• Sonuç bulunamadı

1.2. Varoluşçuluğun Temel Kavramları Bağlamında “Varoluşsal Suçluluk”

1.2.5. Varoluşsal Suçluluk

Modernliğin sunduğu imkânlar kişinin konforunu artırırken kendi gibi olabilmesi ve kendi olarak kalabilmesi gibi temelde aynı olan bir sorunla karşılaşmasına da sebep olmaktadır. Toplu yaşamın birbirine bağımlılığı mecbur hale getirdiği bir çağda kişinin kararlarını özgürce alması ya da hissettiklerini, düşündüklerini rahatlıkla, korkusuzca dile getirebilmesi Don Kişot’un yel değirmenleri ile mücadelesi kadar safça ve sonuçsuz bir eylem izlemini vermektedir. Çünkü kişinin farkında olarak veya olmayarak dâhil olduğu bütün bağlayıcı modern unsurlar, onu olması gerektiği gibi olmaktan alıkoymaktadır. Bu durum ise kendine dönemeyen modern bireyin zamanla varlık problemleri yaşamasına sebep olmaktadır. Çünkü Heidegger’in otantik olmak, sahici olmak diye adlandırdığı yaşam şekli, bireyin farklı sorunlarla karşı karşıya gelmesine sebep olur ve bununla mücadele etmek zor bir yoldur. Daryush Shayegan insanın kendine dönmesi için özgürleşmesinin gerekli olduğunu söyler.27

Özgürleşme diğerlerine bağlı olmamak ve bunun bedelini ödemekle mümkün olabilir. Oysa kişinin kendi istediği gibi değil de kurduğu ilişki ağındaki insanların istediği, şartların gerektirdiği gibi olması hem kolay hem de içinde kısa süreli birçok ödülü, toplumsal kabulü barındıran bir davranış şeklidir. Fakat bu durum sonuçta kişinin kendi kendini kabullenememesini doğurabilir. Kendi olamamaktan kaynaklanan suçluluk hali böyle başlar.

Bireyin çatışmasını başkası için gerekli olan suçluluk hissini kişinin kendi içindeki diğer yapılarla ilişkilendiren Sigmund Freud ise varlığın yaşadığı bu tip sorunların ortak kavramların ürünü olduğunu söyler. Onun için üstben, vicdan, suçluluk duygusu, cezalandırılma gereksinimi gibi kavramlar, birbirinden tam bağımsız değildir. Üstben, 27Modernlik, sadece Engizisyoncu’nun sözünü ettiği hiçlik ruhunun üç iğvasına karşı bir özgürleşme hareketi

olarak sunmaz kendini; Engizisyoncu’nun –yani, dinin- hüküm sürmesini adeta haklı gösteren kurucu bir vahiy efsanesine karşıda bir özgürleşmedir. İnsan bu iki mercie karşı özgürleşirken bizzat kendine döner. Bu romana göre İsa, taşları ekmek yapma çağrısına, mucizeye ve Sezar’ın kılıcına karşı çıkmıştır. Daha geniş bilgi için bkz. Shayegan D. (2013) Melez Bilinç. İstanbul: Metis Yay. s. 36-39.

63

bizim tarafımızdan oluşturulmuş bir merci, vicdan ise, diğer işlevlerinin yanı sıra bu mercie yüklediğimiz bir işlevdir. Bu işlev ben'in eylemlerini ve niyetlerini gözler, onları yargılar ve sansürler. Suçluluk duygusu, üstbenin katılığı, vicdanın sertliğiyle aynı şeydir. Benin, bu şekilde gözlendiğine ilişkin algısıdır; kendi çabalarıyla üstbenin talepleri arasındaki gerilimin farkına varmasıdır (Freud, 2013a: 93).

