• Sonuç bulunamadı

Çatışmayı Mantığa Bürüme Çabası

2.1. Varoluşsal Suçluluk Açısından Roman Karakterinin Benlik Algısı

2.1.2. Varoluşçu Roman Karakterinde “İdeal Benliğin” Kaybolması

2.1.2.2. Çatışmayı Mantığa Bürüme Çabası

İnsanın mevcut benliğinin ideal benlik ile mücadele edemeyecek kadar pasif kalması kişiyi farklı bir yoksunluğa taşır. Bu durumda “Benlik ikili bir yoksunluğun acısını çekmektedir: öznellik söylemi düzeyinde görünmez düzeyde varolan bilinçli cogito da

153

değildir, ruhsal bireyselleşme deneyinde kabından çıkmaya yönelik kolektif benlik de değildir. Bizim benliğimiz hem modernlik nazarında, hem de gelenek nazarında az gelişmiş ve yabancılaşmış olarak kalmaktadır.” (Shayegan, 2012: 74) Bu kendine yabancılaşma, bilinçli cogito ve kolektif benlik olamama; karakterin suçluluk duygusunu artırır. O zaman kişinin reddedilen bu yabancılaşmış benlikten kurtulması gerekmektedir. Ancak bu kurtuluş, benliği inkâr edişin ötesinde bir başka varlığı tasavvur etme niteliğindedir. Burada karakter kendi ben’ini inkâr etmez; aynı zamanda değişmek ya da değiştirilmek zorunda kalmaz. Aslında kurgu anlatılarda karakterler yazarın tasavvur benlikleridir. Tanpınar’ın karakteri Ahmet Cemil, bunu anlamış ve kabullenmiş bir kahraman olarak yıllar sonra karşılaştığı yazarının kendisini ihtiyarlamış bulmasına karşılık şu cevabı verir: “Ben ki, bütün yaşama kudretini bir tasavvurdan alıyorum ve toprağa iade edecek hiçbir borcum yoktur.” (Tanpınar, 2000: 280) Tasavvur benlik oluşturma yazarın gerçek dünyadan kaçışı olduğu gibi kurgu içerisinde karakterin böyle bir benlik oluşturması da kurgusal alandaki benliğinden kaçıştır.

Roman karakterlerinin benliğinden kaçışı Don Kişot ile başlatılabilir. La Machalı soylu Alonso Quijano, okuduğu ucuz şövalye romanlarındaki kurguyla gerçeği birbirinden ayıramaması yüzünden, ellili yaşlarda yola çıkmadan önce onu geçmişe bağlayan ayrıntılardan biri olarak isminden de kurtulacak ve Don Kişot adını benimseyecektir. Böylece daha en baştan kurgu karakterin kaçış öyküsü de başlamış olur. Oysa tek başına isim değişikliği geçmişi temsil etmede yetersizdir. Gerçeğin hepsi topyekûn geçmiştir. Dolayısıyla Don Kişot, bir köylü olan Sancho Panza’nın geçmişinin gerçekliğini ve Dulcinea del Toboso’nun, Aldonza Lorenzo adıyla gerçekliğini de yeniden kurgulacaktır. Romanın yazıldığı 17. yüzyıl başları düşünüldüğünde gerçeğin bu çarpıtılmış haline çeşitli yorumlar getirilebilir: Yazarın eleştirdiği öncül örnekler mahiyetindeki romanslar zaten gerçeklik zemininden uzaktır; Don Kişot da kendi kurgusuyla gerçeklikten uzaklaşırken romanları ironik bir dille eleştirir. Dönem henüz destan geleneğinin etkisini sürdürdüğü bir edebî anlayışın izlerini taşır. Okur, tasavvurlara hazırdır. Elbette bu yorumlar artırılabilir. Öte yandan Cervantes, doğal olarak hiç hayal edemeyeceği biçimde, gerçeğin yerine koyduğu tasavvur benliklerle modern romandaki bir tercihin de öncülüğünü yapmıştır: Kendini gerçekleştirmek isteyen ben’in hissettiği suçlulukta, kendine geliştirdiği sahte benlikler.

