• Sonuç bulunamadı

Varoluşsal Suçluluk Çerçevesinde Yapılan Metin İncelemesinde «Çatışma»nın

1.3. Modern Romanda Metni Anlamlandırmanın Bir Yolu Olarak Varoluşçu

1.3.1. Varoluşsal Suçluluk Çerçevesinde Yapılan Metin İncelemesinde «Çatışma»nın

Edebiyat incelemelerinde/metin çözümlemelerinde karşılaşılan en önemli problemlerden birinin metne hangi metotla yaklaşılması gerektiğidir. Belli ve doğru bir çözümleme yöntemi ile okunmayan metinler nitelikli okura uygun metni sunmayı sağlayacak çalışmanın ortaya çıkmasını engelleyebilir. Yani ne okunduğu kadar, nasıl okunduğu da önemlidir. İsmail Çetişli, metnin esas objesini öne çıkaran metotlardan bazılarını şu şekilde ifade eder:

“Edebiyat eğitiminin temel objesi edebî metindir. Bu tespitten sonra sağlam ve sağlıklı bir metoda ihtiyaç vardır. Son yıllarda özellikle yakın dönemlerde edebî metnin incelenmesinde pek çok metot geliştirilmiştir. Yeni eleştiri, yapısalcılık, hermeneutik, metin dilbilim, dilbilim, göstergebilim, anlambilim, stilistik... bunlardan bazılardır.” (Çetişli, 2006: 81)

Bir metni çözümlemek için onun malzemesinin nasıl okunacağı kadar malzemenin kendini ne kadar açmak istediği de önemlidir. Belki de “varoluşsal suçluluk” dediğimizde akla gelen Nietzsche’nin yeni insanı olan üstinsanı, kendini solgun bir suçlu olarak tarif etmesinin sebebi budur. Suçluluğunu kabul etmiş kişi, çatışma halinde olan “bedel ödemeye” hazır kişidir.

Çatışma, bireyin çevresi ile uyumsuzluğu sonucu ortaya çıktığı için insanla ilgili bütün disiplinleri ilgilendiren bir kavramdır. Ancak disiplinlerin kendi çalışma alanları nedeniyle çatışmaya yükledikleri anlam farklı farklı olmuştur. Ancak genel anlamda üç çeşit tanımından bahsedilebilir:

“1. Aynı anda çıkan birbirine karşıt ya da eşit derecede çekici dilek ve isteklerin bireyde yarattığı ruhsal durum ve bunun yol açtığı sıkıntılar, 2. Birey-birey ya da birey- toplum gibi öğeler arasındaki karşıtlıklardan ya da bireydeki ruhsal süreçlerin kargaşasında ortaya çıkan, kurmaca yapıtların omurgasını oluşturan, olay örgüsünün gelişimini sağlayan, iyi-kötü, görev- kişisel çıkar gibi karşıtlıklardır. 3. Birey ya da toplulukların aynı değer ya da nesneyi elde etmek ya da öteki üzerinde gücünü kabul ettirmek için yarışma, çarpışma, kavga gibi biçimler alabilen bilinçli savaşım.”33

Çatışmada temel olan kişinin huzursuz olduğu bir durumda olması ve suçluluk hissetmesidir. Hem içsel hem de dışsal alanda yaşanan bu suçluluk aynı anda olabileceği gibi sadece tek bir cephede de olabilir. Kurgusal eserlerin temel argümanı, içsel çatışma 33Türkçe Bilim Terimleri Sözlüğü, 2011: 233, 234.

