• Sonuç bulunamadı

Batı Edebiyatında Varoluşçu Edebî Kurgular

1.1. Modern Roman

1.1.4. Varoluşçuluğun Edebiyata Etkisi

1.1.4.1. Batı Edebiyatında Varoluşçu Edebî Kurgular

Bir felsefî düşüncenin edebî metinlerdeki varlık ve dünyaya ait felsefî arka planı araştırmak ve bulgulara ulaşmak edebiyat araştırmacısının elini sağlamlaştırır. Yoruma dayanak bulmak, hissîliği en aza indirdiği gibi başka çalışmalar için de örneklik teşkil eder.

Jacques Colette; insanın, dünyada olması gerektiği haliyle geleceğe doğru anın içinden uzanarak var olabilen bir tekil var olan olarak; kendisi ile çakışmanın daimi alt- diyalektiğinden ısrarla kopmakta olduğunu söyler. Bu nedenle “varoluşsal fenomonoloji”yi doğurmak amacıyla varoluş düşüncesi ile fenomonolojik analizin birleştiği konjonktürü tüm boyutlarıyla görmenin lüzumunu vurgular. Bu bağlantı görülmez ise fenomonolojik bakış Kierkegaard’dan çok klasikçilere (Descartes, Kant ya da Hume) yakın zannedilir. Varoluş düşüncesinin üslubu da, Husserlci yönelimsel analiz üslubundan çok, dinsel düşünürlerin ya da yazarların (Dostoyevski, Kafka) üslubuyla bağlantılı olarak görülebilir (Colette, 2006: 23). Colette bu görüşleriyle edebiyatçının zenginleşme olarak gördüğünü, bir felsefeci olarak kendi cephesinden, “asıl söylenmesi gerekenden uzaklaşma” olarak yorumlamıştır. Fakat buna rağmen, Colette, varoluşçuluğa ima yollu yaklaştığı kitabında, “Varoluşçuluğun kaderi, özellikle Fransa’da, edebî ve politik tarihle karışmıştır. Artık ne polemik yapma zamanı ne de modanın incilerle süslü dalgalarının çalkantıları içinde hayal meyal sezilen varoluşçu yansıları görüp büyülenme zamanıdır; varoluş düşüncelerinin filozoflardaki, aynı zamanda da Camus gibi yazarlardaki güçlü çizgilerini bulup ortaya çıkarma anıdır.” (Colette, 2006: 25) önerisi ile de yine edebiyatın güçlü dilinden “güçlü çizgileri” bulup ortaya çıkarma şartı ile faydalanılması gerektiğini itiraf etmiştir.

Edebiyattaki güçlü çizgiler insanın ne olduğunu, kurgu dünyada nasıl algılandığını okura gerçek dünyaya açıklama olacak şekilde yansıtabilir mi? Yine bir varlık olarak yazar tarafından ortaya konulan insan algısı, edebî eserde yansıtılırsa bu edebiyat antropolojisi20

kavramı ile tanışmamızı sağlayabilir. Bu, kültürel antropolojinin dışında, insanı farklı algılayışın panoromasını vermek için kullanılmış bir kelimedir. Bu kavramların sonuçlarını

20

Harun Tepe, İnsanın Kosmostaki Yeri kitabının önsözünde insanın neliği üzerine yorum yapan düşünürlerden bahseder. Ona göre; “Felsefî antropolojinin günümüzde ulaştığı gelişim düzeyinin temellerini atan filozof Immanuel Kant’tır. “İnsan nedir?” sorusunun insana ilişkin her türlü sorgulamanın ve bununla birlikte felsefî antropolojinin merkezi sorusunu oluşturduğunu bize ilk gösteren odur.” Max S. (2012). İnsanın Kosmostaki Yeri. Çev: Harun Tepe. İstanbul: BilgeSu Yay. s.15-16.

42

görmek çok geniş bir dönemin incelemesi ile ortaya çıkabilir. Buradan edebî eserlerin bilinçli ya da bilinçsiz belli felsefî örüntüleri yansıttı söylenebilir.

