• Sonuç bulunamadı

2.1. Varoluşsal Suçluluk Açısından Roman Karakterinin Benlik Algısı

2.1.1. Varoluşçu Romanlarda Karakterin Çocukluktan Yetişkinliğe Geçişte Kendini Fark

2.1.1.3. Çatışmanın Ortaya Çıkışı

Varoluşsal suçlulukta, benliğin başkası ile ilişkisinden çok, yine kendisi ile olan ilişkisidir. Hücreciliğin iddiasına göre:

“Her birimiz, yalnızca kendimizin girebildiği eşsiz bilinç durumları ile başkalarından bağımsız olarak sahip olduğumuz kapasite ve gereksinimler tarafından oluşturulan ayrı bir bireyiz. Hücrecilik, benliği, başkalarından tamamen farklı ve onlardan tamamen kopuk, katı bir bütünsel varlık olarak tanımlıyor. Fakat acaba hepimiz kendi özümüzün içinde kilitli miyiz? Benimle siz, benlik ile başkası arasında temel bir uçurum mu var? ” (Fay, 2001: 54)

Benliğin kendisi ile bu çatışmalı hali varoluş karakterlerinin belirgin özelliğidir. Benlikler arasında birlik olması ise en üstinsanı tanımlayan bir durumdur. Oysa benlik çatışması yaşayan ve otantik olamadığının farkına varan kişi, düşünceleri ile eylemleri uymayan “solgun suçlu”55

gibi varoluşsal suçluluk içindedir.

Benlik çatışması genel anlamda, tanımlamaları yapılan mevcut benlik, potansiyel benlik ve ideal benlik arasındaki çatışmadır. Kişi olabileceği, olmak istediği otantik ben’in yokluğunu hissettikçe suçluluk duygusu artar ve çatışma başlar. Bireyde benliklerin çarpışması ve ortaya çıkan kaos konusunun genişletilebilecek nitelikte olması, işin zorluğunu daha ilk başta ortaya koymaktadır. Bu çatışmada ne verilen ilk örnekler tükenebilecek sayıdadır ne de söylenen söz konuya son noktayı koyacak denli büyük ve kapsayıcıdır. Bu çalışma ile yapmak istediğimiz, konunun kurgu karakter merkezli bir başka şekilde açılımını sağlamaktır.

Çatışma uyumsuz benlik yapılarından kaynaklanır. Uyumsuz, sorunlu karakterler, Sartre’ın bunaltı dediği ruh halini yaşayan kurgusal kişilerdir. Ancak burada, kurgusal 55“Bir insanın kişiliğinin, tümüne egemen olması her halükarda bir avantajdır, yoksa, bastırılmış unsurlar

durup dururken başka bir yerde belirebilirler. İnsanlar, yapılarının gölge-yanını görebilecek şekilde eğitilmiş olaydılar, hemcinslerini daha iyi anlayıp sevmeleri mümkün olurdu belki. Biraz daha az ikiyüzlülük, kişinin kendisini biraz daha iyi tanıması, komşumuz için iyi olurdu; çünkü, kendimize uyguladığımız haksızlık ve şiddeti başkalarına aktarmaya hepimiz hazırızdır. Freud’un duyguları bastırma kuramı, dünyada, sadece sanki içgüdüsel ahlak dışı yanlarını bastıran, üstün ahlaklı kimseler varmış gibi davranıyor. İçgüdüsel içtepilerinin dizginlerini tamamıyla serbest koy vermiş bir halde yaşayan ahlak dışı kimsenin, bu kurama göre, nevroza karşı bağışıklı olması gerekir. Deneyimlerin gösterdiğine göre, gerçek böyle değil oysa. Bu adam da, tıpkı diğer adamlar gibi pekâlâ nevrotik olabilir. Onu analiz ettiğimizde, ondaki bastırılan şeyin ahlak olduğunu görüyoruz. Nevrotik ahlakdışı kişi Nietzsche’nin çarpıcı deyimi ile, hareketlerinin düşünceleriyle uyum içinde olmadığı ≪solgun suçlu≫ gibidir.” (Jung, 2006 a.p. :109)

134

karakterin uyumsuz ve bunaltı hallerinden önce varoluşsal suçluluk hissini ateşleyen çatışma haline odaklanacağız.