Freud, suçluluğun vicdanın çağrısı olduğunu düşünenlerin aksine, suçluluk hissinin yapılandırıcı ve kişinin mahrem duygularına tercüman olması ile vicdandan da önce var olduğunu kabul eder. Üstben ve vicdan arasında kalan suçluluk duygusu diğer kavramları anlamayı güçleştirmiştir. Pişmanlık, ben'in suçluluk duygusu durumundaki tepkisinin genel bir tanımıdır. Arka planda etkili olan kaygının biraz değişikliğe uğramış duyusal malzemesini içerir, bir ceza olma özelliğini taşır ve cezalandırılma gereksinimini barındırabilir. Yani pişmanlık da vicdandan eski olabilir ( Freud, 2013a: 93).

Irvın Yalom, daha çok modern dünyanın sorunları ile kendisine başvuran kişilerden örneklemeler yaparak varoluşçuluğun terapide kullanılış süreci ve sonuçlarından bahsettiği kitabında kişilerin yaşadığı ve Freud’un genel olarak tanımını yaptığı suçluluk duygusunu üçe ayırarak anlatır.

Nevrotik suçluluk, başka bir bireye, eski ve modern tabulara veya anne, baba veya toplumsal mahkemelere karşı işlenen hayali suçlardan kaynaklanır. Gerçek suçluluk ise bir başkasına karşı işlenen gerçek suçtan kaynaklanır. Yalom, varoluşçuluğu terapi için kullanmaya başlayınca farklı bir boyutta suçluluk ile karşılaştığını söyler. “İnsan yalnızca bir başkasına ya da ahlakî veya toplumsal yasaya karşı işlediği suç yüzünden değil, kendine karşı suç işlemekten de sorumlu olabilir.” (Yalom, 2013: 431-432)

Heidegger’in Varlık ve Zaman kitabında sorumluluk ile suçluluk kavramlarını eş değer görmesi, kişinin kendine karşı sorumluluğunu yerine getiremediği kadar suçluluk hissedeceğinin açık bir tespitidir. Otantik olma isteği kişide bilincin çağrısı ile başlar. Bu çağrı kişiyi sorumluluğa davet eder. Sorumluluk hisseden otantik var olmayı arzular. Bu eksikliği fark etmek demek suçluluk hissetmek demektir.

Sartre, varoluşçuluğun insan kavrayışını anlatmıştır. İnsan kendini tasarlayan, kendini seçen, kendinden sorumlu bir varlıktır. Dasein’in açılımı olan bu tanım ile Sartre aslında insanın kendinden sorumlu iken bütün insanlıktan da sorumlu olduğunu ve bütün seçimlerinde başkaları hakkında da karar vermiş olduğunu vurgular.

"Gelgelelim, gerçekten de varlık özden önce geliyorsa, insan ne olduğundan sorumludur öyleyse. İşte varoluşçuluğun ilk işi de her insanı kendi varlığına kavuşturmak,

64

varlığının sorumluluğunu omzuna yüklemektir. Ne var ki biz “insan sorumludur” derken, yalnızca “kendinden sorumludur” demek istemiyoruz, “bütün insanlardan sorumludur” demek istiyoruz." (Sartre, 1961: 35)

Sorumluluk kavramına değinen bir başka yazar Ali Şeriati'dir. Ona göre de sorumluluk benim “seçme”min ve irademin ürünüdür. Birey özgür olduğu ölçüde, seçme ve irade gücü olduğu ölçüde doğa, çevre ve kalıtım yoluyla elde ettiği şeyler, eğitim ve öğretim onu şuursuzca yaratan (etkileyen) şeylere karşı başkaldırdığı ölçüde insandır (Şeriati, 2013: 276). Peki insan özgür müdür? Değil ise bu özgür ruh nerededir? Şeriati, özgür ruhun insanı bağlayan dört zindanda olduğunu düşünür. İnsan, “1) Doğa zindanı, 2) Tarih zindanı, 3) Toplum zindanı, 4) Kendi zindanı” içinde tutsaktır. Birinci zindan olan doğa, bireyleri kendi koşullarına uygun olarak hapseder. Öyleyse insan, coğrafî şartların belirlenim kanunlarının tahakkümü altındadır. Tarihe göre ‘nasıl’lığı ve niteliği belirlenen insanın varlıksal mekanizmasını tarih, iradesi ile beraber tutsak almıştır. Üçüncü zindan toplum zindanıdır. Şuursuz bir halde bulunan toplumun insanın müdahalesi olmaksızın "beni" yarattığı ölçüde ve kendi üzerinde bir tasarrufta bulunamaması onu toplumun da tutsağı yapar.28

