• Sonuç bulunamadı

Çatışma ve Kaygının Ortaya Çıkardığı Varoluşsal Suçluluk

1.3. Modern Romanda Metni Anlamlandırmanın Bir Yolu Olarak Varoluşçu

1.3.3. Çatışma ve Kaygının Ortaya Çıkardığı Varoluşsal Suçluluk

Suçluluk duygusu, geleneksel olarak, gerçek ya da fantezi şeklinde “anneye” karşı gelmeden kaynaklanan bir duygu olarak tarif edilir. Burada kişinin dünyada olmak için seçtiği varoluş yolu olarak seçtiği anne ile ilgili bağlantısına dikkat edilmelidir. Kişi kendi varolma durumuna bir karşı çıkış yapar. Kierkegaard ve daha sonra da Rank ve Tillich bu noktadan yola çıkarak bir diğer suçluluk kaynağına dikkat çekmişlerdir. Bu, -kişinin kendine karşı gerilimi- kişinin kendisine ayrılan hayatı yaşamadaki başarısızlığıdır (Yalom; 2013: 237). Edebî metinler, kişinin kendine karşı gerilimini en yalın gerçekliği ile verdiğinden yani Dasein'in mekân içinde bulunma, ölüme giderek zamanı oluşturma, zamanı yenme çabası gibi özelliklerini suçluluk hissi ile anlamlandırabildiğinden ve bu suçluluk hissinin kişi için olumlu, yapıcı etkilerinin ortaya çıkarılmasını sağladığından önemli bir alandır.

Yazar, romanında anlattığı kendini arayan insanın bölünmüş, parçalanmış ve varolmaya çalışan yeni bir varlık olduğunu okura göstermek ister. Anlatılardaki bu karakter herkesten izler taşımaktadır. Bu durum varoluş karakterini hangi dilin ürünü

89

olursa olsun evrensel yapar ve aynı kavramlarla çözümlenmesini sağlar. Bu varlığın gerçek hali okuru öyle yakalar ki, karakter kendi gerçeği karşısında hayrete düşer. Yalom “Nataşa Rostov, Savaş ve Barış'ı okusaydı elleriyle yüzünü kapatıp, “Nereden biliyorlardı? Nereden biliyorlardı? diye ağlayabilirdi.” (Yalom, 2013: 38) der. Okur, anlatılan şeyin kendi hikâyesi olduğunu düşünebilir, sözlerin zannedildiğinden daha zengin olduğunu bir kez daha anlamış olur. Roman karakteri Nataşa’nın içsel sorunlarının kendisinden bağımsız bir başkasınca yazar tarafından anlatılabilir olması varoluşsal sorunların evrenselliğini bir kez daha gösterir. Zaten romancının marifeti, insan gerçeğini yansıtmasıdır. George Thomson, senfoni ve roman arasındaki benzerliğe değindikten sonra “romancı, sanatını öyle bir ustalıkla kullanır ki, yarattığı kişilerde en içten duyguları dile getirir; belki o kişilerin bile sözle anlatamayacakları duygulardır bunlar” (Thomson, 1998: 111) diyerek yazarın, özellikle roman yazarının insan gerçeğini ne denli başarılı yansıttığını belirtir.

Gasso kitabında, Sartre’ın dikkat çektiği bir romanın cümlelerini aktarır:

“Emily, teknenin baş tarafındaki gizli bir köşede ev kurma oyunu oynuyordu… Oynadığı oyundan sıkılıp, teknenin kıç tarafına doğru amaçsızca yürümeye başlamıştı ki birden kafasının içinde şimşek gibi bir düşünce çaktı: bu yürüyen kendisiydi.”