78

sonucu ortaya çıkan huzursuzluktur. Bu huzursuzluk, sahici olamamaktan kaynaklı varoluşsal suçluluktur. Üstinsan, yazarının felsefesince kişinin kendisi ile barışmasının sembolüdür. Bu nedenle Zerdüşt okurun önüne çıkar ve yargılanmayı değil, bütün insanlıkça çözümlenmeyi bekler. Bütün şiirlemesini, çırpınmasını ve korkunç rastlantıları bir araya koyarak bu çözümlemeyi anlaşılır hale getirmeyi insanlık adına okurdan talep eder. İnsanın çiğ yapısından bir üst aşamaya geçmiş olan Solgun Suçlu’nun sözlerine kulak vermek öncelikle suçlunun savunmasını dinlemek ve bu yolla diğer sahici olanların özelliklerini keşfetmek için önemli bir adım olabilir.34

Burada Nietzsche, üstinsanın diğerlerine göre tarifini yaptırmaktadır. Aslında çatışma yaşayan uyumsuz her insan, sahici benliğine kavuşmuş “üstinsan” olmaya adaydır. Çünkü benlikleri arasındaki çelişkiyi fark eden ve bir varoluş şoku ile kendinin farkına varan birey sıradan insandan ayrılır ve kendini keşfetmek için ayrı bir yola girer. Bu insanlar alt insan ve üst insan arasındadır. Kişi gerçekten kararlı ise çatışmayı zorlamalı, varoluş sınır durumuna gelmeli ve kendisi 34“SOLGUN SUÇLU ÜSTÜNE

Ey yargıçlar ve kurban edenler, hayvan başını eğmeden öldürmek istemiyor musunuz? Bakın, solgun suçlu başını eğdi: büyük hor görme konuşuyor gözlerinden.

“Benim ben'im altedilmesi gereken bir şeydir: benim ben'im insanın büyük horgörülmesidir bence”: böyle diyor bu gözler.

Kendi kendini yargılaması, onun en yüksek ânıydı: yücelmiş olan, aşağılık durumuna düşmesin yine! Böyle kendi elinden acı çeken için kurtuluş yoktur, meğer tez bir ölüm gele.

Sizin öldürmeniz, ey yargıçlar öc alma değil. Ve öldürürken, kendiniz hayatı haklı çıkarmaya bakın!

Öldürdüğünüzle barışmanız yetmez. Üzüntünüz, Üstinsan sevginiz olsun: böyle haklı çıkarırsınız sağ kalmanızı!

“Düşman” demelisiniz, “alçak” değil; “sayrı” demelisiniz, “düşük” değil; “deli” demelisiniz, “günahkâr” değil.

Ve sen, ey kızıl yargıç, aklından geçenleri açığa vursan, şöyle haykırır herkes: “Defolsun şu pislik ve ağılı böcek!”

Oysa düşünce başka, eylem başka, eylemin tasarımı yine başka. Nedensellik çarkı bunlar arasında dönemez. Bu solgun adamı solduran tasarımdır. İşlerken eyleminin eriydi, ama eylem bittikten sonra, bu eylemin tasarımına dayanamadı.

Artık kendini hep bir eylemin yapıcısı olarak görüyordu. Delilik derim ben buna: kuraldışı, onda kural oldu çıktı.

Bir çizgi tavuğu büyüler; onun indirdiği vuruş da, zavallı usunu büyüledi. Eylemden sonraki çılgınlık derim buna.

Dinleyin, ey yargıçlar! Bir başka çılgınlık daha vardır: o da eylemden önceki çılgınlık. Ah, siz bu gönlün derinliklerine yeterince sokulmadınız!

Şöyle buyurur kızıl yargıç: “Bu suçlu neden öldürdü? Çalmak istiyordu da ondan.” Ama ben size derim ki: onun canı kan istiyordu, yağma değil: bıçağın mutluluğuna susamıştı o!

Fakat zavallı usu, bu çılgınlığı kavrıyamadı ve onu kandırdı. “Kan da neymiş!” dedi, “hiç değilse, bir şey çalsan? Ya da öc alsan?”

O da, zavallı usuna uydu: sözleri, üstüne kurşun gibi çökmüştü, - bu yüzden, öldürürken çaldı da. Çılgınlığından utanmak istemiyordu.