Dördüncü zindan, insanın “kendisi”dir. Bu en çetin zindandan ancak tarihe,

28Ali Şeriati, Tarih, doğa ve toplum zindanlarından kişilerin nasıl kurtulabileceklerini anlatır: "Doğa zindanlarının bizim sürekli kendisine yapışık olmamızı sağlayan duvarlarından biri de cazibedir. Biz bugün cazibe duvarını teknik vasıtasıyla doğanın sırlarını çözmek suretiyle kırmış durumdayız ve artık “duvar”ın bizi engellemesi diye bir olay yoktur. Hiçbir şeyin olmadığı çöl şartlarında bile modern endüstri merkezleri kurulabilir, dev şehirler inşa edebiliriz. Çöl ile yan yana düşünülmeyecek şartları çölde oluşturabiliriz. Doğaya rağmen bir bitkinin, bir hayvanın normal durumunun aksine, daha fazla verim alabilmek için rengini, cinsini ve meyvesini değiştirebiliriz. Çiçeğin, gülün rengini ve kokusunu, doğal determinizm esaslarınagöre işleyen yaşını bile değiştirebiliriz. Doğa zindanından kurtuluşumuz, günbegün daha fazla yakamızı elinden kurtarışımız ve bu zindanımıza, doğamıza hâkim olmamız nasıl gerçekleşiyor? Bilimle, doğayı tanımakla, bilimle ve teknikle. Peki tarih ve toplum zindanından nasıl kurtulabiliriz? Tarihî bildiğimiz ölçüde, tarihsel kanunları bildiğimiz ölçüde, tarihsel belirlenimin (cebr-i tarih) anlamını bildiğimiz ölçüde. Ve tarihin belirlediği ve insanın geçtiği bu evreleri tanıdığımız ölçüde. Bizim hiçbir emeğimiz olmasa da toplum ve insan bu evrelerden geçecektir. Bildikten sonra bu gidişi değiştirmemiz mümkündür. Önümüzdeki bir ya da iki menzili alabiliriz, harekete geçebiliriz. Neyi bileceğiz? Tarihi, tarihsel belirlenimciliği, tarihin gidişatını, geçen zaman süreci içerisinde beşerin toplumsal belirlenimi “bilim” yoluyla bileceğiz. Toplumu da aynı şekilde kendi seçim alanımıza alabiliriz. Örneğin bir bedevî kendi kabile ruhu tarafından oluşturulmuş ve eğitilmiş bir kimsedir. Topluma karşı isyan etmesi düşünülemez bile. Primitif kabileye mensup olan bir kişinin toplumda baskın olan yaşama, toplumsal törelere, yönetim ve üretim şekline başkaldırdığını hiç duydunuz mu? Hiç böyle birinin dine ve inanca karşı geldiğini duydunuz mu? Mümkün değil. Çünkü böylesi toplumlarda birey toplumun kör ve bilinçsiz bir ürünü durumundadır. Bu kişi toplumu bildiği ölçüde, toplumda geçerli olan toplumsal ilişkilere ve toplumsal yasalara ilişkin tespitlerde bulunduğu ölçüde toplum üzerinde otorite kurmaktadır. Artık toplum onu değil, o toplumu oluşturuyor... Artık toplum bizim zindanımız değildir. Biz toplum üzerinde otorite kurmuşuzdur. Toplum bizim ürünümüzdür.” Bkz. Şeriati, A. (2013). İnsan. Ankara: Fecr Yay. s. 276-277.