Çatışma, okurun dikkatli okuma ile karakteri tanımasını sağlayan bir kurgusal durumdur. Bu noktada dikkat çekilmesi gereken bir diğer husus, karakterlerin okura yansıma şekli ile ilgilidir. Moretti, edebiyatın asli işlevinin rızayı sağlamak olduğunu söyler ve devam eder: “Yani bireylerin içinde yaşadıkları dünyada “rahat” hissetmelerini sağlamak, onları bu dünyanın hâkim kültürel normlarıyla, belli etmeden, güzellikle uzlaştırmak.” (Moretti, 2005a: 38)’tır. Çatışma, karakterin kurgusal alanda hayatla bağlantısına ne derece etki etmektedir? Oysa varoluşçu sayılabilecek romanların okura etkisi uzlaştırmadan öte, bildiği değerlerin yıkılması hatta kurulan karakterin ebedî mutsuzluğa mahkûm olduğuna inanmasıdır. Bu durumda uzlaşmadan çok çatışmanın bu romanların getirdiği bir sonuç olduğu da görülebilir. Esasen varoluşsal suçluluğun duygu olarak hâkim olduğu metinler, kişinin kendisi ile savaşının daha çok nasıl “bittiğini” değil nelerin bu hali ortaya çıkardığını ve süreci önemser. Bu tarz metinleri oluşturmak, savaşı veren kişiye ait gizli duygunun tezahür etmiş olması münasebetiyle, onu anlamaya çalışmak için yeni bir dünya kurmaktır.

Türk romanında varlığına/benliğine problem merkezli yaklaşan ilk karaktere bir Sabahattin Ali romanı olan İçimizdeki Şeytan'da karşılaşılabileceğini söylemek mümkündür. Eserin ana karakteri konumundaki Ömer, birçok yönden bocalamaların eşiğindedir. Bu bocalamaya kendini gerçekleştirme çabası denilebilir. ‘Kendini gerçekleştirme;’ yetenekler, hedefler, yetiler de dâhil olmak üzere bireyin kişiliğinin bütün yanlarının dengeli ve uyumlu gelişimi, yapısal ve kişisel potansiyellerin gerçekleştirilmesi anlamını taşır.” (Budak, 2000: 80) Ömer kurgunun başında sorgulayan, bu sorgulama ile hayallerinin sınırını genişleten biridir. Yüksek ideal sahibi olarak bu manada Ömer’e kendini gerçekleştirmeye çalışan bir birey denilmesi normaldir. Ancak aynı zamanda ilk varoluş karakteri diyebileceğimiz Ömer aynı çizgide benliğini ilerletemez. Özellikle duygusal durum Ömer’i hayallerinden vazgeçirir ve idealinin değil sıradan işlerin huzursuzluğu ile baş başa bırakır.

Yazarın huzursuz tip yaratma yolunda yaptığı uğraş, Ömer’in aşk ilişkisinde fark edilebilir. Mükemmel ve hayran olunacak bir karakter yerine okurda tiksinti uyandıracak denli sorunlu Ömer’in seçilmesinde işaret edilen noktalar, benlik problemi etrafında incelenebilir. Jale Parla, yazar-kahramanları incelediği eserinde, romanda anti- kahramanlara 19.yüzyıldan başlayarak rastlandığını söyler. Bu anti-kahramanlar; marjinal,