Yazar, bu cümlenin asıl değerini Sartre’ın dikkati ile kazandığını uzun uzun açıkladıktan sonra romancının böylesi bir varlık keşfinde alması gereken pozisyona değinir. Ona göre romancı, varlığı keşfetmek amacıyla kendi evinden çıkıp evrene doğru yönelen hülyanın ters yüz oluşuna ilişkin tüm ayrıntıları vermelidir. Çünkü:

“İcat edilmiş bir çocukluk, romanlaştırılmış bir metafizik söz konusu olduğuna göre, yazar her iki alanın da anahtarını elinde tutuyordur. Bu iki alanın birbiri ile bağlantısını hisseder. “Varlığın” ele geçirilişini başka bir biçimde de canlandırabilir kuşkusuz. Ama kendi evi evrenden önce geldiğine göre, o küçük evde kurulan düşler de bize aktarılmalıdır… Böylece yazar, köşeye ilişkin düşlemeleri feda etti, belki de bastırdı. Bir köşede kurulan bu düşleri bir çocuk “oyunu” başlığı altında sundu, böylece de bir bakıma, yaşamın ciddi yanının dışarıda olduğunu itiraf etti.” (Bachelard, 2013: 174-175)40

Varoluşsal suçluluk, Kafka'nın çalışmalarında tekrarlayan bir temadır. Dava romanı şöyle başlar: “Birisi Joseph K.'ya iftira atmış olmalı, çünkü hiçbir şey yapmamış olmasına 40

Bachelard, köşelerdeki yaşam hakkında, kendi üstüne kapanmış düş kuranla birlikte kendisi de bir köşeye kapanan evren hakkında şairlerin bize romancılardan daha fazla şey anlattığını söyler. (Bachelard, A.g.e., 175)

90

karşın tutuklandı bir sabah.” Joseph K.'dan itiraf etmesi istenir ama o, “Tamamen suçsuzum.” der. Romanın bütünü Joseph K.'nın kendini mahkemeden kurtarma çabalarının tasvirine aittir. Akla gelen her kaynaktan yardım ister, fakat bu çabaları boşa çıkar, çünkü sıradan resmi bir hukuk mahkemesi ile karşı karşıya değildir. Okuyucunun yavaş yavaş fark ettiği gibi, Joseph K. bir iç mahkemeyle karşı karşıyadır; bu, gizli derinliklerde yer alan bir mahkemedir. Yalom, Dava’daki roman kahramanını suçluluğun çağrısından sonra tanıdığımız için psikoterapi alanında -suçluluğun nedenleri konusunda- yorum yapamayacağını söyler. Kabul ettiği şey adamın suçlu olduğudur.

Yalom’a göre, “Kafka’nın kırsal bölgeden gelen adamı suçludur. Yalnızca yaşanmamış bir hayat yaşadığı, bir başkasından izin almayı beklediği, hayatını ellerine almadığı, yalnızca kendisine ait olan kapıdan geçmediği için değil, suçunu kabul etmediği, onu kendi içine giden bir rehber olarak kullanmadığı, “koşulsuz olarak” itiraf etmediği -ki bu kapının ardına kadar açılmasını sağlayacak hareketti- için de suçluydu.” (Yalom, 2013: 443) Yazar, çoğu zaman bireylerin çağrıdan sonraki süreçte suçlulukla yüzleşmektense kaçışı tercih ettiklerini ifade eder ve gerçek suçluluktan ayrı olarak bu varoluşsal suçlulukta kişi yaptıklarından dolayı değil yap(a)madıklarından dolayı suçlu kabul edilmektedir. Psikoterapide varoluşçuluğun uygulanması ile ortaya çıkan sonuç şudur: Kişi kendi kaderine karşı bir suç işlemiştir. Kurban, kişinin kendi potansiyel benliğidir. Kurtuluş, kişinin, “gerçek” işi olan ve Kierkegaard’ın dediği gibi “kendisi olmayı istemesi” ile başarılır (Yalom, 2013: 441-446). Kaygı burada yine devreye girer. Suç işlediği için değil, suçlu olarak görüldüğü için kaygılanan birey, bu yolla suçlu olur (Kierkegaard, 2013: 70).

Kişinin bu kendi gerçekliği ile yüz yüze gelme anını Sartre, Bulantı romanında sorumluluğun keşfi olarak anlatır. Oysa bireysel var olma için sorumluluğun anlamını ilk olarak Heidegger, ardından Sartre keşfetmiştir. Heidegger amaçlı olarak insandan dasein (“ben” ya da “birisi” ya da “ego” ya da “insanoğlu” değil) diye söz etmiştir. Bununla insanın varoluşunun ikili doğasını vurgulamak istemiştir. Dasein dünya içinde varlıktır. Bir şeyin içinde olmak mekânın içinde olmaktır. Fakat Heidegger'in Dasein kavramlaştırmasında içinde olmaktan öte barınma, kalma ile bağlantı kurulabilir.