65

topluma, alın yazılarına, yaşamlarına sadece etki etmekle kalmayıp aynı zamanda bunları yaratan ve yapan kimseler kurtulabilir (Şeriati, 2013: 276).

Şeriati, Aynold Toynbee'nin çağ, nesil, tarih oluşturan insanından bahseder. Ona göre insan, ancak şahsî huyları, içgüdüleri, alışkanlıkları, lezzetleri ve bireysel eğilimleri ayaklar altına alan, kendi bireysel cazibelerini öldüren ve bunların yerine toplumda “imarı” getiren kimsedir ve bu yolla bir çağ, bir nesil, bir tarih oluşturabilmiştir. Hatta Toynbee, “Musa, İslam peygamberi, İsa ve Buda ne tür insanlardı ve diğerlerinden farkı neydi?” diye sorar." Farkları, kendilerini kendi maddî ve hayvanî zindanlarından kurtaran ve özgürleştiren kimseler olmalarıydı. Kendi “ben”lerine rağmen başka bir “kendisi” (ben) yaratmalarıydı. Anne babanın, çevrenin, şehrin, toplumun, ailenin ve tabiatın yarattığı bir “ben” değil, kendisinin yarattığı bir “ben” (Şeriati, 2013: 278).

Bu anlayış varoluşçuluğun varoluş özden önce gelir anlayışı ile örtüşmektedir. Kendi olmayan ben, suçluluk hissi ile günlük hayatını devam ettirebilmektedir. Varoluşsal suçluluk dediğimiz bu hale Şeriati, felsefî ıstırap kavramı ile karşılık bulur. Maddî ıstırabı, sahip olamamaktan, yememekten, giymemekten ileri gelen bir durum olarak anlatır. Şeriati'nin ifadesi ile felsefî ıstırap ise metafizik bir ıstıraptır. Her sınıf, her fert yoksunluktan, fakirlikten, biçarelikten kurtulduğu ölçüde manevî, felsefî ve insanî perişanlığa yakayı kaptırmaktadır. Artık böyle bir kimse için “Ne yiyeyim, ne yapayım, para için hangi kapıyı çalayım?” gibi sorular yerini “Ben neyim, Tanrı kimdir, alın yazısı nedir, mana ne demektir, yaşamam neye yarar, nasıl yaşamalı?” türünden sorulara bırakmaktadır.

"Sartre'ın ıstırabı, Camus'un yabancılığı nedir? Şair Şehriyar'ın ıstırabı nereden kaynaklanmaktadır? Antigo’nun sıkıntısı kimin sıkıntısının tercümanıdır? Sartre'ın ıstırabı kimin ıstırabıdır? E. Ionesco'nun ıstırabı kimin ıstırabıdır? Kafka'nın başkalaşımına sebep olan nedir? Neden başkalaştı? Günümüz insanının, günümüz burjuvasının, günümüz kapitalistinin, günümüz kapitalist toplumunun ıstırabı ve sıkıntısı metafizik bir sıkıntıdır, boşluktan kaynaklanan bir sıkıntıdır. Eğer Sartre ve Albert Camus “Ben bir vahşetin içine düştüm.” diyorsa bunun nedeni ne olabilir? Acaba onların haklarını mı gasp ettik dersiniz? Sartre bunları açlığından ya da iyi bir yaşam seviyesine sahip olmadığından mı söylüyor acaba? Bunun için mi vahşete düşmüş bunlar?" (Şeriati, 2013: 278-279)

Yazar, bu isimlerin maddi her türlü imkâna sahip olmasına rağmen ıstıraba düşmelerini ve varoluşa başkaldırmalarını belli gerekçelere bağlar. Çünkü bunlar, boşluk