Kurgu örneklere bakıldığında özellikle kendine yalıtım uygulayan roman karakterlerin çatışmayı mantığa bürümeye çalıştıkları ve tasavvur bir benlikte sığıntı

154

aradıkları görülür. Yalnızız'da Samim, “maddeci sorunsalın tahakküm kurmaya çalıştığı bütün dünya değerleri için alternatif bir hayat formu” (Polat, 2012: 2179) mahiyetindeki Simeranya ütopyası ile çabasında başarılı olur. Suçumuz İnsan Olmak'ta Nuri, hayallerle avunmaya çalışır. Tutunamayanlar'la birlikte bir başka arayış, avunma ya da zorunluluğun dayatması görülür: Kahramanın sorunlarından yarattığı hayali varlıkla uzaklaşmaya çalışması veya yüzleşmesi... Aslında benzer bir durumun çok daha önce, Sait Faik'in Alemdağda Var Bir Yılan kitabında geçen bazı hikâyelerde olduğunu söylemek mümkündür. Bazı hikâyelerde anlatıcının mevhum bir çocuktan bahsettiği görülür. Bu çocuk, bir kurgu öğesi yakıştırması demekten daha fazlasını hak eder.

Tutunamayanlar'da Olric adıyla ifade edilen tasavvurun benzerleri sonraki romanlarda da görülecektir. Tutunamayanlar’dan iki yıl sonra, 1974'te yayınlanacak Ruh Adam'da Selim Pusat'ın tasavvur ettiği Yek, bir yüzleşme aracıdır. Fakat Tutunamayanlar'da Turgut Özben'in ruhunun diğer yanını temsil eden Olric, hem bir yüzleşmeyi hem de oyalanmayı temsil eder. Bu yönleriyle Turgut Özben'in vicdanının suçlu kısmını temsil etmek kadar onun suçluluğuna bahane üretmesiyle bir avuntu merkezidir.

Turgut Özben, Süleyman Kargı’dan sonra Selim’in bir başka arkadaşı Metin’i bulacaktır. Metin’le otururlarken Olric ortaya çıkar. Gerçi henüz Olric ufukta gözükmemiştir, Turgut kendi kendiyle konuştuğunu sanır. Fakat kendine acımaya başladığı o süreçte bir savunma mekanizması geliştirmeye çalışır, o mekanizmanın da Olric olacağının işareti verilir. Turgut, Metin’le; Selim’in yerine bir oyun oynayarak bir anlamda arkadaşını yâd edecektir. Bir pavyon kapatacaklar, Turgut Özben, pavyondaki herkesi kendi kurguladığı oyunun figüranları olmaya zorlayacaktır. Bu arada Metin’in gerçek kimliğini ortaya çıkaracaktır:

“Sen, Selim Işık, genelevin salonunda ne arıyorsun? Şu karşında oturan adamlara bak. Onların arasında senin ne işin var? Büfenin üstündeki aynada kendini hiç seyretmedin mi? Hangi rüzgâr seni buraya attı iki gözüm? Bu ahmak Metin için mi? Bak karıyla nasıl dans ediyor. Nasıl yılışık bir gülümsemeyle konuşuyor. Orada, kenarına iliştiğin kanepede, bir sığıntı gibi oturuyordun. Nereden geldin, nereye gidiyordun Selim Işık? Kim bilir bu soruyu orada, öyle büzülmüş otururken kaç kere sormuşsundur kendine? Çık dışarı Selim Işık! Temiz hava al biraz.” (Tutunamayanlar, 263 )

Aslında Turgut Özben, Selim’e değil kendine seslenir. Çünkü o da bir zamanlar Selim’in etrafını sarmış adamlardan birisidir. Aynada kendini hiç seyretmemiş, kendiyle

155

yüzleşmemişlerdendir. Dışarı çıkmayan odur. Nihayet o bunalım anında Olric ortaya çıkacaktır. Henüz adı konusunda, Olric mi Osric mi olacağında bir tereddüt halindedir. Ama “Olric, Olric! Birşeyler yapmak gerek. Yoksa, bu yenilginin suçunu bana yükleyecekler. Oysa güneşe sıcağa yenildik hepimiz.” (Tutunamayanlar, 277) diye seslenerek kendince bir kaçış yolu bulacaktır. “Olric kimdir, Turgut Özben’in karakter özelliklerini anlamada temsili nedir?” soruları bu noktada sorulabilir.

