• Sonuç bulunamadı

Türk Edebiyatında Varoluşçu Edebî Kurgular

1.1. Modern Roman

1.1.4. Varoluşçuluğun Edebiyata Etkisi

1.1.4.2. Türk Edebiyatında Varoluşçu Edebî Kurgular

Cumhuriyet Döneminin özellikle ilk dönem yazarları, kişilerin hayatını doğrudan etkileyen birçok olaya ve değişikliğe şahitlik etmiştir. Bunlar yeni Türkiye'nin sınırları içerisinde olduğu gibi diğer ülkelerin problemleri ile de ilgilidir. Türkiye'de 1934 yılına kadar soyadı bile olmayan insan, 1934 yılındaki soyadı kanunu ile yeni bir kimlik edinmiştir. Kendini tanıma ve vatandaş olma bilinci ile bir bağlanma şekli olarak bu önemli bir gelişmedir. Bu ve buna benzer değişiklikler çalışmada dönemin insanı algılayışı, bağlanma ve kopma reflekslerinin hangi durumlarda arttığı ya da azaldığını bilmenin ne kadar faydalı olacağını bir kez daha göstermektedir.

Varoluşçuluk, Türkiye’de 1940’larda adı duyulmaya başlayan bir felsefî düşünce sistemidir. II. Dünya savaşına denk gelen bu dönemde, akım ile ilgili çeşitli çeviriler, tanıtma yazıları yayınlanmaya başlar. “19.05.1946’da Tercüme dergisinde, “Yeni Görüşler” başlığı altında, varoluşçuluğu tanıtmak isteyen bazı çeviriler yayınlanır.

47

Sabahattin Eyüpoğlu Sartre’ın “Temps Modernes” de çıkmış bir yazısını çevirir. (Aynı yazının bir başka çevirisi de 01.02.1946 günü İstanbul dergisinde basılır.) Oğuz Petek ile Erol Güney Merleau Ponty’den, Simone de Beauvoir’dan, D. Aury’den çeviriler yaparlar. Ayrıca, Sartre’dan “Existensiyalisme Bir Hümanizmadır” adlı konuşmayı kısaltılıp özetleyerek Türkçeye aktarırlar. 01.05.1959 da A dergisi “Varoluş Filozofları ve Varoluşçuluk Özel Sayısı”nı çıkarır.” (Sartre, 1961: 10) Çevirilerle beraber ülke atmosferine giren varoluşçulukla ilgili tartışmalar başlar. Hilmi Ziya Ülken’in İstanbul dergisinde yazdığı yazılar, akımın daha geniş çevrelerce tanınmasını sağlar. Mavi Dergisinin 1952-1956 yılları arasında yayınlanan sayılarında varoluşçuluk akımından etkilenerek eser veren birçok yazar-şair yer alır. Ferit Edgü, Demir Özlü bunlardan bazılarıdır. Gelenek karşıtı duruşları ile farklı olan bu yazarların yeni bir bağlam bulma isteği ile varoluşçuluğun ülkede adının duyulması aynı döneme denk gelir. Mustafa Kurt;

“Her ne kadar, bu isimler, Attilâ İlhan’ın öncülüğünde “sosyal realizm”i savunsalar da bu yazarların o dönemde yayımladıkları edebî metinlerde gösterdikleri eğilimler ile derginin “sosyal realizm” tezleri pek de örtüşmez. Öyle ki Demir Özlü, Sartre varoluşçuluğunun açık etkilerini gösteren, bireyi ve onun bunalımlarını anlattığı hikâyeleri bir araya toplayan “Bunaltı”yı bu dönemde yayımlar. Bu bakımdan Mavi’nin daha sonra “1950 Kuşağı” olarak adlandırılan ve varoluşçu pek çok temayı/kavramı eserlerinde işleyen bir grup yazarı bir araya getirmek gibi bir işlevi yerine getirdiği söylenebilir. Attilâ İlhan sanki bunu öngörmüş ve Mavi’de isimsiz olarak “Sahte Bir Peygamber/J. P. Sartre” adlı bir yazı yayımlamıştır” (Kurt, 2009: 140) diyerek dönemin durumunu izah eder.