66

ve bunalım içindedirler. Her şey saçma ve anlamsız gelir.29

Şeriatî, Toynbee'nin30 insanın kendi zindanından kurtuluşunu ben üstü ve olgunlaşmasının motoru olan bir dine inanmakla gören görüşüne katılır. Fakat Avrupalı varoluşçuların birçoğu, özellikle tanrıtanımazlığı ile bilinen Sartre, dinin de insanı tutsak eden bir tür afyon olduğunu düşünür. Bakış açıları ve çözüm yolları farklı olsa bile insanın, varlık olarak bu ağır sorumluluğun farkına varması bunaltı yaşamasına neden olacaktır. Bunaltı, yapıcı bir duyguya, hissettirdiği suçluluk duygusu ile dönüşebilir. Veyahut bu yük taşınmaz hale gelir ve kişi var olma cesaretini gösteremez ve maskelerle yaşamaya devam eder. Dolayısıyla ömür boyu yakasını suçluluk hissinden kurtaramaz. Birey her durumda bedel ödemektedir. Bu, Şeriati'ye göre tutsaklık, bir başkasına göre kendi olma yolunda yaşanan bir dönüşüm halidir. Kişinin gerçekte olması gerektiği şeyden uzaklaşması hatta tamamen başka hayatlar yaşaması ve farklı kişiliklere bürünmesi onu topluma içten içe yabancılaşmaya iter.

Yabancılaşma kavramı ilk olarak öznel suçluluk duygusunu akla getirmektedir. Modern insanın çoğunlukla meşguliyetlerinin altına gizlenmiş sinsi ve yok edici düşmanı olan bu temel duygu, kişinin benliğine yapışır. Bu hal, kişinin kendi beni aracılığı ile doğrudan sırtına yüklenebileceği gibi ötekinin hissettirmesi ile de kişi bu yükü taşıyabilir. Kierkegaard, bazılarının suç işlediği için değil suçlu olarak görüldüğü için kaygılandığını ve bu yolla suçlu olduğunu söyler. Heidegger burada insan için sahici olamamak nitelemesini yapar. Varolan potansiyelini ortaya çıkaramayan, potansiyel benliğine ulaşamayan birey, varoluşsal suçluluk yaşar. Bu ruh hali, suçluluk hissi bireyin kendi kendine ödettirdiği bir ceza gibidir.

Varoluşsal suçluluk, kendini var eden bir duygu olmanın ötesinde bireyin hata yapmasına sebep olarak, diğer suçlara kaynaklık eden yıkıcı bir etkiye de sahiptir. Çünkü birey bu suçluluk halinde umutsuz ve bunalımlıdır.

29

Peki anlamsızlık nasıl aşılabilir? Şeriatî işaret ettiği felsefî ve manevî krizi aşmanın yollarını kendince açıklar. İnsan, ekonomik krizlerini, genel eşitlik ve toplumsal adalet, sınıfsal parçalanmanın engellenmesi gibi şeylere inanarak ortadan kaldırabilir. Fakat felsefî kriz ona göre, ruh, şuur, irade, duygu ve hesabın varlığını kabul ederek ortadan kaldırılabilir. Sorumluluk hisseden, “boşluk”a düşmez. Kendini bir yerlere, bir şeylere karşı sorumlu hisseden, boşluk diye bir şey hissetmez.

30

Toynbee, tarihçidir. İnsanın bunalımlarını ilahî ateşi tutuşturmakla yeneceğini düşünür. O: “İnsan, tarih yaparak kendi tarihini aşmıştır. Ne yaptığımızı bilmeksizin, bize sunulan fırsatı kabul ettik. İnsanın kendi kendini aşarak tatmin olması, Tanrı’nın yarattıklarına verdiği büyük ayrıcalıklardan biri.” diye düşünür. Bkz. Toynbee, A. (1988). Medeniyet Yargılanıyor. Çev. Ufuk Uyan. İstanbul: İşaret Yay. s. 89-90.