“Kimilerine göre Charles Dickens’ın Büyük Umutlar romanındaki Pip’in kötü yanını temsil eden “Orlick”, diğerlerine göre Shakespeare’in Hamlet’ini çocukluğunda çok kereler sırtında taşımış olan emektar saray soytarısı “Yorick” karakterinden, belki de bu ikisinin birleşiminde esinlenilerek yaratılmış ve ismini onlardan almıştır.” (Kardeşler, 2015: 29)

Tutunmayanlar’da genel olarak edebî göndergelerin sıklıkla kullanıldığı düşünüldüğünde, yazarın, her iki öncül karakter ismi ve özelliğinden hareketle böyle bir iç sesi kurguya dâhil etmesi daha olasıdır. Dolayıyla Orlic’in ismi kadar nitelikleri de edebî bir temsile sahiptir. Roman içerisinde ise konumu Turgut’un iç sesi olmasıdır.

“Düşünmeden, bilmeden, yaşamadan yaşadığı küçük burjuva rüyasından eski dostu Selim Işık’ın ölümüyle uyanan Turgut Özben, Selim’i anlamak için çıktığı yolculuktan kendini de kaybederek geri dönen Turgut’un yolda bulduğu yol arkadaşıdır Olric. Onun ne iyi yanı, ne kötü yanı, ne var olmuş ne de olmayan yanıdır. Olric, Turgut’a bağlı, ama ondan bağımsız, düşüncelerden yeşeren ayrıksı bir ot, eski sorulara cevap verirken yeni sorular soran bir uşak, Turgut ile ilgili her soruya cevap verebilecek bir “Tanrısal bakış”tır. Oğuz Atay’ın Turgut’un zihninde ne var ne yoksa görebilmek için yarattığı bu karakter, hem Turgut’u Turgut’a anlatmakta, hem de Selim’i anlamakta ona ışık tutmaktadır. Olric, bir iç sestir, bir yoldaş ve kardeş.” (Kardeşler, 2015: 29-30)

Aslında varoluşsal açıdan öncelikli olan, Olric’in neyi temsil ettiğinden ziyade Turgut’un iç ben’inde niçin ortaya çıktığıdır. Kardeşler’in yaklaşımında Olric, Turgut’un yolculuğu sırasında sonradan ortaya çıkmıştır. Oysa Olric adıyla olmasa bile ‘şey’ olarak daha önceden vardır. Evlendikleri andan itibaren karısı Nermin’le bile aralarına girmiştir o ‘şey’. Turgut bazen anlatmak istediklerini Nermin’e o ‘şey’ yüzünden anlatamaz. Bir anlamda Turgut’un ruh olarak açılmasının önündeki engeldir. Turgut, “Bütün kuvvetimle mi atılacağım maceraya? Onu bile korumayacak mıyım? Onu, o “şey”i? Kimsenin bilmediği bir parça: tarifi güç, gene de varlığını çok iyi bildiği “şey”. Onu da tehlikeye atacak mıydı? Bütün Turgut’u hiçbir zaman teslim etmemişti. Hiçbir zaman. Onu kendine

156

saklamıştı. Değerini yalnız Turgut’un bir “şey”.” (Tutunamayanlar, 322) şeklinde düşünürken, saklı kalmış yanında aslında farklı bir Turgut olduğunu işaret eder. Dolayısıyla zaten içinde ikinci bir kişiliği oluşturmaya yatkındır.

