemen olduğu ve annenin silik bir karakter olarak seyirci konumunda kaldığı aile, rejimin idealist savunucusu Dündar öğretmense Aysel'i şekillendirme derdindedir.

Bu çift kutuplu kişilik oluşturma girişimleri Aysel'i kendi ben’ine karşı çatışmaya sürükler. İlkokuldan sonra okumak için gittiği yakın akrabaları da babasına benzer. Yalnız baba ve yakın akraba değil zamanla dönemin farklı ideolojik anlayışına bürünen ağabey figürü de Aysel'e karşı ciddi bir dış baskıdır. İntihar eylemini salt yaşadığı yasak aşk ile değil farklı düzlemlerde de değerlendirmek burada önem kazanır. Bütün bunlara Aysel’in tepkisi, ben’ini inkâr anlamına gelen aykırı bir ilişki ve intihar teşebbüsüdür. Suat’ın otantik ben’i kurtarma zemininde intiharı ile benzerlik gösterse bile Aysel kendini bedensel olarak inkârdan son anda vazgeçer.

Aysel’deki bedeni inkârdan vazgeçiş, Binbir Gece Masalları'nda anlatılan ölümü geciktirici hikâyeler gibi, hatıraları onu ölüme götüren ve sonrasında ölümden caydıran bir hüviyet kazanır. Aysel'in film şeridi gibi geçen hatıraları okuru, -hatıranın olumlu çağrışım uyandıran anlamsal yapısına rağmen- yaşamındaki bu dış baskılara karşı içinde barışık olamayan ruh halini var etmeye çalışması, kendi ben’ini fiziksel olarak yok ederek yeniden doğuş motifine götürür. Çünkü yaşamış olduğu iç gerilim ile kıyısına geldiği uçurum onu otel odasına sürüklemiştir. Kişi “İçsel boşluk ve yetersizlik duygusunu yenmek için tüm insansal niteliklerini, sevgisini, zekâsını, cesaretini yansıtacağı bir obje arar. Bu objeye boyun eğerek kendi nitelikleriyle ilişkide olduğunu duyar” (Fromm 1996: 65). Aysel’i, ben’i inkâra kadar giden bu çatışmadan ideal insan rolü ile çıkmaya çalışır.

Ölmeye Yatmak romanının devamı niteliğindeki Bir Düğün Gecesi’nde, ben’i inkâr hali daha çok, Aysel’in kız kardeşi Tezel’de yoğun bir halde görülür. Bir Düğün Gecesi’nde iç sesi ile okurun karşısına çıkan Tezel, “bu fark ediş ile kendine, amma

152

önemsemişsin kendini Tezel.” (Bir Düğün Gecesi,59) diyerek kendi kendine sitem eder. Oysa ablası kendini Aysel olarak önemsemediğinden, başkaldırıyı yüceltir ve bunu, tüm varolma mücadelesine girenlerin ortak eylemi olarak görür.

Varoluşsal suçluluğun derin ve acıtıcı etkisidir ‘ben'i inkâr etmek. Suçluluk hissi ile kişi diğer varlıklardan ve hemcinslerinden bir adım önde, insanlık adına mücadele ederek yaşıyor durumundadır. İnkâr ve isyan, varlığın kendi sahiciliğine yaptığı bir kötülüktür. Tezer Özlü'nün daimi yolcusu, “Neden buradaki yeşil, yabansı sessizlik şimdi sana içinde yaşamak zorunda bırakıldığın dünyayı unutturuyor?” (Yaşamın Ucuna Yolculuk, 37) diye sorar. Bu sorgulamayı yapan bilinçli benlik çok olmasa bile, öteki ben’i arzulayan başka roman kahramanları da olmuştur.

Varlığın ben’i inkârı ile ilişkisi bağlamında bir başka çarpıcı örnek, Bilge Karasu’nun Gece romanıdır. Gece romanında işçiler, bireylerin özerkliklerini baltalamaya çalışır. Bu ben’e karşı değil ben’lere karşı inkârdır. Ben’ ortadan kalkmaya başlar. Bu gerekli bir şeydir. Kendini gerçekleştirmenin ön koşulu olarak inkâr anı, “Kendini kuran bireyin devinimi…” (Gece, 11) ile gerçek dünyanın da oluşumunu sağlar. Çok katmanlı bir metin olan romanda düş ile gerçek karmakarışık sunulur. Metinde ben’in bedeni algılaması ile başlayan bir inkâr durumu söz konusudur. Tek bir bedenden çıkma karakterler, varlığın tek ve özel oluşuna bir tepkidir. Burada kişiler varlık olarak kendi ben’lerini koruyamamıştır. Var olmak ve olmamak arasında gidip gelen bu tek beden varlıklar, romanın dört bölümü boyunca gizemini sürdürür. Okuyucu, onları çözümleyecek varoluş zeminini romanda bulamaz. Karasu’nun niyeti kişileri var olma sürecinde ve belirsizlik içinde bırakmaktır. Karakterlerin ben’lerinin sık sık kesişmeleri bu yüzdendir.

Gece’de bedensel şiddetin vurgulanması dikkate değerdir. Ben’ olarak olamayanlar bedene düşmandır. Vahşi bir ölümle yok edilenin sokakta bırakılması, Gece’nin işçilerinin ben’lerini koruyamamaktan ya da ben’ olamamaktan kaynaklı intikam arzusudur. Aslında ben’ini inkârla gelen benzer bir intikam arzusu Suat’ta da vardır. Suat da Gece’nin işçileri gibi, varlığı ile Huzur’un musikisini bozmuş, bulunduğu her yere karanlığı getirmiştir. Kendini inkârı ile Nuran ve Mümtaz’ın evliliğini engellemiş, romanın bütün karakterlerini derin bir ümitsizliğe sürüklemiştir.