67

Varoluşçu M. Boss; Heidegger gibi ilk olarak otantik olamayan kişinin tarifini yapar. Ona göre; otantik olmayan kişi, kendisini varlığa ve yaşamın olanaklarına açamayan, yaşamının sorumluluklarını üstlenmeyendir. Kendini başkalarına göre ayarlar, başkası olmadan yaşayamaz. Yaşamında karşısına çıkan fırsatları değerlendirememek zamanla yerini depresif bir duruma bırakır. Bunun adı, varoluşsal suçluluk olabilir. Boss, bu suçluluğun oluşma sebebinin doğrudan geçmiş ile ilişkili olduğunu da vurgular. Varoluşun Keşfi kitabına göre Boss, suçluluk durumunu borçlu olma ile ilişkilendirir. Potansiyellerin kilit altında tutulmasının insana özünde verilmiş olan bir şeylere karşı borçlu kalmak durumunu ortaya çıkardığını bununda diğer suçlara zemin hazırlandığını ifade eder (May, 2012:148). Bu potansiyeller kişinin bireysel özelliklerini keşfederek özgürlüğe yaklaşmasını sağlar. Özgürlük kendi kendinin sorumluluğunu almaktır. Peki insan neden, rahat ve güvenlik riski olmadan yaşamak yerine, kendini kendi ben'inin sorumluluğunu alarak risk altına sokar? Engin Gençtan’ın, Rank'tan aktardığına göre kişi, rahatlık sağlamasına rağmen başkasının egemenliğine girmek istemez çünkü başkasının egemenliğinde kendi kendisi olamamaktan kaynaklanan kendi ben'ine karşı suçluluk duygusu artar. Başkalarına karşı hissedilen suçluluk duygusuna göre kişinin kendi ben'ine karşı hissettiği suçluluk daha gerçek bir suçluluk türüdür. Varoluşçu filozoflar buna “ontolojik suç” der. Yine Rank, bu suçluluk hissinin en önemli özelliğinin büyük bir çoğunlukça yaşanmakta olması olduğunu çünkü hiç kimse potansiyellerini tümüyle kullanamadığını söyler. Ona göre, herkeste var olan bu suçluluk hissi yalnız varoluşunun gerçeklerinden haberdar olanlarda ortaya çıkar (Gençtan, 1999: 43).

May'a göre üç tür ontolojik suçluluk vardır. İlki kişinin potansiyellerini gerçekleştirememekten kaynaklanan suçluluk, ikincisi kişinin kendi gibi olan diğerlerine karşı duyduğu suçluluk, üçüncüsü ise doğa ile ilişkisi olan insanın doğadan ayrılma suçluluğudur. Ontolojik suç, bu türlerin içeriğine göre herkesi içine alan bir suçluluktur. Ne kendimizin potansiyellerini gerçekleştirebiliriz ne de başkalarının ihtiyaçlarının farkındayızdır. Her iki durumda da kişinin kendini bilmesi söz konusudur. Bu ise öz farkındalıktır. Varoluşsal suçluluk, ebeveyninin dediklerini yapmamaktan kaynaklanan bir suçluluk değildir, kişinin bir durum karşısında “seçen ya da seçemeyen kişi” olarak kendini görmesinden kaynaklanır (May, 2012:151). Seçen ya da seçemeyen kişi yaşadığı bu zorlu serüvende önce çatışmanın yerini belirlemek için uğraşmalıdır. Çatışmanın ne olduğu ve nereden kaynaklandığının bilinmesi suçluluğu yapıcı bir duyguya dönüştürür. Yalom,

68

yaşadığı çatışmayı en iyi tespit etme erkinin yine kişide olduğunu varoluşçu Psikoterapi kitabında değişik örnekler ile ispatlar.

Çatışma, kişinin kendi olma isteğinin sonucunda çıkan bir durumdur. Rivayete göre Musa31, Tanrı’ya kim olduğunu sorar. Tanrı ise “Ben ben olanım”der.32 Başkası olmayan, katkısız, katıksız, öz kendisi olandır Tanrı. İnsanın kendisi olma isteği Tanrı’ya öykünmedir.