Turgut, Olric’le ilk kez Metin’i götürdüğü pavyonda konuşacaktır. Buraya gelişleri elbette sebepsiz değildir. Selim, Turgut’a, kendisini ilk kez geneleve Metin’in götürdüğünü anlatmıştır. Henüz lise yıllarındaki Selim, genelevin giriş salonunda yalnızdır da. Bir anlamda yıllar sonra kurguladığı oyunda Metin’i oraya yerleştirerek hem Selim’in tanımadığı arkadaşlarının kirli yönlerini ortaya döker hem de Selim’in intikamını alır Metin’den. Olric’le her ne kadar ilk orada konuşsalar da Turgut, daha önce hem kendisiyle hem de Selim’in hayaliyle konuşmuştur. Üstelik bu konuşmalar rüyalarına da girmiş, bazen gerçekle hayalin sınırlarını iç içe geçirmiştir. Böyleyken Turgut Özben neden iç sesinde somutlaştırma yoluna gitmek durumunda kalmıştır? Sığındığı tasavvur benlik Olric, neden ortaya çıkmıştır?

Kardeşler, Turgut’un delirişine tanıklık etmek için ortaya çıktığı kanaatindedir. “Delilikle dâhiliğin ince çizgisinin çok yakınlarında seyreden Turgut, Olric’in doğuşuyla birlikte çizginin delilik tarafına geçmiştir. Romanın tek tutunanıdır aslında Olric. Oğuz Atay’ın bir röportajında dediği gibi, aklını kaybettiği gibi kendini kaybetmemek için Turgut bile ona tutunmuştur.” (Kardeşler, 2015: 31) Bu yaklaşım tarzı da peşinden Turgut’un neden delirdiği sorusunu akla getirir.

Turgut Özben, aklıyla yaşayan birisidir. Aklı sayesinde okuldan mezun olmuş, iş hayatında aklını kullanarak başarı elde etmiş, karısını beğenirken bile akılcı değerlendirmelerde bulunmuştur. Selim’in bilinmeyenini arama süreci ona kendi asıl ben’iyle yüzleşme fırsatı tanımış veya zorunluluğu doğurmuştur. Bir anlamda kendiyle yüzleşmiştir. O güne dek aklıyla ve kendiyle övünen Turgut Özben, gerçekte eksik olduğunu fark etmiştir. Bu fark ediş onda eksiklik duygusuyla beraber varoluşsal suçluluk hislerini doğurmuştur. Kendini arayan bireyin düştüğü bunalımda bir kaçış bulmaya çalışması doğaldır. Selim de aynı eşikten geçmiş fakat o, bilinçli olarak kaçmayı tercih etmemiştir. İntihar onun için bir anlamda Huzur’un Suat’ının başlattığı bir özgür seçim alanıdır. Yaşam oyununu sürdürmeye değer bulmadığı için böylesi bir tercihe başvurmuştur. Turgut’sa hala aklının tahakkümünden bütünüyle kurtulamamıştır. İşte bu sınır durumunda bir kaçış aracı olarak bir iç varlık tasavvuru ortaya çıkarmış, kendiyle yüzleşmesini o iç varlık aracılığıyla yapmıştır. Benzer tasavvurların Sait Faik’in

157

yazarlığının son dönem hikâyelerinde Panço adıyla, Ruh Adam’a Yek adıyla kendilerini göstermesi de aynı doğrultudadır.

Varoluşsal açıdan yaklaşıldığında Olric, şizofrene yakın bir ruh halinin tezahürü kadar kendini suçlu kabul eden eksik bir ben’in yarım kalmışlığını tamamlama çabasıdır. Aynı zamanda başkalaşım sürecinde gittikçe Selimleşen Turgut’un iç konuşmalarında, Selim’in yerine geçmeye başlar. O güne dek Turgut’u Selim eleştirmiş, ondaki eksiklikler noktasında o uyarılarda bulunmuştur. Elbette Selim’in sesi bütünüyle sahneden çekilmez. Ama artık gerçek bir varlık olarak Selim yoktur. Dolayısıyla gerek tamamlayıcı gerekse eksiklikleri dile getirme noktasında iç varlığın sesi olarak Olric, öne çıkmaya başlar.