135

aciz ve yenik de olsalar egemen değerleri tersyüz eden, bu değerleri oluşturan siyasî ve ideolojik yapıları irdeleyip yadsıyan ve aynı zamanda da estetik sınırları zorlayan karakterlerdir. Yazar, kahramanların başarısızlıklarının sorumlusu olarak “kendi çıtalarını yüksek tutmaları, bu düzeyi tutturamadıklarında kapıldıkları romantik huysuzluk ve huzursuzluk, toplumsal ve siyasal baskı, sansür ve engellemeler, maddi koşulların yetersizliği, gecikmişlik duygusu, köksüzlük duygusu, babayla çatışma, kimlik çatışması ve kendilik saplantısı, etkilenme endişesi, kayıp tarih ve bastırılmış bellek, yaralı bir dil ve yaralı bir benlik gösterilir.” (Parla, 2012: 11) der. Kurgusal karakterlerde var olma, özüne ulaşma/otantik olma oldukça yüksek bir çıtadır. Kendilik saplantısına bağlantılı olarak yaşanan iç gerilim, varoluşsal suçluluk yaşayan kişileri anti-kahraman tanımına oldukça yaklaştırır. Ömer; bencil kararları, huysuzluğu, maddi refahtan yoksunluğu ve yaralı benliği ile okuru kendine bağlayan bir anti-kahramandır.

“İnsan yalnızca bir başkasına ya da ahlakî veya toplumsal yasaya karşı işlediği suç yüzünden suçlu değil, kendine karşı suç işlemekten de sorumlu olabilir.” (Yalom, 2013: 431-432) Özüne ulaşma, Heidegger’in ifadesiyle “otantik olma” arzusu, iç gerilimi oluşturan fitildir. Kendinden uzaklaşmak, kendini başkalarının ya da engelleyemediği hislerin akışına bırakmak, bireyin varlığını otantikleştirmede tehlikeli bir gidişattır. Oysa kişi bilincin çağrısına uyarak kendine dönmenin gerekliliği hisseder. Çünkü aksi durum, insana acı vermektedir. Kişi kendine karşı sorumludur, bu sorumluluktan kaçtıkça suçluluk duygusu ile donanır. Varoluşsal suçluluk denilen bu hissin nevrotik yani gerçek suçluluktan farkı da kişinin kendine karşı gayri dürüstlüğüdür. Bu bağlamda İçimizdeki Şeytan romanının başkarakteri Ömer, modern romanın ilk anti-kahramanı olarak ne insana ne de dünyaya karşı görev bilinci taşımadığı gibi kendine karşı da acımasız kararlar alarak bunların sonuçlarını yüklenmiş bir sorumludur.

Ömer yirmi beş yaşlarında, Darülfünunda felsefe okuyan bir talebedir. Bir yakınının iltiması ile postanede çalışmaktadır. Arkadaşı Nihat ile vapurda yolculuk yaptığı birgün, uzaktan akrabası olduğunu sonradan öğrendiği Macide ile karşılaşır. Vapurda karşılaşmalarının ardından delikanlı sık sık Macide ile buluşur. O güne kadar geleceğe dair uzak planlar yapmaktan kaçınan Ömer, zamanla Macide'ye tutkulu bir aşkla bağlanarak hayata dair umutlanmaya başlar. Macide konservatuar eğitimi için geldiği İstanbul'da akrabalarının yanında kalmaktadır. Ancak babası onun geçimi için gerekli parayı göndermeyince eniştesi ile tartışır ve evden ayrılır. Gideceği yeri olmayan genç kız, Ömer'in yanına sığınır ve onunla yaşamaya başlar. Konusu, yaşanan gerilimli olayların

136

ardından ayrılıkla son bulan bir aşk hikâyesi de denilebilecek romanda, varoluşsal açıdan dikkate alınacak kurgusal durum, varoluşsal suçlu Ömer'in yaşadığı iç gerilimlerdir. Çünkü Ömer, yaşadığı sosyal ve duygusal değişiklikler ile insanın hayatını yalnızca kendisinin yönlendirmek zorunda olduğunu anlamıştır. Bu fark ediş Ömer'i ağır bir yükümlülük altına sokarken dünyada varolmanın güvensizliğini de ona hatırlatmıştır.