Yunus Emre ise kişinin ben olamayacağını fakat içinde benini taşıyabileceğini “Beni bende demen, bende değilim/Bir ben vardır, benden içerü” dizeleriyle açıklar. Fransız şair Rimbaud, insan beni için “Ben bir başkasıdır” der. Mevlana ise, “ya olduğun gibi görün ya göründüğün gibi ol” dediği çağrısında kişinin maskelerinden sıyrılarak kendi olmasını ister. İstediği gibi olamamak kişide suçluluk hissi doğurur. Varoluşsal suçluluk budur. Yalom Varoluşçu Psikoterapi’de bu suçluluk türü için, verdiği örnek hasta incelemeleri ile psikoterapistlerin “rehber” rolüne dikkat çekmektedir. Bu örneklerde varoluşçu psikoterapist, kişilerin, “hayatımı boş harcadım, pişmanım” şeklinde ve buna 31

“Hz. Musa, Yüce Allah'ın dilemesiyle, ilâhî bilgiyi ve hatta iradeyi temsil eden bir kul (Hızır) ile buluşmak üzere yolculuğu çıkar. Bu yolculukta kendisine bağlılarından ve öğrencilerinden sayılan birisi eşlik eder. Hz. Musa ve öğrencisi ilâhî bilgiyi temsil eden kul ile buluşacakları noktaya doğru yolculuğa çıkarlar…Jung'a göre, Hızır kıssası Ashâb-ı Kehf kıssasının ve yeniden doğuş sorununun daha net ve ayrıntılı bir versiyonudur. Bu kıssada Hz. Mûsâ dönüşüm için arayış içerisinde olan bir insanı temsil eder. Gerçekleştirilen yolculukta ona "gölge"si, hizmetçisi, bir başka deyişle "alt insan" eşlik eder. Hızır ise kendilik ‘özben’dir. ” (Kasapoğlu, 2006: 39-59)

32Bu ifade Tevrat'tın Musa peygamberi anlattığı Mısır’dan Çıkış bölümünde şöyle geçer: (11)Musa, “Ben

kimim ki firavuna gidip İsrailliler'i Mısır'dan çıkarayım?” diye karşılık verdi. (12) Tanrı, “Kuşkun olmasın, ben seninle olacağım” dedi, “Seni benim gönderdiğimin kanıtı şu olacak: halkı Mısır'dan çıkardığın zaman bu dağda bana tapınacaksınız.” (13) Musa şöyle karşılık verdi: “İsrailliler'e gidip, 'Beni size atalarınızın Tanrısı gönderdi' dersem, 'Adı nedir? diye sorabilirler. O zaman ne diyeyim?” (14) Tanrı, “Ben Ben'im” dedi, “İsrailliler'e de ki, 'Beni size Ben Ben'im diyen gönderdi.'Buradaki ben sözcüğü için yayınevi dipnot düşerek açıklama yapmıştır. Buna göre:

Yahve sözcüğüyle 14.ayetteki Ehye (Ben'im) sözcüğü aynı fiilden (olmak fiilinden) türetilir. Yahve sözcüğü genellikle RAB diye çevrilir. Kutsal Kitap Eski ve Yeni Antlaşma (Tevrat, Zebur, İncil). (2003). İstanbul: Kitabı Mukaddes Şirketi/Yeni Yaşam Yayınları. s. 70.

Batı edebiyatında da Hz. Musa olayına gönderme yapılmıştır. Paulo Coelho’nun Beşinci Dağ romanı ilk bölümüne şu paragrafla başlar:

“Beni şimdi düşmanlarımın eline teslim eden bir Tanrı'ya hizmet ettim, dedi İlya “Tanrı, Tanrı'dır. “ diye cevapladı Levili Peygamber. “Musa'ya kendisinin iyi ya da kötü olduğunu söylemedi, yalnızca 'Ben, BEN OLANIM' dedi. Güneşin altında var olan her şey odur -evi yerle bir eden yıldırım ve onu yeniden kuran