İşte suçu yine kurşun gibi üzerinde, zavallı usu yine öyle uyuşmuş, öyle inmeli, öyle ağır. Kafasını bir sallıyabilse, yükü düşüverecek üzerinden: fakat bu kafayı sallıyabilir ki?

Bu adam nedir? Kendi aralarında binde bir sessiz duran bir azgın yılanlar yumağı, -bu yüzden ayrı ayrı çıkarlar ve dünyada av ararlar.

Şu zavallı göğdeye bakın! Onun çektiklerini ve isteklerini zavallı can kendine göre yorumladı, -öldürme tutkusu ve bıçak mutluluğuna duyulan hırs diye yorumladı.” (Nietzche, 1997: 35-36-37)

79

ile yüzleşmelidir. Heidegger bu varlığa, oluşu devam eden anlamında “Dasein” der. Zamansal olan bu oluş halindeki varlık, sonludur. Yani ölüme doğru bir varlık olduğunu kavrarsa (ki bu kavrama uzun süreli olmayıp anlık bir durumdur ve genellikle kişi bunu ya başkalarının ölümü ile ya da başına gelebilecek belirli bir durum vasıtasıyla yaşar35

içinde derin bir kaygı oluşur. Böylece “Dasein’ın eksiztansiyalitesinin asli ontolojik temelinin zamansallık” (Heidegger, 2008: 246) olduğu da ortaya çıkmış olur. Bununla birlikte Dasein, yaşadığı çatışmalar ve kaygılar vasıtasıyla tamamlanmamış bir varlık olduğunu, yani her zaman noksan bir varlık olduğunu kavrar. Varoluşsal suçluluğu doğuran bu durumda birey için seçimler başlar ve her seçim kişi için yeni bir acıdır. Romanlarda da varoluşçu karakterlerin kurgunun diğer karakterlerden yaşadıkları içsel çatışma ve suçluluk hali ile ayrıldıkları ve kendi kendisi ile acı çektikleri bir savaşın içine girdikleri görülebilir. Solgun Suçlu’da acıyı vurgular:

“Şimdi sayrı düşeni bastırır şimdi kötü olan kötülük: kendine acı çektirenle acı çektirmek ister. Ama başka çağlar da vardı, başka bir kötü ve iyi de.

Bir zamanlar kötüydü kuşku ve Kendi istemi. O zaman sayrılar zındık ve büyücü oldular: zındık ve büyücü olarak acı çektiler ve acı çektirmek istediler.

Fakat bu sizin kulağınıza girmez ki: iyi kişilerinizi incitirmiş. -bana öyle diyorsunuz. Peki ama bana ne sizin iyi kişilerinizden!

İyi kişilerinizin birçok şeyi beni tiksindiriyor; gerçek, kötülükleri değil. Keşke delilikleri olsaydı da, bu delilik yüzünden yok olabilselerdi, şu solgun suçlu gibi!

Evet, deliliklerine gerçek, ya da bağlılık, ya da doğruluk denseydi keşke: oysa onların erdemi çok yaşamak, acınacak bir rahatlık içre yaşamak içindir.

Ben ırmak kıyısında bir parmaklığım: tutunabilen tutunsun bana! Fakat koltuk değneğiniz değilim ben.

Böyle buyurdu Zerdüşt.” (Nietzsche, 1997: 37)

Zerdüşt, bilincin çağrısını duyarak otantik olmanın kişiyi üstinsan yapabileceğini fark etmiş bir karakterdir. Bu olağanüstü derecede önem taşıyan kavram, yani otantik olma hem sevilen şeylerden vazgeçmeyi hem de yeni varlık sorunları ile karşı karşıya kalmayı gerektirir. İnsanın hep suçlu olduğu anlayışını aşmaya çalışan Nietzsche, ona otantiklik

35Karl Jaspers bunu sınır durumları olarak niteler. Ölmeye, ızdırap çekmeye, mücadele etmeye mahkûmum,

tesadüfün hâkimiyeti altındayım, durmadan kendimi suçlu buluyor, ızdırap çekiyorum. Varoluşumuzun bu durumlarına sınır durumlar adını veriyoruz. Karl J. (1981). Felsefeye Giriş. Çev: Mehmet Akalın. İstanbul: Dergâh Yayınları. s.37.