“Turgut’un bilmediği bu arkadaşlar da Selim’e aynı şekilde davranırlardı. Selim, Esat’ın arkadaşlarını tanımaz; Esat, Selim’in arkadaşlarını istese de tanıyamaz. Casus gibi, kimseyi kimseye tanıtmaz. Selim’e öyle gelirdi ki bir gün bu insanlar bir araya gelecekler; önce karşılıklı bakışıp susacaklar. Konuşacak söz bulamayacaklar. Sonra Selim’i suçlayacaklar ve dolayısıyla birbirlerini. Bu adamla nasıl arkadaşlık ettin? Bu adamla mı dostluk kurdun? Bahsetmediğin değerli arkadaşın bu muydu? Bu aptala gitmek için mi o gün bize gelmedin? Sonunda birbirlerini hoş görseler de beni affetmezler, derdi fakir Selim. Sonunda herkes beni suçlayacak bir sebep bulur. Ne istiyorlardı senden Selim? Belki sen çok şey istiyordun onlardan. Verdiğinin hiç olmazsa küçük bir parçası kadar bir şeyler istiyordun. Sonunda kaçıyorlardı. Hayır, sen kaçıyordun. Hayır kaçmıyordun: insana ihtiyacın vardı. İnsanı arıyordun canım kardeşim. Bunda utanacak ne vardı?” (Tutunamayanlar, 345-346)

Sonunda Esat’ın ismini bulacağı bu araştırma sırasında, Olric de tekrar ortaya çıkacaktır. “Hürriyet kötü bir kavram Olric. Öyle, anlattıkları gibi özlenecek bir ortam değil. Bu hürriyet, kulağıma kötü şeyler fısıldıyor Olric.” (Tutunamayanlar, 348) ifadesi Turgut’ta değişim öncesi yaşadığı korkuyu gösterirken “Yaşamanın anlamını bilmek için, ölümün anlamının karanlıkta kalmasını istemiyorum.” (Tutunamayanlar, 349) ifadesiyle yine de kararlı gözükür. Akabinde geçen iç konuşmalar ise Turgut’ta var olan suçluluk duygusunun bütünüyle su yüzüne çıkışıdır. Aynı zamanda Olric’in asıl fonsiyonunu da gösterir. Olric, Turgut’un suçlu yanını maskeleyen bir yarımcı, bahane destekçisidir:

“Daha düne kadar başka bir yaşantı sürdüren ben, ölümden kaçarken ölümün kucağına düşen ben, ucuz yaşantıların asil kahramanı, ucuz şövalye romanlarının nesli tükenmiş son temsilcisi ben, bunu nasıl yapacağım? Ucuz geçmişimi nasıl inkâr edeceğim? Son aylarda kurmuş olduğum Yumuşakçalar Kırallığının nimetlerini nasıl terkedeceğim?

158

Yas yakışır Turgut Özben’e diyerek gülünç karalar mı giyeceğim? Oysa ne şenlikler yapıldı onun ölümünden sonra; ne ihanetler yaşandı. Günahlarımın ağırlığına dayanamıyorum Olric. Neden beni uyarmadın? Buna hakkım yoktu efendimiz. Öyle güzel gürlüyordunuz ki. Size kapılmamaya imkân yoktu. Çevrenizdeki bütün sahtelikleri öyle güzel aydınlatıyordunuz ki. Bir daha göremeyecekler sizin gibi bir devi efendimiz. Onların küçük yaşantılarının içinde ben de küçülmedim mi Olric? Ucuzluk bana da bulaşmadı mı? Hayır, efendimiz. Öyle içten yaşadınız ki.” (Tutunamayanlar, 349)