“Faust, Savaş ve Barış ve İnsanlık Komedyası gibi yapıtlar, düpedüz kesin felsefî görüşleri dile getirirler; çevre dünyasının yapısıyla, varlığın özüyle ilgili sorunlar sanatın dokusuyla iç içe geçerek bütünleşirler. Ne ki sanatçı, felsefî temalara öyle doğrudan doğruya girivermez. Sahnede ve beyaz perdede, düz yazıda ya da şiirde felsefeyle doğrudan bağlar göstermeyen birçok yapıt vardır. Ancak felsefeyle özünde bağı olmayan, belli bir felsefî anlam taşımayan ve belli bir toplumsal ideali dile getirmeyen tek bir sanat yoktur.” (Ziss, 1984: 64)

Edebî eserin felsefe ile bağlantısı konusunda, Edward Said, kendisi ile yapılan bir röportajda şu soru ile karşı karşıya kalır: Roman ve imparatorluk inşasının kopmaz şekilde birbiri ile bağlantılı olduğunu, romanın sadece cereyan etmekte olanı yansıtmadığını, bilakis emperyalizm ve romanın bir şekilde birbirini güçlendirdiğini söylüyorsunuz, bu nasıl oluyor? Bu soru roman için farklı okumaların mümkün hatta gerekli olduğu iddiası üzerine sorulmuş bir sorudur. Said cevaben, “İlk İngiliz romanı Robinson Crusoe’dur ve bu roman emperyal bir inceleme yapılmadan okunmaz” der. Ona göre; Robinson Crusoe’a düştüğü ada kendi dünyasını yaratma imkânı vermiştir. Bunu eşzamanlılık ve nedensellik ile açıklamaya çalışmaz. Yani yazar, emperyalizm, romanı doğurmuştur demeyi yeterli görmez. Bu emperyal gerçekler Avrupa devletleri açısından kimlik yapısının bir parçası olan imgesel bir boyuta da sahiptir. Romanların çoğu aslında “Ben kimim?” şeklinde kurgusal bir kimlik yaratımıyla ilgilidir. “Örneğin Büyük Umutlar’da karakter, romanın başında bir yatakta bulunuyor; onun kim olduğunu romanın sonunda öğreniyoruz. Gerçekten roman bir kültürel temas –yozlaşma ve bir benliği topluma adapte etme biçimidir.”21

diye ekler. Said’e cevabından sonra tekrar sorulur: “Romanları sadece bir olay örgüsü olarak okumak çok safça bir davranış mı olacak?” Yazar, burada da uzlaşmacıdır. Said, romanların sadece bir olay örgüsü gibi okunabileceğini onaylar ama neden başka değil de bu olay örgüsü diye sorar.

Varoluşçu metin çözümlemesinde araştırmacı edebî eserleri incelerken yazara “Neden başka bir insan değil de bu insan, neden mutlu, sorunsuz, kendisi ve dünya ile barışık bir karakter değil de varoluşsal kaygılar taşıyan bir karakter?” diye sorabilir. Bu sorunun cevabı edebiyat antropolojisindeki insan felsefesinin boyutlarıyla açıklanabilir. Bu 21Röportajın tamamını okumak için bkz. Said E. W. (2004). Yazınsal Eleştiri-Söyleşiler. Çev. Salih Özer

43

varoluşsal kaygılar, Coletto’nun, Camus’un romanlarında22

aranması gerektiğine inandığı güçlü çizgilerdir.

Asıl romana23

gelinceye kadar ilkel anlatılar olarak sunulan anlatı türü, birçok farklı etmenin yanında ferdiyetçiliğin artması ile zirve eserlere ulaşmıştır. Çünkü bu, insandan yola çıkan ve insana varan bir çizgidir. İlk anlatı konusu olan insan kendisi ile çatışmasız iken, asıl romana evrilen tür, insanı kendi içinde yaşayan ve kendisi ile çatışan konuma getirmiştir. Roman için döneminin algılama düzeyine göre yapılan bütün tanımlar içinde varoluşsal açıdan kabul edilebilirliği en yüksek olanı Lucien Goldmann yapmıştır. Roman, Goldmann’a göre, “Yozlaşmış bir arayışın, daha geniş bir ifadeyle; kendisi de yozlaşmış olmasına rağmen, farklı bir seviyede gelişmiş ve farklı bir şekilde varlığını sürdüren bir dünyada, sahih (otantik) değerlere ulaşmak için yapılan bir arayışlar tarihidir.” (Goldmann, 2005: 18)