80

olasılığını artıracak derecede örnek tip sunar. Bu tip yalnız suçlu değildir. Aslında dertlidir. Varlığından dertli olması onu suçlu yapmıştır. “Bu solgun suçlunun gönlünün derinliklerine yeterince sokulmadınız” sitemi bunu gösterir. Yargıç sadece neden sorusu ile başlayan cümleler kurar ve basit görünen, kolay izah edilebilen cevaplar onu tatmin eder. Oysa suçun altında yatan etmenler görünen somut sebeplerden çok farklı olabilir. Solgun suçlu da yağma nedeniyle değil bıçağın mutluluğunu arzuladığından öldürmüştür. Elbette okurlarca buradaki suç/öldürme/bıçağın mutluluğu gibi ifadeler, sembolik olarak okunmalıdır. Kişi yapıp ettiklerini somut şeylerle açıklamaya zorlanmaktadır. Bu yapılan ötekilerin hoşuna gitmiyorsa suç sayılmaktadır. Oysa kişi, asıl suçu başkalarına göre yaşayıp kendini kendinden uzaklaştırarak, yine kendine karşı işlemiştir. Bu izahı zor, anlaşılması daha zor bir durumdur. Ancak çatışma kavramı tam da burada açıklayıcı bir kavram olarak yeniden temel çıkış noktalarından biri olarak ortaya çıkar. Solgun suçlunun kendini isteyerek yargıç karşısına çıkarması büyük cesaret örneğidir. Edebî metinlerde kendini bu kadar kolay ele veren suçlu örneklerine rastlamak zor olsa da bu metin örneğinden hareketle tespitlerde bulunulabilmektedir.

Nietzsche bu mısralarla kendi yaşamımız ve diğerlerinin yüreğinin derinliklerinde bulunan kişiler üzerinde düşünürken çoğu okurun o güne kadar fark etmediği ya da işaret ettiği gibi düşünmediği bir konuyu gündeme getiriyor. İnsan, varlığı ile bir mücadele halindedir. Çoğu kişi içinde taşıdığı üstinsanın “kendine en yakın insan”ın farkında değildir. İçimizdeki ben ile dışarıda görünen ben ne kadar uyumludur? Bu şiirin perspektifinden bakıldığında hem kendilik36

bilgimiz hem de başkalarının bizimle ilgili bilgisi ortaya çıkmaktadır. Anlatının bize sunduğu bu gerçekçilik karakterlerin çatışmasından yola çıkarak varlığın genel durumu hakkında çıkarım sağlanmasına da sebep olabilir.

Fay, Sosyal Bilimlerin Felsefesi kitabında anlatısal gerçekçilik için şunları söyler: 36