A Dergisinde Edip Cansever, Turgut Uyar, İlhan Berk gibi İkinci Yeni şairleri ile Demir Özlü, Erdal Öz gibi isimlerin edebî eserleri yayımlanmaya başlanır. Toplumcu- Gerçekçi anlayışa zıt olan A Dergisi, bireyi öncelemesi ile dikkat çeker. Bireyin temel kabul edildiği varoluşçuluk bu derginin yazarlarınca oldukça hızlı bir şekilde benimsenir. Aynı dönemde intihar dosyası hazırlayan Değişim dergisi, farklı yazılarla dikkati çeken Yeditepe dergisi varoluşçuluğun tanınmasına katkı sunmuştur.

Batılılaşma hareketlerinden beri çevirinin üstlendiği medeniyeti değiştirme gücü bu dönemde de etkisini devam ettirmiştir. Dergilerdeki yoğun çeviri metinlerin ardından yazarlar, 1950’lerde yerli varoluşçu metinleri üretmeye başlamıştır. Ama bu yazıların anlattığı ruh halinin, dönemin atmosferine de uygun düşmesi yalnız çevirilerin etkisiyle değildir. Yazarların insan algılayışı da metinleri etkilemiştir.

48

Kurt, Garip hareketi ile nihilist bir tavrın geliştiğini söyler. Bu tavır bir bakıma bireyin kuşatıldığı dünyadan ironik bir üslûp kullanarak çıkışının, zaman zaman da bilinçdışına ve bilinçaltına yönelişinin de bir göstergesidir. Bu bakış açısının 1950’li yıllarla birlikte tamamen tersine dönmesi, edebiyatın hayatı ve insanı çok daha ciddiye alan bir anlayışa doğru ilerlemesi dönemin ruhuyla ilgilidir. Özellikle Batı’nın II. Dünya Savaşı’nın sonuçlarını tartışmaya başlaması ve edebiyatın da modernizmle birlikte ‘birey’i merkeze alması bu dönüşümü desteklemiştir. (Kurt, 2009: 141-142)

Alemdar Yalçın, 1960’lı yıllarda yapılan çeviri ve kuramsal bilgi yazıları ile ilgili bir yanlışlığa dikkat çeker. Yalçın:

“Dönemin bazıları tanınmış sosyalist dergilerinin önemli bir kısmında Albert Camus ile ilgili yazılar çıkmaktadır. Bu yazıların hiçbiri eleştirel bir mantıkla yazılmamıştır. Tam aksine onun düşüncelerini benimseyici ve tanıtıcı özellikler taşımaktadır. Oysa Camus, Tanrı tanımazlığı, madde ve metafizik konusundaki temel düşünceleri dışında bilimsel sosyalizmin savunduğu toplumcu ilkelere kökünden karşı bir yazardır. Ona göre bireyin özgürlüğünün, yeryüzünde varoluş nedenlerinin anlaşılması ve açıklanması gerekir. Onun insanlık tarihine bakışı da bilimsel sosyalizmin maddecilik görüşüne zıttır.” (Yalçın, 2003: 20) der.

O dönem ile ilgili yapılan bütün değerlendirmelerde varoluşçu izlerden bahsedilmez. İnci Enginün, Aylak Adam için, geçim sıkıntısı olmayan C. adlı birinin mutluluk arayışlarını anlatır. Kadından kadına geçmesi bu arayışın bir ifadesidir. Anayurt Oteli için de “Cinselliğe bol yer veren, bununla da D.H. Lawrence‘ın güçlü etkisi sezilmektedir.” (Enginün, 2002: 339) şeklinde yaptığı yorumda varoluşçu etkiye yer vermez.

1960’lı yılların sosyolojik eleştiri yöntemlerini eleştiren Alemdar Yalçın, romanın özellikle o dönemlerde sosyolojik ve tarihî olaylara da katkı yapan çok önemli bir boyutu olduğunu ifade eder. Bunun da onu ölümsüzleştirmesi, özelden genele; yerliden evrensele doğru götürebilmesi olduğunu ve aynı durumu romanla son yüzyılda yakından ilgilenen psikoloji ve felsefe bilimleri için de söyleyebileceğimizi ekler. Aynı bağlamda bu disiplinlerin edebiyata bakış ve katkılarının, roman sanatının değerlendirilmesi ve gelişmesine büyük katkı sağlayacağını ancak bunu yalnızca felsefe yönü ile almanın bazı değerlendirme yanlışlıklarına da götüreceğini ifade eder. “Çünkü roman, çok yönlü bir entelektüel bilgi ve birikimin estetik boyutta ele alınması ve değerlendirilmesi sonucu ortaya çıkmaktadır.” (Yalçın, 2003: 27)