Ömer, iç gerilimler yaşayan bir roman karakteri olarak ilk değildir. Türk romanında Ömer'in öncesinde iç gerilimleri ile yakından tanıdığımız diğer bir karakter Mai ve Siyah romanının kahramanı Ahmet Cemil'dir. Bireyleşme uğruna yoğun çaba içerisinde olan Ahmet Cemil, kendileşme kavramını modern romanda yerleştirmek için ilk adımlardan kabul edilebilir olsa bile Ömer ondan daha sancılıdır. Hatta gerçek fikri sancılar ile bunaltı yaşamıştır. Ahmet Cemil romanda ne kadar dirençli gösterilmeye çalışılsa da yazar bu karakterini romanın sonunda annesini de alarak uzaklara yollamış, dolayısıyla ruhi bunalımın kriz anını kurguya yansıtsa bile sonucunu okura göstermemiştir.56

Oysa Ömer davranış ve düşünceleri ile okurun önüne daha canlı ve sonu belli bir karakter olarak çıkarılmıştır. Gidecek bir anneli uzak ülkesi yoktur. Kendi başınadır. Üstelik “öteki”ye göre yenik bir karakterdir.

Ömer’in yakın döneminde ortaya çıkan Behçet Beyin oluşum/kurgu alanı Mahur Beste ise yarım bir romandır ve Parla'ya göre "Neden beni terk ettin?" diye yazarına soran kahramanın sorusuna bir yanıtını bulmak isteyen okur, yanıtı Sahnenin Dışındakiler ve Huzur romanlarında arayacaktır. Oysa her ne kadar bu üçü eksik bir metnin gölgesinde ilerlese de bu biraz da boşuna bir arayıştır.” (Parla, 2012: 287) Mahur Beste'nin Behçet Bey ile varlığını kabul etmeyen ve olduğu gibi kabul edilemeyen temsili karakteri ile yazar, dönemin insanı algılayış felsefesine de örnek oluşturmuştur.

Bireyin trajik ruh halini anlamlandırmaya çalışmak için bu karakter önemli bir adımdır. Beğenilmek ya da kendi kendini beğenmek yalnız yetenekli olma, iyi aileye sahip olma ve bunun gibi dış unsura bağlı etmenlerle değil kişinin kendisini ne olarak görmek istediği ve bunu ne derece başardığı ile de ilgilidir. Behçet Bey ne kendi olabilmiş ne de babasının olmasını istediği kişi olmaya gücü yetebilmiş biridir. Bu durumun doğurduğu 56Tanpınar, roman kahramanı Ahmet Cemil ile yıllar sonra karşılaşmasını anlatan yazısında devam etmeye

gücü kalmadığı için yaptığı bu kaçışı kendi ağzından da doğrulatır. Tanpınar: “-Arabistan’dan döneli çok oldu mu? diye sordum.

-Epeyce.. Meşrutiyet’ten beri…

-Evet, dedi. Arabistan’da çok canım sıkıldı. Ben orayı pitoreski için tercih etmiştim. Okuduğum garplı muharrirler, illustration musavveresinde temaşa ettiğim resimler, bana bu bizimkinden çok başka memlekette hayatın büsbütün başka lezzetler olacağı zannını vermişti. Ayrıca da buradaki hayatımdan bıkmıştım, kaçmak istiyordum. “ (Tanpınar, 2000: 280)

137

gerçek varlığından rahatsız olma, varolduğu için hissettiği suçluluk duygusu onu anti- kahraman yapmaya yetmiştir. Behçet Bey gerçek benliğinin, potansiyel benliğinin ve babasının onda görmek istediği ideal benliğinin oluşturduğu üçlü sarmal yapının arasında sıkışıp kalmıştır. Onda olumsuz yan, ideal ‘ben’ olarak uygun görülen rolün kendisi tarafından değil babası tarafından biçimlendirilmesidir. Bu onda hüznün başlangıcıdır. Gürbilek’in, Kör Ayna Kayıp Şark’ta belirttiği şifasız hüzün bu anti-kahramanların en belirgin özelliğidir.