Tasavvur benliklerin doğduğu mekân suçluluk hisleri ile donanmış bilinçli benliktir. Ruh Adam’da da Yek, Selim Pusat’ın artık iyice çıkmaza düştüğü süreçte ortaya çıkar. Kimdir Yek? Ruh Adam başka romanlarla ele alındığında Yek için şizofren bir tasavvur yaklaşımı getirilebilir. Nihayetinde sınır durumuna gelmiş ben’in çıkmazları karşısında zihnin savunma mekanizması edilgen bir mahiyette kendine bir otokontrol geliştirebilir. Yek, bir anlamda Tutunamayanlar’da Turgut Özben’in tasavvuru olan Olric’in öncülük ettiği bir devam karakterdir. Fakat Ruh Adam tek başında kendi kurgusuyla değerlendirildiğinde Yek’i bir tasavvurdan ibaret saymak zaman zaman güçleşecektir. Zira kurgunun hem sürreal hem de mittik bir düzlemi vardır. Kısmen büyülü gerçekçilikle bağdaştırılabilecek şekilde romanın ana karakteri aynı zamanda cezalandırılmış bir arkaik karakteri temsil eder. Jung, ruhsal süreçleri bakımından her insanın arkaik gözlemler yapılabilecek bilgileri sunduğunu söylemiştir. Bilinç düzeyi her ne olursa olsun her insanda gözlenen bu arkaik insan yapılanması varoluşsal açıdan tutunamayan, bilinçli benlik sahibi insanlarda tasavvur benlik oluşturmaya kadar gidebilir. Buna göre farklı zamanlarda ruhu başka bedenlerde dünyaya gelecek, aynı hataları tekrarlayacak, hatalarının ardından yaşadığı suçluluk duygusuyla yaşamını cehenneme çevirecektir. Özellikle post modern roman anlayışıyla değerlendirildiğinde oldukça çarpıcı bir kurgu olan bu yinelemenin, Ruh Adam’da içinin Olric kadar doldurulmadığı görülür. Sanki bu yönüyle Ruh Adam’ın bir eser olarak da tıpkı ana karakterinin içinde bulunduğu eksiklik duygusu gibi eksik kalmıştır.

Yek’i bir tasavvur ihtimalinin dışına çıkaran bir diğer ayrıntıysa Leyla Mutlak’ın onu görüyor olmasıdır. Selim anlamlandıramadığı dünyadan kaçış için metafizik alana kayar. “Metafiziği yardıma çağıran ve onu işlevsel kılan şey insanın bir parçası olduğu görünüşün çoğul ve çatışkılı dünyasını sindirmekte karşılaştığı zorluktur. Bu zorluk kendisini insanda “acı” şeklinde gösterir. Metafizikçi eğilim buradan yola çıkarak yaşamı acı ve haz ikilisi arasında gelişen bir süreç olarak algılar.” (Karakaş, 2009: 68) Pusat bir

159

akşam vakti Çamlı Koru’da yürürken banktaki yalnız kadını görmüş, kadın, ilerideki ‘mendebur herif’i göstererek Selim’in koluna sarılmıştır. Tabi burada Leyla da Selim’in kendi ürettiği bir tasavvur olabilir. Her ne kadar Leyla, Selim’in eşi Ayşe’nin eski bir öğrencisi olduğunu ve daha önce tanıştıklarını söylese de Selim onu hem hatırlamıştır hem de okuttuğu bir dizeden hareketle kadının Leyla olamayacağına kanaat getirmiştir. Dolayısıyla Leyla’nın, mittik düzlemde Selim’in taşıdığı ruhun âşık olduğu kadın olduğunu söylemek mümkündür. Bu yargıdan hareketle Yek’in tasavvur olmaması kanaati güçlenir. Öte yandan Yek, Leyla’nın hanedanın varisi olduğunu söyleyecek, Ayşe de bu ihtimali güçlendirir bilgiler verecektir. Ayşe’nin verdiği bilgilerle Leyla’nın fiziksel gerçekliği ortaya çıkacak, beraberinde, Yek’ten gelen bilgilerle mittik düzlemli fiziksel bir gerçekliğe bürünecektir.

