• Sonuç bulunamadı

1.2. Varoluşçuluğun Temel Kavramları Bağlamında “Varoluşsal Suçluluk”

1.2.3. Korku/Endişe/Hiçlik

Kişinin kendine ait bir hayata sahip olmadan başkalarının hayatına dair bilgiye sahip olmasının, onu, sahte ile sahiciyi ayırt etme gücünden yoksun bırakacağını düşünen Kierkegaard, “başka hayatlara kendinden daha fazla ilginin yaşamanın sorumluluğundan kaçınmak ve aciz bir taklide başvurmak” (Blackham, 2012: 27) olduğunu söyler. Bunu sorumluluk ile ilişkilendirebilir miyiz?

Korku nerede başlar? Kierkegaard’ın dediği gibi insan sorumluluğundan kaçan bir varlık mıdır ve sorumluluktan kaçış aslında insan için korkunun da başladığı an mıdır? Sartre, seçimlerinde özgür bıraktığı insanın kendini mahvetme ve kurtarma konusunda da

59

özgür olduğunu düşünür. Kişi kendi yapıp ettiklerinin toplamıdır. Kişi tek başına kendi toplumsal boyutunu keşfeder. İnsanı acı ile özdeşleştiren varoluşçulukta Sartre için; insan, kanun koyucu olarak kendini seçerken bütün insanlığı seçer. İnsanın varlık dünyasından kopması yine insanın ortaya çıkardığı değerlerin boyunduruğu altına girmesi onu kendi varlığına yabancılaştırır ve bu ona “acı” verir.

Nietzsche, Böyle Buyurdu Zerdüşt kitabında nicelerinin kendi zincirini çözemeden dostlarının azatçısı olduğunu söyler. Kişinin kendi üzerine düşünmeye başlamasını yanma olarak tanımlar ve kendi külü ile yanmaya başlamadan insanın kendini yenilemeyeceğini düşünür. Descartes’in “Dünyada en çok kendinizi yenin.” derken söylemek istediği de kişinin kendi ile daimi bir mücadele içinde olması gerektiğidir.

Varoluşçulukta sorumluluk kavramına en fazla anlam yükleyen Sartre'dır. Sartre’a göre, varoluşçu, bir korkağı anlatırken, “ bu adam korkaklığından sorumludur!” der. “Bilir ki ciğeri, yüreği, beyni korkak olduğu için korkak değildir o; beden yapısından gelmez onun korkaklığı. Kendini o duruma düşürmesinden gelir. Edimleriyle kendini bir korkak olarak kurmasından gelir.” (Sartre: 1961: 49) Burada varoluşun özden geldiği fikri pekiştirilir. Varoluşçuluğa göre önceden bir yaradılış yoktur. Dolayısıyla korkaklık ya da korku hissi ile donatılmış insan bu halinden sorumludur. Kişi, korkaklığı sebebi ile suçlanmamak için gözü pek ya da ödlek doğmuş olduğu bilgisini ister. Sartre’ın varoluşçuluk tanımlamasında “korkak ya da kahraman olmak kişinin elindedir” savından sonra bu halden kişinin yine kendi isteği ile kurtulabileceği anlatılır.

İnsanın yazgısının kendi elinde olması ona geniş bir hürriyet alanı açtığı gibi aynı zamanda endişe ve acının da sebebi olur. Heidegger ölümlü olduğumuzu kabullendiğimiz, yani ölümü üzerimize aldığımız zaman ancak sahih bir varoluşun mümkün olacağını İfade eder. Ona göre;

“Korkutucu, dehşete düşürücü de olsa bu ölümü üzerimize almamız aynı zamanda özgürleştiricidir de: Bu bizi günlük hayatımızı yutmakla tehdit eden bir sürü lüzumsuz, önemsiz kaygının köleliğinden kurtarır ve böylelikle bizi, sayesinde hayatımızı kişisel ve anlamlı biçimde bize ait hale getirebileceğimiz tasarılara açık kılar.” (Heidegger. 2008: 62)