“Tanpınar’ın eylem ya da ülkü adamı olamamış, bir “somnanbül” gibi ortalıkta dolaşan hülyalı esas oğlanlarında, “terkibin bekçiliğini yapmaktan kıpırtısızlaşmış çocuksu erkeklerinde, örneğin Mahur Beste’nin gerçek hayattansa eşyanın yekpare uykusuna kaçan Behçet Beyinde, Huzur’un “geniş ve biteviye akan nehrin dışına düştüğü için azap çeken,” çolpa ve çocuk kalmaya mahkûm Mümtaz’ın da, Sahnenin Dışındakiler’in hep uzleti ve sükûnu arayan Cemal’inde vardır bu izler.” (Gürbilek, 2014: 103)

Mahur Beste’nin Behçet Beyi, ilk başta yalnız yeryüzüne fırlatılmışlığın değil zamanın ve mekânın içinde olmayış ile de kendini bulamayan, hem “niçin böyle yaratıldım hem de neden olmamam gereken yerdeyim” soruları ile varoluşsal suçluluğunu pekiştirerek yaşayan acınası bir karakter gibi algılanmaktan öteye gidemez. Ancak bu karakterin yaşadığı sorunlar, baba-oğul çatışmasından hariç düşünüldüğünde durum değişebilir. Karakterin iç gerilimi onu varoluş karakteri yapar. Bireyin özne olarak çektiği bu acılar varoluşçuluğun etkinliğini göstermeye başlaması anlamında önemli ilk örneklerden sayılabilir. Zeynep Direk, “Türk edebiyatında ‘öznenin doğuşu’ süreci ile edebiyatçıların varoluşçuluğa ilgi duymaları arasında bir koşutluk öne sürülebilir.” (Direk, 2001: 441) diyerek benzer bir ilgi kurar. Nitekim Behçet Beyde uyanışın başladığı, yazarın ona yazdığı mektupta hissettirilir:

“Çok değiştim, diyorsunuz; nerdeyse filozof olacağım. Evvelce böyle şeyler hatırıma gelmezdi.” Hakkınız var, Behçet Bey. Kendinizi tanımağa başladınız. Kendinizle meşgul oluyorsunuz. Felsefenin değilse bile, hikmetin eşiğinde olduğunuz muhakkak. Buna sebep de kendi kendinize dışardan bakmanızdır.” (Mahur Beste, 145)

Sahnenin Dışındakiler romanındaki Kudret Bey ise tam olarak benlik kazanamayan, doğamayan bir özne konumundaki bu eksikliği kendi içinde yaşattığı çocuk Kudret ile doldurur. Fiziksel özellikleri ile alakalı hali onun, çocuk Kudret olmayı istediği anları vurgular. Ancak “Zayıfsın dostum. Zayıfsın! Fakat sade zayıf mı? Dalgın, dikkatsiz ve budalasın. Ömrün boyunca mahkûm ettiğin her kusur sende. Yaptığın işlerle

138

düşüncelerin arasında hiçbir münasebet yok! Hiç olmazsa biraz ağırbaşlı olsan! Bu çocuk halleri bıraksan.” (Sahnenin Dışındakiler, 95) şeklinde uyarılar da alır. Hatta kendisi ile bu kadar alakalı olan Kudret Beyin en büyük kusurunun bu olduğu söylenir. Kişinin kendisi ile lüzumundan fazla meşgul olmasına hazır değildir toplum. Çünkü bu meşguliyet, toplumda huzursuzluk yarattığı gibi kişilerinde mutsuz olmasına yol açmaktadır.