Roman, sahih (otantik) olanı arıyor ise buldukları ne kadar yakındır bu tanımlara? Ya da roman türü, otantikliğe ulaşması için unsurlarını hangi ölçütlere göre kurgulamalıdır? İşte varoluşçu filozofların da tersinden sorduğunu düşündüğümüz bu sorulara, yazarların “otantikleşme arzusundaki insanı” anlatan romanlar yazarak cevap verdikleri söylenebilir.

Heidegger’in otantik kavramına yüklediği varoluşçu anlam, roman açısından ihmal edilen alanı işaret etmiştir. Kundera; roman, nasıl ki Cervantes’in çağdaşlarıyla birlikte kendine “macera nedir?” diye sormuşsa; Samuel Richardson’la, “içdünyada olan bitenler”i incelemeye, duyguların gizli hayatını ortaya dökmeye başlamışsa; Balzac’la, insanın tarihe kök salışını keşfetmişse; Flaubert’le, o zamana kadar günlük hayat için igcognita olan terra’yı keşfe çıkmışsa; Tolstoy’la insanın karakter ve davranışlarında akıl dışının etkisi 22Kenan Gürsoy, kitabının Bir Felsefe Konusu Olarak İnsan-Kültür ilişkisi bölümünde kendi kendine

yönelttiği “insan gerçeğinin kavranması, felsefî olarak nasıl olacaktır? Bir başka soruş tarzıyla felsefenin insanı ele alışı onu kendine konu edinişi nasıl olmalıdır? Felsefenin insan gerçeğini belirleyebileceği; onu, bütünü havi bir rasyonellik içerisinde teşhis edip anlayacağı ya da anlamlandıracağı bir platform var mıdır? Sorularına verdiği izahların ardından, felsefede Albert Camus örneği edebiyata indirgenmiş, felsefî tartışmaya kapalı bırakılmıştır şeklinde tespit yapar. Felsefe açısından edebî metnin veri olarak kullanılmasının fayda ve zararları felsefecilerce verilmelidir, ancak edebiyat araştırmacısı olarak felsefeden faydalanmanın mevcut malzemeye zenginlik kattığı söylenebilir. Daha geniş bilgi için bkz. Gürsoy K., A.g.e., 145-146-147.

23Cemil Meriç roman türünün gelişimini üç aşamada ele alır. 1.Romanın tarih öncesi 2.Romanın ön tarihî 3.

Asıl roman yani romanın kemal çağı. Asıl roman, okuryazarlığın gelişmesi, matbaanın icadı, Pazar ekonomisinin artması ve ferdiyetçiliğin doğuşu ile ortaya çıkmıştır. Daha geniş bilgi için bkz. Demir Y. (2002). Anlatıcılar Tipolojisi, İstanbul: Dergah Yay. s. 13-14.

44

üzerine eğilmişse; Marcel Proust’la yakalanamayan geçmiş ânı ele almışsa; Thomas Mann’la zamanın derinliklerinden gelerek uzaktan adımlarımıza yön veren mitlerin rolünü sorgulamışsa (Kundera, 2012: 16-17) insana yoldaşlık eden, kendinden önceki deneyimleri de ruhunda taşıyan bu tür, varoluşçuluğun etkisi ile varoluşçu roman ile tanışmıştır.