Kendilik, iki psişik sistemin yani bilinçIilik ve bilinçsizliğin her ikisine de uygun düşen bir orta nokta aracılığıyla birleşmesine yol açan arketipsel imgedir. Kendilik, bilinçli egonun çok üstünde olan bir keyfiyettir. Sadece bilinci değil, bilinçdışı psişeyi de içine alır. Bu yüzden aynı zamanda "olduğumuz kişilik" diye tarif edilebilir. Bireysel tamlığı ifade eden Kendilik, ruhsal varlığın kaynağı ve son temeli olan merkezdir. Kendiliğimiz yani "orta nokta"mız, iki dünya ve onlann güçleri arasındaki, sadece hayal meyal bilinen, ama çok güçlü bir şekilde hissedilen gerilimin merkezidir. Bize hem çok yabancı hem de çok yakındı. Bütünüyle ta kendinizdir ama bilinmezdir. Gizemli bir yapım gerçek merkezidir. Kendilik, belirgin biyolojik amaçlarının yanında, ruhun manevî yaşamında ve dinin ruhsal başarılarında kendini gerçekleştirme eğilimindedir. Bu yüzden Kendilik, çok gizli bir sır, gizemli bir kaynak ya da tanrısal bir yansıma olarak görülebilir. Kendilik, sadece toplumsal çevreye değil, Tanrı'ya, evrene ve ruhun yaşamına kişisel bir intibak vasıtasıdır. Bkz. Jacobi J. (2002). C. G. Jung Psikolojisi. Çev. Mehmet Arap. İstanbul: İlhan Yay. s. 170, 173, 175; ayrıca bkz. Stevens A. (1999). Jung. Çev. Ayda Çayır. İstanbul: Kaknüs Yay. s. 36; ayrıca bkz. ve C. G. Jung (1991). Analitik Psikoloji. (Çev. Ender Gürol). İstanbul: Cem Yay. s.71.

81

“Anlatısal gerçekçilik anlatısal yapıların insanların kendi dünyaları hakkında anlattıkları öykülerde değil bizzat insanların dünyasında varolduğunu iddia ediyor. İnsanların hayatları tarihçiler ya da biyografi –ya da hatta otobiyografi- yazarları bunların hikâyelerini anlatmaya kalkışmadan önce zaten hikâye şeklinde bulunuyor. Anlatısal yapılar insanların hayatlarında içkin olduğu için tarihçilere düşen iş zaten var olan bu yapılara ayna tutmaktır. Oysa gerçek hikâyeler inşa edilemez sadece keşfedilir.” (Fay, 2001: 247)

Yazarın burada kastettiği insanların kendi dünyası ya da insanların hayatları dediği şeyler kişilerin yaşamlarındaki olay zinciridir. Zira hangi alanda olursa olsun bir insanın başka bir insanın iç gerçekliğini olduğu gibi en az yanılma payı ile verebilmesi çok zor bir ihtimaldir. Bu nedenle varoluşsal suçluluk kavramı bağlamında yapmak istediğimiz edebî metin çözümlemelerinde karakterlerin dış dünya ile ilişkilerini göz ardı etmeden esas olarak kendi içlerine dönük çatışmalardan çıkan verileri toplamaya çalışmak olmalıdır.

İnsan, doğuştan getirdiği bir potansiyeli ve bu potansiyel konusunda bilgisi olan varlıktır. Çağlar bu bilgiyi unutturarak insanı kendinden uzaklaştırır. Ne olduğu gibi görünebilen, ne de göründüğü gibi olabilen insan derin bir ıstırabın içindedir. Yalom’un Horney’den aktardığına göre: “Horney, insanın hakiki duygu, düşünce ve arzularına önem vermemesine neden olan yabancılaşma ve gerçekte olduğu şeyden kopma hissinden söz eder. Suçluluk terimi bireyin ödediği bedelin çok iyi farkında olduğunu gösterir.” (Yalom, 2013: 436) Zerdüşt’ün savunmasının başında kendini başı eğik suçlu olarak tanıtması bu bedeli ödediğinin ispatıdır. Fakat her çağ insanoğluna bu suçlu olma şansını vermemiştir. İlkçağ anlatılarında daha çıplak fark edilen kendi olan insan, giderek kendi eli ile kendinden uzaklaşmıştır. Hayatını kolaylaştırmak, kendi ile daha yakın irtibat kurmak için yeni keşifler, yeni icatlar yaptığı çağı modernleşme ile yakaladığını düşünür.

Modern zaman, kişinin kendi kendisi ile çatışmasını çoğaltan bir dönemdir. Giddens, modernliği zaman aralığı olarak on yedinci yüzyılda Avrupa’da başlayan ve sonraları neredeyse bütün dünyayı etkisi altına alan bir toplumsal yaşam ve örgütlenme biçimi olarak anlatır. Bu örgütlenme yazılı olmayan bir kurallar bütününün kabulü anlamına gelmektedir.