Varoluşçuluğun temel savlarından biri kişinin kendisi ile tanışmadan benliğini bütünleyemeyeceği şeklindedir. Varoluşun gerçekleşmesi buna bağlıdır. Kişiyi kendisi olmaktan uzaklaştıran bağlardan çözecek olan şey, Heidegger’in vurguladığı insan realitesidir. Sahnenin Dışındakiler’de Tanpınar, “En çok hataya düşenler, kendilerinden kudretlerinin üstünde şeyler isteyenler, kendilerini olduğu gibi kabul etmeyenlerdir.” (Sahnenin Dışındakiler, 94) ifadesiyle kendilik bilincine değinir. Ömer’in, Behçet Beyin yapacak bir şey olmadığı için kabullenilen varlığı, Kudret Beyin kendisi ile barışmasını sağlamadığı gibi yaşadığı ruhsal gerilimi de azaltmamıştır. Mahur Beste’nin bir beste olarak yapılışı onun kendi içinde varolamaması ile bağlantılıdır. Beğenilerin önemi Behçet Bey ve Kudret Beyin varlık sorunları yaşamasında ortaya çıkar.

Mümtaz'da çatışma, benliklerin çarpışmasından çok, dış dünyaya bağlı bir durumdur. Mümtaz anti-kahraman tanımından uzaklaşma olarak değerlendirilebilse bile içsel kavga onda, diğer varlıkların farklı benlikleri ile çatışmaya dönen dışsal bir kavgayla bağlantılı olarak ilerler. Uyumu arar fakat uyan adam olmasını engelleyen dış şartlar onu uyumsuzluğa götürür. Çünkü Mümtaz baştan beri içindekini yaşatmanın derdindedir. Okur, onun yapıp ettiklerinde “Sen bu değilsin Mümtaz” şeklinde bir serzenişe girmez. Fakat huzursuzluğunun ve uyumsuzluğunun da farkındadır. Tanpınar özellikle bu üç romanındaki karakterlerini hissettikleri varoluş şoku sonrasında kendileri ve kendi zannettikleri arasındaki kavgayı yani benlikleri ile mücadeleyi, biraz da huzura kavuşturma amacıyla “terkip fikri”ne bağlayarak benlik çatışmasını kendi üslubunca sonlandırmıştır. Terkip fikri medeniyeti tek ve kuvvetli bir zemine oturtmaya yaramış fakat Tanpınar kadar güçlü bir kalemin kurgu dünyaya kattığı “kendisi ile barışık olmayan insan” modelinin yarasını da bağlamış ve özellikle benlik konusunu erken kapatmıştır (Gürbilek, 2012: 90- 91)57.

57Nurdan Gürbilek, Tanpınar için, “Kendini yaparken o “yasak bölge”ye biraz daha inebilmiş olsaydı,

kendisini de rahatsız eden pırıltılı düğümlerle yetinmek yerine günlüğünde aktardığı kendi büyük düğümünü esas malzemesine dönüştürebilmiş olsaydı, bunu o kadar küçümsediği acemilikten korkmadan yapabilseydi, o düğümün bütün uçlarını; “milli, yani halis” bir terkip arayışına rağmen bir “halita” olarak kalacağını, büyük terkipte ısrarın kendisini nasıl da kıpırtısızlaştırdığını, bin bir zahmetle kurduğu “iç kale”nin aslında çoktan kuşatılmış olduğunu görebilmiş olsaydı, pırıltılı bir dille yokluğun etrafında dönmek yerine yokluğun