Kundera, Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği romanında; “Roman, yazar için bir itiraf değildir, bir tuzağa dönüşen dünyada insan hayatının keşfidir.” der. Dünyaya fırlatılan insan arayış halindedir ve roman ile kendi hayatını keşfetmiştir. Kundera’nın varoluşçu roman diye bir roman çeşidi tanımı yapmayıp romanın tür olarak tanımını değiştirmesi manidardır. Yazara göre roman “Yazarın deneysel egolar (kişiler) üzerinden varoluşa dair birtakım temaları sonuna kadar incelediği büyük düzyazı biçimidir.” (Kundera, 2012: 137) Romanın tanımında birçok unsur vardır fakat varoluşçuluğun bilinmesi ile beraber filozof romancılarca ve varoluşçuluğun bir doktrin olarak sunulduğu dünyaya hitap eden romancılarca bilinçli olarak ele alınan “birey” merkezli romanların adı, özel olarak varoluşçu roman olarak adlandırılabilir. Varoluşçu roman, istemi dışında dünyada ve kendi bedeninde var olan, bağlantısı ve bağımlılığı bulunmayan -bu nedenle çoğu zaman yabancılaşmış, isimsiz, kimsesiz karakterlerdir- insanın kendi kendini keşfi için uğraşan, bireyin otantikleşme serüvenini psikolojik çıkmazlara girmeden sadece şaşırmış insanı anlatan roman türüdür denilebilir.

Varoluş romanlarında, edebiyat antropolojisinin karakter çöplüğüne dönen tarihinde bir varlık olarak insanın kendini keşfediş anını yakaladığımız gibi, Kundera’nın kendi romanlarında yakalanmasını istediği “varoluş kodu” da bulunabilir (Kundera, 2012: 37). Zaten romanın doğuşu modernizme, modernizm ise bizi varoluş problemlerine götürür.24

Varoluşsal sorunları yalnız felsefî olarak değil dolaylı biçimde yazınsal yapıtlarda okura yansıtmayı seçen varoluşçulardan Sartre’ın eserleri, felsefî kültürün zayıf olduğu ülkelerde halk tarafından yanlış anlaşılmış, ahlak dışı kabul edilmiştir. Gençlerin bu eserlere ilgisi de eserlerin konu itibari ile ahlak dışı ögeler barındırmasından kaynaklanmıştır (Topçu, 2011: 21). Hâlbuki varoluşçulardan Kierkegaard’a göre, o güne kadarki düşünürler mücerret düşünüş müşahhas realiteyi mücerret metotlarla anlamaya

24Roman sanatı ve kuramı hakkında Kadir Can Dilber’in “Türk Romanında Roman Sanatının Ele Alınışı”

kitabı okura romanın tarihî geçmişi hakkında bilgi verirken kuramsal olarak farklı boyutlarını da derinlemesine aktaran önemli bir araştırma kitabıdır. Bkz. Dilber K. (2014). Türk Romanında Roman Sanatının Ele Alınışı. Ankara: Akçağ Yay.

45

çalıştığı halde, varoluşçular mücerret şeyleri müşahhas şekilde anlamaya çalışmıştır. Somuttan soyuta gitmeye çalışan varoluşçuların felsefî eserlerle beraber edebî eserleri de önemsemeleri bundan kaynaklanır (Topçu, 2011: 33). Roman türünün içinde varoluşçu tarzı benimseyen yazarların romanlarının biraz farklı olduğunu iddia ederek tanım yapma gayretimizin önemi Topçu’nun tespitinde de örneklenmiş oluyor. Topçu;

“Egzistansiyalistlerin yazdığı romanlarla tiyatro eserleri, bizim alışkın olduğumuz romanlarla piyeslerden başka yapıdadır: San’at eserlerinde sahneye konmuş tipler vardır. Karakterler tahlil edilmekte, örfler anlatılmaktadır. Onlarda hayat hadiselerinin inkişafı görülür; eserin gayesi insanı ve insan hayatını anlatmaktır. Bütün bu tipler, karakterler, örfler ve hadiselerde aranan umumi vasıflardır. Beşerî olan özler (essence) araştırılır. Egzistansiyalist edebiyat ise bilâkis varlıkta özel olarak varolan şeyi araştırıyor ve onun hususiyeti içindeki zihnî denemesini yapıyor. Bu sebepten egzistansiyalist eserler çok kere bizde acayip bir tesir yaratıyor: Onlarda pek fazla realist oldukları için realite dışı sandığımız hallerle karşılaşıyoruz. Gabriel Marcel’in tiyatroları ile Sartre’ın romanlarında, hiç bir eserde okuyamadığımız, lakin kendimizde yaşadığımız veyahut da yaşayabileceğimiz ruh hallerinin tahlil edildiğini görüyoruz.” (Topçu, 2011: 33-34) demiştir.