49

Varoluşçuluğun varlık kavramına verdiği değer ve varlığın "kendi kendini yapan" konumundaki rolü ile katıksız 'insan'ı ele alan eserlerin sayısı artmaya başlar. Özellikle Sait Faik, hem kendisi ile hem çevresi ile çatışma yaşayan başıboş insanı anlatır. Onun adamı lüzumsuzdur. Bunalımlarını doğayla beraber yaşar. Kendi sesini duymakta zorlandığında doğanın “hişt hişt” sesine kulak verir. Bu insanlık hali, edebî eserdeki karakteri evrenselleştirir. Varoluşçuluğa göre kendi özünü oluşturan varlık olarak insan yabancılaşmanın arttığı dönemlerde kendi kendine dönük inşa sürecini hızlandırır. Kierkegaard'ın “sürüden ayrılan” (Kierkegaard, 1997: 146) insanı bu inşa sürecini başlatan kişidir. Sait Faik'in kişileri de döneminde sürüden ayrılan kişilerdir. Şerif Aktaş, bu yeni anlatma ve yaratma biçiminin “modern hayatın getirdiği teknik imkânların bunalttığı insanların kendi insanlığına insan olarak dönme gayretini beraberinde getirdiğinin" altını çizer. Aktaş, Sait Faik’in, özellikle 1940’lı yıllardan sonra yazdığı metinlerle, “bunalan ve hayata tutunan insanı” merkeze alarak yeni bir anlatma tarzı geliştirdiğini vurgular (Aktaş 2005: 53–59).

Ahmet Oktay, kendi dönemindeki yazarların-şairlerin varoluşçuluğun terminolojisini kullandığını, dönemlerinin kendilerini karamsar bir havaya sürüklediğinden o dönem kendileri için alkolün de önemli bir yerinin olduğunu söyler (Oktay, 2003: 9).

Mehmet Kaplan, Cahit Sıtkı Tarancı'nın şiirlerini varoluşçu kavramlarla inceler, Ahmet Oktay da Edip Cansever'in şiirlerinde benzer terminolojinin yakalanabileceğini söyler. Turgut Uyar'ın bunaltı kavramı hakkında şu ifadeleri kullanır:

“Bunaltı, felsefenin vardığı sonuç. Belki o kaçınılmaz sonuç, Marx’ın felsefeyi aksiyondan ayırmayan devriminden sonra soyut felsefe bir iç sıkıntısı geçirecekti elbet. Varoluşçuluğun, yüzeyde bile olsa yayılması yeni bir ama sayılmalı dünyamızda. Bunaltı. Çağımıza çok uygun bir duygu. Belki bütün koşullar düşünülürse çalışmamıza en yakın duygu. Felsefe de doğrudan doğruya yaşamdan gelen çeşitli nedenleri olabilir. Ama sonunda yine de bir düşünce macerasıdır.” (Akt. Kurt, 2009: 145).

Uyar’ın bunaltı kavramından hareketle varoluşçuluğa hakkındaki düşünceleri o dönem yazılan şiirlere de ışık tutmaktadır.

Varoluşçuluk hikâye ve romanda da oldukça etkili olur. Bireyin sorgulanması Sabahattin Ali'nin İçimizdeki Şeytan romanının kahramanı Ömer ile farklı bir boyuta taşınmaya başlamıştır.

Mustafa Kurt, Demir Özlü'nün Nihilizmin etkisinde kalarak anlayış değiştiren kuşağı hakkındaki sözlerini aktardıktan sonra varoluşçuluğun 1950'li yılların başlarından

50

itibaren, insanı öne çıkarmasıyla hem Türk düşünce dünyasını hem de edebiyatını derinden etkilediğini; yalnız 1950'lerde değil 1960'larda da birey merkezli çok eser yazıldığını anlatmıştır.

Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Mahur Beste ile başlayan kederli, mutsuz karakteri; Sahnenin Dışındakiler, Huzur romanları ile devam etmiştir. Özellikle Huzur, varoluş sorunları ile boğuşan bireyin okura edebî üsluba bürülü sunulduğu bir kült roman olmuştur. Yalnız Mümtaz ile değil belki daha fazla Suat ile insanın düştüğü çıkmazdan kurtuluşu intihar ile çözeceğine inanması, hiçliğe sürüklenmesi bu romanda anlatılmıştır. Tanpınar'ın romanlarında varoluşçu birçok filozofun adı ve görüşleri kurgu içerisine dolaylı ya da doğrudan aktarılır.