“On yedinci yüzyıldan bugüne kadar geçen yüzyıllar düşünüldüğünde aynı kuralların kalıp kalmadığı, kaldı ise bu toplumsal kabulün aynı katılım çokluğu ile kullanımının bulunup bulunmadığı tartışılmalıdır. Çünkü değişen yalnız zaman değildir. Değişen şey, zamanı da biçimlendirme gücünü her geçen gün daha fazla kazanan insandır.

82

İnsan hesaba katıldığında bugün, toplumları “modernliğin de ötesine götüren bir dönemin başında bulunduğumuz ileri sürülmektedir. Bu geçiş dönemini adlandırmak için göz kamaştırıcı çeşitlilikte terimler ileri sürülmüştür. Bunlardan birkaçı (“bilgi toplumu” ya da “tüketim toplumu” gibi) kesinlikle yeni bir toplumsal sistemin çıkışına işaret ederken, çoğunluğu ise (“post modernlik”, “post modernizm”, “endüstri sonrası toplumu”, “kapitalizm sonrası” ve benzerleri) daha çok dönemin kapanmak üzere olduğu fikrini öne çıkarır.” (Giddens, 2014: 10)

Adlandırmaların neyi işaret ettiği ya da neyi öncelediğinden daha önemli olan konu insanın değişmekte olduğudur. Modernliğin sonuçları artık insanı daha çok radikalleştirmektedir. İnsan artık yalnız diğerleri, teknoloji, kültür gibi kendi hayatını yönlendiren etmenlerle mücadele etmemektedir. En büyük savaşı kendi kendisi ile yapmaktadır. Felsefe zor olanı seçer: Metafizik/kuramsal boyutta olanın öyküsünü betimler ve olacak olan için yol açar. Karanlık çağı37

sonlandırmak ve hiç gelmeyecek diye korktuğumuz ışığın yolunu bulma mücadelesinde, bizi yanlış savaşlara iten sürecin temel öğelerini betimlememiz gerekir. Yanlış savaş üç cephede yürütülen tek bir savaştı: Tanrı ile savaş, doğa ile savaş ve insanın kendi ile savaşı. Bu çetin savaş insanın görkemli bir özgürleşme sürecini öykü ediyor. Buradaki savaş terimi ile çatışma kavramı aynı anlamda kullanılabilir. Savaşta olsa çatışma da olsa gerçek dünyanın ve kurgusal eserlerin karakterleri bu durumu kendine yaklaşma ya da kendinden uzaklaşma olarak sonlandırmaktadır. “Sartre'ın şık bir biçimde belirttiği gibi kaybetmeden kazanılmıyor. Bu özgürlük ve kendi olma/insan olma savaşı insanı kendi özünden de uzaklaştıran bir savaş olmuştur.” (Turan, 2009: 42) olabilmektedir.

Çatışma karakterlerde farklı şekillerde değişim ve dönüşüme sebep olmaktadır çünkü bu dönemde kendi üzerine düşünme artmaktadır. Giddens’a göre, “modern toplumsal yaşamın düşünümselliği, toplumsal uygulamaların, bu uygulamalarla ilgili yeni bilgiler ışığında sürekli olarak incelenip reforme edildiği, böylece karakterlerini yapıcı olarak değiştirdikleri gerçeğinden oluşur.” (Giddens 2014: 43) Bu düşünümsellik içinde sorgulamayı barındırdığından karakterlerin yapıcı olarak değişmesine sebep olan varoluşu sorgulayarak, varoluşsal suçluluk hissinin ortaya çıkmasına sebep olur. Peki, insan kendi ile verdiği savaşı yeterince izah edebilmiş midir? Öteki içerisine giren yakın ve uzak çevre 37Karanlık çağ benzetmesi Heidegger'in son yapıtlarında sıkça başvurduğu bir benzetmedir. Heidegger'e göre