Tuğba Çelik, varoluşçuların edebiyata neden ilgi duyduklarını bir alıntı ile aktarır: Panza ve Gale dört temel gerekçeden bahseder:

1. Edebiyatın karakterleri aracılığı ile düşünceyi somutlaştırması,

2. Edebî eserin büyük soruların yanıtı olarak güçlü duygularla örnekler sunması ki burada varoluşçuların düşüncenin gelişiminde sezgiye ve duygulara verdikleri önem vurgulanır,

3. Edebiyatın, varoluşçuluğun temel savlarından olan önyargısız hareketi ve özgürlüğü bünyesinde barındırması,

4. Yazarların, edebiyat aracılığı ile yeni bir dünya ve anlam evreni yaratacak imkâna sahip olması (Çelik, 2013: 20).

Bu unsurlar, karakterlerin kendi deneyimlerinden yola çıkarak kaygılarla kurduğu varoluşçu romanı diğer romanlardan ayıran en önemli değişkenlerdir. Bu; karakterin, varoluş sorgulamasını romanda yansıtması ve düşünceli adam25

olması nedeniyledir. Okur 25Özne ile nesnenin gerçekten iç içe olduğu konusunda haklıysak, düşünceli adam ile düşünen adamı daha

açık bir şekilde ayırmak gerekirdi; yine de bu ayrım hiçbir zaman tam değildir. Her neyse, bizim burada irdelemek istediğimiz düşünceli adamdır, ocağında, yalnızlık içinde, ateş parlarken, yalnızlığın bilinci olan düşünceli adamdır. Bachelard G. (1995). Ateşin Psikanalizi. Çev. Aytaç Yiğit. İstanbul: Bağlam Yay. s. 9.

46

da, bu karakterin derinlik gerektiren kapsamlı varoluş arayışına ve kaygı düzeyine göre kendini yeniden düşünmeye başlar (Çelik, 2013: 21).

Yine Çelik’in aktardığı şekliyle, George Novack, varoluşçuların, estetik amentülerini ve felsefî düşüncelerini denedikleri, aktardıkları bir alan olarak roman karakterlerinin belli başlı özelliklerini tespit etmiştir. Buna göre; varoluş roman karakterleri, evrensel okur için kurgulanırlar, varoluşçu roman karakterleri yalnız ve umutsuzdurlar, varoluşçu roman karakterleri kim olduklarına kendileri karar verirler, çünkü özgürdürler. (Çelik, 2013: 21-23)

Irvın Yalom “Varoluşçu Psikoterapi” kitabında edebî eserlerin hayali varlıklar olmasına rağmen bizim gerçekliğimizi yansıttığını söyler. Hatta psikoloji bilimi ile ilgili anlatacağı bilgi ve olayları romanlardan örneklerle açıklayıp pekiştirir. Dostoyevski, Kafka, Tolstoy; Yalom'un eserlerine başvurduğu yazarların başında gelir. Bu yazarlar ise onların da etkisinde kaldığı varoluşçuluk akımı ile bağlantı kurmamızı sağlar. Murat Gülsoy, modern psikolojik romanlarda da yazarın kendi egosunu kısmî egolara ayırıp onları kişileştirerek yarattığından söz eder. Zola türü edebiyatta kahramanın olaylara katılmadan izleyici olarak o dünyada yaşamasının fanteziler ile zıtlık gösterdiğini ancak yazarın ego içeriğinin izleyenin rolüne yüklendiğini de ekler (Gülsoy, 2013: 42). Varoluşçuluk akımının varlık ile kişinin kendi arasında kurduğu ikili ilişki, yazarların dünya edebiyatında okuru hala derinden etkileyen karakterleri (Raskovnikov, Nataşa, Karamazov Kardeşler, Samsa…) çıkarmasına böylelikle olanak sağlamıştır.