Selim Pusat, Leyla’yla karşılaştıkları akşamın bir gün sonrasında onu görmeye gidecek ve dönüşte yine Çamlı Koru’da Yek’le karşılaşacaktır. Bu defa aralarında konuşma da geçer. Selim Pusat’ın kendisinden yirmi beş yaş küçük bir kıza âşık olacağının ilk işaretleri bu konuşma sırasında verilir. Öte yandan Selim’in kafasına tahtayla vurmasına rağmen Yek varlığından hiçbir iz bırakmadan kaybolup tasavvur benlik rolüne dönecektir. Eylemin bu kısmı çok ani gelişmiş olsa da Kedi ve Ölüm’de Zahit İloğlu’nun kediyi öldürmesiyle paralellik gösterir. Selim de Zahit gibi somut bir eylem içerisinde adeta kendi ruhuna saldırmıştır.

Yazar, Yek’i somut olmasa da bir mite bağlama niyetindedir. Bu nedenle kurguda Yek’in aslında ne olduğu yine Ayşe’nin tarih bilgisiyle ortaya çıkar: Yek kötü ruh, yani şeytan demektir. Yani Selim Pusat’ın ruhu bir anlamda şeytanın kendisidir. İçimizdeki Şeytan romanında da Ömer'in, daha modern romanın başında kişinin kendi ile mücadelesinde ortaya çıkardığı içindeki şeytan, halen kurgu karakterlerin yakasından düşmemiştir.

Selim’in Şeref’le karşılaşıp yüzleşmesi de Çamlı Koru’da olacaktır. Selim’in bu yüzleşmeleri onun benliğinde taşıdığı suçluluk duygusunun dışavurumudur. Özellikle Şeref’ten, evli olduğu için karısının öğrencisi Güntülü’yü sevemeyeceğine dair duyduğu sözler bu kanaati güçlendirir. Bir anlamda Selim, suçluluk hisleri içinde kendini sorgulamaktadır. Böyle bir kabulde Şeref, halüsinasyona dayalı bir görüntü sayılmalıdır. Selim’in kendini yargıladığı bilinçaltında görüntü, ona suçlamayı yöneltecek karşı tarafın sembolü olmuştur. Öte yandan aynı bağlamda Şeref, Selim’in Tanrıkut Mete ordusunda

160

yüzbaşı olduğunu da söyler. Böylelikle anlatının mittik düzlemi tekrar canlanarak Şeref, tıpkı Yek gibi, halüsinasyona dayalı görüntü yerine mittik bir karakter hüviyetine bürünür.

Adalet Ağaoğlu’nun Yenins karakteri de romanın anlatıcısı tarafından kurgulanmış bir tasavvur benliktir. Zaman sınırlaması olmayan romanda Aysel’in geleceğin insanı şeklinde anlaşılan yeni insanı düşlemesi, kurgulaması bu özgür zaman anlayışını örnekler.

Yenins’i anlamak için Dar Zamanlar üçlemesinin tamamını okumak gerekmektedir. Ölmeye Yatmak romanı bu üçlemenin ilk kitabıdır. Burada Aysel karakteri, öğrencisi Engin ile girdiği tek gecelik cinsel beraberliğin pişmanlığı ile intihar etmek istemektedir. Ancak kurgunun devamında ve tabiî ki üçlemenin diğer halkaları okunduğunda Aysel’in asıl pişmanlığının kurulu ve zorlayıcı düzene karşı yeterli başkaldırıyı yapamadığı; bu nedenle ölümü seçtiğini yönündedir. Ancak Yenins ismi bu ilk romanda geçmez. Burada anlatıcı/karakterin oluşturduğu bu tasavvur benliğin henüz doğmamasının varoluşsal mazeretleri vardır. Ancak bu varoluşsal sorunlar derinleştikçe ve artık Aysel ideal benliğini