Yunus Balcı, Oğuz Atay'ın kahramanlarını incelediği kitabında, Atay'ın kahramanlarının içine düştükleri sosyal çıkmazlardan öncelikle kendi benliklerini sorgulayarak kurtulmaya çalıştıklarını söyler. Balcı'ya göre bu kahramanlar "insan bilincini ve bilinçaltını çarpıcı bir şekilde sergilemektedir. Onun romanları, Türk romanını Batı'nın bu alanda uğraştığı problemlere bağlayan, Türk romanına çağdaş bir görünüm kazandıran özelliklere sahiptir. Onun romanlarını anlayabilmenin yolu da, bütün unsurların önüne yerleştirmiş olduğu kahramanların tanınmasından geçmektedir." (Balcı, 2004: 51)

Yıldız Ecevit, özellikle Atay'ın metinlerinin döneminin felsefî anlayışını yansıtıcı olduğunu ifade eder:

"Atay'ın romanlarında Doğu ve Batı'nın kültür değerleri arasında varlığını sürdürmeye çalışan Türk aydınının, geri kalmışlığın yozlaştırdığı ölçülerle biçimlenmiş bir değerler sistemi içindeki savaşımı gözler önüne serilir. Yazar, düşünen ve eleştiren aydın bireyin kendisiyle ve karşıt dünyayla hesaplaşmasını, 'Gerçek Ben'e ulaşma yolunda gösterdiği çabayı, varoluşçuluk felsefesi çerçevesinde ve ironik bir anlatım tutumuyla okuyucuya aktarır." (Ecevit, 1992: 25)

Demir Özlü ise eserlerinde varoluşçuluğu bilinçli olarak kullanmıştır. Özellikle küçük burjuva aydınının yaşadığı çıkmazlar onun en önemli konusu olmuştur. Özlü’nün ve diğer burjuva kesimin anlatıldığı romanlarda karakterler ait oldukları sınıfın yaşam kültürünün, değer yapılarının özelliklerini taşır. Bu özellik, özellikle içinde yaşadıkları somut gerçeklikler karşısında gösterdikleri tavırdır. Burjuva insanı, aydınlanma felsefesinin öncülük ettiği modern dönemin bir ürünü olarak zaten, Yıldız Ecevit’in yeni insan dediği kişidir ve onun önderliğindeki bilimsel gelişmeleri, sanayileşmeyi, özel

51

girişimciliği, burjuvalaşmayı içine alan bir serüvenin vazgeçilmez ögesidir (Ecevit, 2002: 24).

Ferit Edgü, Tezer Özlü, Bilge Karasu, Adalet Ağaoğlu gibi yazarlar karakterlerinde kendi ben'ini inşa etmede acı çeken, bunaltı yaşayan kişileri işlemişlerdir.

80’li yıllar siyasî alanda yeni bir darbe ile sarsılan Türk Edebiyatının yeniden ve daha derin çizgilerle bireye yöneldiği döneme denk gelir. Bu dönem kendi içinde birey merkezli romanların sayısını artırırken basım tarihî daha önceye rastlayan bu tarz eserlerin de popülerliğini artırmıştır. Bir tür kaçış diyebileceğimiz bu durum okurun yönünü ve zevk anlayışını etkilemiştir. Görsel sanatlarda bile "sanat filmi" diyebileceğimiz olay ağırlıklı olmayıp duruma odaklanan ve bireyin iç çatışmalarını, varoluşunu yenilemesine olanak veren diziler, sinema filmleri, hatta tiyatro oyunları oynanmıştır.

Cumhuriyet Dönemi ve günümüze kadar uzanan zaman dilimine bakıldığında dünyada ve ülkemizde kişileri etkileyen birçok sarsıntılı siyasî/sosyal olayın yaşandığı tarihî kaynaklardan öğrenilebilir. Büyük dünya savaşları, sanayi ve ekonomideki gelişmeler; bunların toplum hayatına yansıyan olumlu olumsuz etkileri, rejim değişiklikleri, yeni felsefî akımlar; insan hayatını değişik yönleri ile etkilemiştir. Yazar da yaşadığı coğrafyanın izlerini kurguladığı karakterler aracılığı ile eserinde bilinçli veya bilinçsiz yansıtır. Bu nedenle biten son yüzyılın insan profilinden birine ulaşmanın yolu o döneme damgasını vuran romanlardan yola çıkmaktır. Elbet bu insan birden ortaya çıkıvermiş değildir. Bu nedenle, bahsedilen profilin arketipleri/öncülleri daha önceki edebî eserlerden örneklemelerle diğer bölümlerde anlatıma başlanacaktır.