139

Peyami Safa’nın Yalnızız romanında, mevcut benliğinden memnun olmayan belirgin karakterlerin başında Meral gelir. Kişinin çevresine karşı görünen yüzü olan potansiyel benliğin yaşayış olarak en belirgin görüldüğü kişi Meral’dir. Romanın bilge karakteri Samim, Meral'deki bu uyumsuzluğu ve huzursuzluğu fark eder. Meral’in birbiri ile mücadele halindeki mevcut ve potansiyel ‘ben’i, ideal ‘ben’ oluşumunu geri plana iter. Oysa Samim onun asıl özünün Doğu’ya ait değerlere bağlı olduğunu fakat döneminin modasına ayak uyduran Paris hayatından, genç kız hülyasının etkisiyle kurtulamaması yüzünden ideal benliğini göremediğini fark eder. Çünkü hem içsel istekler hem de okuldan arkadaşı Feriha’nın tahrik edici, gösterişli yaşantısı Meral’in farklı ‘ben’ gelişimini tetikler. Samim ise genç kızdaki bu durumun ortaya çıkardığı sonuçları tahlil etmenin ötesinde ona reçeteler bile sunmak ister. Meral de farkında olduğu farklı Meral’lerden hangisinin kendisine en yakın, en uygun olduğunu sorgulamaktadır. Samim'in reçetesine göre onu özüne döndürecek seçim, ilk Meral'den yana olmalıdır. Oysa genç kız Paris hayranlığının coşkulu bir şekilde hayatını istila etmesine sebep olan Meral'i kendine daha çok yakıştırır. Bu, gösterişli ama aynı zamanda maddeci dünyanın kapısıdır. Samim bu dünyanın Meral'i yok edeceğini bilir. Ona gerçek olanın biyolojik olarak görünen ilk Meral olduğunu söyler. Fakat Meral olmak istediği sosyal ‘ben’ içerisinde yanmayı seçer:

“İşte, insanın bütün dramı buradadır. Çünkü onun bu yüksek şuur tabakaları (birincisi), somatik yapısının (ikincisi) tesirlerinden kurtulacak kadar gelişmemiştir. “Sosyal ben” ötekinin, yani “biyolojik benin” emri altındadır. Kölesidir onun, insanı intihara veya haberi olmadan birçok hastalıklara sürükleyen günah kompleksi böyle bir iç mücadelenin ürünüdür.” (Yalnızız, 447-448)

Mevcut kimliği ile mutlu olamayan ve toplumsal rollerinin kıskacında kalarak sıkışmış modern örnekleri sunan bir diğer yazar Oktay Akbal’dır. Oktay Akbal, İnsan Bir Ormandır’da benzer sorgulamaları yapar. Roman, adsız bir bireyin değişim öyküsünü anlatmaktadır. Bugün ve geçmiş arasında gidip gelen zaman dilimleri, anılar ve izlenimler aracılığı ile bireyin hayatını sorgulamasına neden olur. Hesaplaşılan yine kişinin kendi 'ben'idir. Kendinden kurtulma ümidiyle çareler arayan birey önce anıları ile yüzleşmelidir. Zira anıların oluşması, insanın gerçek zaman anlamında yaşının ilerlemesi anlamına

kendisiyle yüzleşebilseydi, adını koymaktan çekinmediği “hazin, biçare ve acıklı” malzemeye güzel cümlesinde yer açabilmiş olsaydı eğer, yakından tanıdığı biçareliğin “güzel ve muhteşem rüya”ya mıhlanmış dilini biraz olsun bozmasına izin verebilseydi, … bugün Tanpınar'ı yalnızca Türkçenin en pırıltılı cümlelerinin, nihayet en büyük mateminin yazarı olarak değil, hazin mukayeseler gölgesinde yaşamış bir büyük tıkanmanın hem en büyük mağduru hem de en büyük romancısı olarak okuyor olabilirdik.” (Gürbilek, 2012: 90-91) der.

140

gelmektedir. Fiziksel değişiklikler yaşanırken kişinin iç dünyası da değişmektedir. Bu durum hem geçmiş ile bugün arasında hem de benlikler arasında çatışma oluşturur.

Akbal’ın bir başka romanı Suçumuz İnsan Olmak’ta ise Nuri, mevcut benliğinin