yaşadığımız çağın karanlık bir çağ olduğunu gösteren ögelerin başında, doğanın ve insanın ham maddeye dönüştürülmüş olduğu gelir. Bu düzen içinde şeylerin kendini özgürce açığa çıkarma olanağı yoktur. Dahası, böyle bir sürecin asla anımsanmamak üzere yitiriliş tehlikesi de söz konusudur. (Akt. Turan E. R. (2009). Agon Kökendeki Savaşın Öyküsü. Doğu-Batı Dergisi. s. 41-18)

83

veyahut bütün bir toplum, dünya; bu değişen insanın sancılarını hissedebilmiş midir? Bu sorunun cevabı hayır ise nedeni ilgisizlik olabilir. Karşısı ile ilgili birey kendi ile ilgili olmadığından ortaya Giddens’ın uygar ilgisizlik dediği, Goffman’nın ise karşılıklı ışıkların söndürülmesi diye tarif ettiği bir sonuç ortaya çıkmıştır (Giddens, 2014: 83). Bu ilgisizlik varoluşun temel paradigmalarından hareket edildiğinde kültürel parçalanmanın ya da insanın göstergelerinin çözülmüş olmasının sonucu değildir. Bu yabancılaşmadır.

İnsanın üç farklı çatışma alanı/savaşı içinde olduğu söylenebilir. Bu savaşların sonunda birey ya da karakter için varoluşsal değerlerde uzun bir kayıplar listesi oluşur. Çünkü:

“Modern insan müthiş bir indirgemecidir. Tanrıyı önemsizleştirerek, bir anlamda onun yerini alarak insancılık'ın son aşamasını da gerçekleştirdi. Bu eşitlik sonunda kutsal olan, büyülü olan kalmadı. Aslında Foucault'nun belirttiği gibi, Nietzsche'nin öngörüsü gerçekleşti. İnsan ve tanrı birbirine aittir. Biri ortadan kalktığında diğeri de sahneden çekilir. Başka bir ifadeyle, insan kendi hükümranlığını belirleme savaşında, kendini yitirdi.” (Turan, 2009: 44) Kendini yitiren insan yaşadığı çatışmaların ortasında yabancılaşmıştır.

Yabancılaşma öyle ileri bir boyuttadır ki insan Nietzsche’nin Ecco Homo’sunda olduğu gibi, neden günahkâr olması gerektiğini anlayamaz bir türlü. (Nietzsche, 2013: 29)38 Çünkü yabancılaşma hem çevresine hem de kendisine karşıdır. Kendi kendisi ile savaşan insan bir tarafı ile diğer tarafını suçlamaktadır. Diğer taraf suçun tarifini yapmasa bile kabullenilmiş bir sorunun varlığından haberdardır. İnsan suçludur. Modern zamanlar onu kendinden uzaklaştırdığı için kendi ben’ine yabancılaşmıştır. Bu nedenle Ecco Homo’da “evet” deyişin anlamı anlatılır. Bu “evet” deyiş,

“…sınırlama bilmeyen bir “evet” deyiş acının kendisine, suçun kendisine, varlığın sorunsal ve yabancı nesi varsa hepsine… Yaşama karşı bu en sonuncu, en sevinçli, en coşkun ve taşkın “evet” deyiş yalnızca en yükseği değildir bilgeliklerin, hem de en derini, doğrunun ve bilimin en sağlamca doğrulayıp destekleyenidir.” (Nietzsche, 2013: 65)

Bu suçluluk hissini kabul etmek, ona evet demek doğru mudur? Karşılıklı ışıkların söndürülmesi ile insan kendi karanlığında nasıl bir evet ile yeniden aydınlığa kavuşacaktır? Nietczshe’ye göre evet demek gerekir çünkü ona göre; en kaba söz, en kaba mektup bile