Varlığın böyle kaygı ve endişe haline sürüklenmesi var olamayışımızı hatırlatarak kendi benimizle ilgili suçluluk hissini açığa çıkarır. Burada korku ile endişenin farkını açıklamak önemlidir. Endişe, varoluşçu kurama göre şu veya bu nesneden korkmak gerektiğinin adı ya da şu veya bu nesnenin tekinsizliği karşısındaki ruh hali değildir. Hiçlikten korkmaktır. Kierkekgaard’ın açıkladığı korku Âdem’in ilk günahı ile

60

bağlantılıdır ve bu kişioğluna miras kalmıştır. Ona göre Âdem yasak meyveyi yemeden önce önünde bir uçurum açılmıştır, arkasında ise bir Hiçlik vardır. Bu hiçlik geri planına karşı Âdem meyveyi yemeyi tercih eder. Kierkegaard’ın Âdem’in yasak meyveyi tercih edişinin sebebini Heidegger hiçlik karşısında duyduğumuz endişe ile açıklar. O, hiçlik, bütün mevcudiyeti ile daima süregiden bir durumdur ve kişioğluna miras kalmıştır.

Acı ise korku ve endişenin doğurduğu bir sonuç olmaktan öte ilk dönem mekanist felsefecilerce bedensel işleyişin ürettiği bir duyum gibi algılatılmıştır. Çünkü Descartes’la beraber aynı dönemde acının oluşmasında insanın kendi payı yeterince bilinmiyordu. Dıştan gelen etkilerle duyuların aşırı uyarılması acının oluşumu için yeterli ve tek bir sebep olarak görülüyordu. Fakat daha sonraki felsefî bakışlar acının bir alınan hasara göre kaydedilip hatırlanan bir şey olmadığını ortaya çıkarmıştır. Dolayısıyla hissedilen acı basit, duyumsal bir akış ya da yükseliş değil, her şeyden önce bireyin dünyayla ilişki sorununu ve dünyayla ilgili deneyimini sorgulayan bir algıdır (Le Breton, 2010: 11).

Varoluşçuluğun temel savı olan insanoğlunun anlam arayışı, I. ve II. Dünya Savaşı’nın gündelik yaşamı bile bozan umutsuzluk duygusu karşısında ortaya çıkmıştır. Acı bu anlam arayışında farkındalığı sağlayan önemli bir faktör olma özelliğini korumuştur. Çünkü kişi zaten varoluşçulara göre dünyayı seçmemiş dünyaya atılmıştır. Endişe korkumuzu besler. “Acı da sıkıntı veren bir durumdur ama aynı zamanda da dünyanın kaçınılmaz zorluklarına ve acımasızlıklarına karşı çok önemli bir savunma aracıdır.” (Le Breton, 2010: 13)

İnsanoğlu için ölüm nasıl kaçınılmaz ise otantiklik ve sahtelik kıskacında kalan aynı insan için kimi düşünürlerce acı da kaçınılmaz bir yazgı olarak kabul görmüştür. Modern dünya, hayatı kolaylaştırma peşinde gibi görünse de insan bazen bilerek ve isteyerek bu yazgıdan kop(a)maz. Bu anlamda acıdan beslenmek kişiyi otantik olmaya götüren bir yol gibidir. Mevlana’nın elmanın en lezzetli tarafının güneşte en çok kalan taraf yani en kızarmış taraf olduğunu söylemesi de insanın olgunlaşması için acıya ne denli ihtiyaç duyulduğuna işaret eder. Bu anlamda acı insanı sınırları ile yüz yüze getirir ve kendinden kopararak yeni bir ben inşa eder. Çünkü Schopenhauer’in söylediği gibi varoluş zorunlu olarak acı çekmeyi içerir ve esas olarak bir hedeften yoksundur.