Zaman konusunda ise suçluluk hissinde ölümüne doğru giden varlık araştırılmaktadır. Heidegger'in varoluş çözümlemesinde bilinç sözü yoktur. Birey oradadır ama aynı zamanda orada olan şeydir. Otantik olmayan şekilde yaşamak (Heidegger), samimiyetsiz yaşamak (Sartre) suçluluk hissinin temel oluşum sebebidir. Hayat, kaygı

91

duyan bireyin, suça hem korku hem de istek duyarak yaklaşması için yeterince olanak sunar. Kişinin ödeyeceği bedel bu olanakları ne kadar kullandığı ve dolayısı ile suç ile ne derece birleştiği ile ilgilidir. Varoluşsal suçluluğa götüren kaygının nihaî noktası doğru kaygıyı taşımaktır. Varoluşunun, suçluluğunun kaygısı bireyi özgürleştirir. “Kaygı özgürlüğün olanağıdır, ancak inanç yoluyla gelen böyle bir kaygı yol gösterebilir, çünkü o tüm sonlu yolları tüketir ve bu yolların aldatıcılığını ortaya çıkarır. Suçluyu soruşturma yolunu hiçbir yargıç kaygı kadar iyi beceremez.” (Kierkegaard, 2013:156)

Varoluşsal suçluluk gibi oldukça kapsamlı sayılabilecek bir konuda edebî türlerin, özellikle romanın belli bir zaman dilimine göre sınırlarını çizmek oldukça zordur. Çünkü edebî eserin esas varlığı ele aldığı insan gerçeğidir. Aslında argümanın bir edebî türe dayandığı her tür konuda yapılmış çalışmalarda aynı zorluk kendini göstermektedir. Zira her edebî eser kendinden öncekilerin takipçisi, sonrakilerin öncüsüdür. Böyle bir silsile düzleminde, belirlenmiş eserleri insan gerçeğine dair önceki yazılanlardan bağımsız düşünmek, bir anlamda türü olgunlaştırmış öncüleri yok saymak olacaktır. Buna rağmen, ilk roman karakterinden beri varolduğu düşünülen varoluşsal suçluluk kavramı Cumhuriyet dönemi romanlarında incelenecektir. Zira özellikle İkinci Dünya Savaşından sonra, insanın ontolojik arayışlarını ele alan tezler geliştirilmeye başlanmıştır. Varoluşsal suçluluğu belirleyen bu tezler, savaşın varlık üzerindeki yıkıcı etkisini ortaya çıkarmak için yapılsa da savaşın getirdiği psikolojik durumun edebî esere yansıması doğal olarak hemen öyle birden olmamıştır.

Moretti, “İkinci Dünya Savaşı, edebiyatı dönemlere ayırma ve yorumlama konusunda fazla bir işe yaramaz: ama gayet açık ki bu, onu başka sahalar açısından asli öneme ya da muazzam bir açıklama gücüne sahip bir olay olmaktan çıkarmaz.” (Moretti, 2005a: 31) demektedir. Bu yoruma göre savaşın metinlerle doğrudan bir bağlantısı yoksa da edebiyat dışı bir olgunun önemli olup olmaması, o şeyin bir metnin nesnesi ya da içeriği olmasından çok, değerlendirme sistemlerinin, dolayısı ile retorik stratejilerin şekillenmesinde ne derece etkili olduğuna bağlıdır. Son dünya savaşının, insan varlığına verdiği ruhsal yıkım ve ümitsizlik ile retorik stratejinin şekillenmesinde ciddi bir rol üstlendiği sonraki dönemlerde yazılan anlatılar ile ispatlanmıştır. Çünkü yıkımın bile içselleştirilmesinde, toplumsal refleksin oluşmasında belli bir süreye ihtiyaç vardır. Öncül psikolojik baskılar, umutsuzluklar, umutlar, milli varlık arayışı ve çabalarının nihayetinde büyük bir savaş patlak vermiştir. Dolayısıyla İkinci Dünya Savaşı, ilk yıllarından itibaren varoluşsal tepki olarak edebî eserlerin oluşturulmasında etken olmuştur. Bu eserlerin

92

karakterlerinde ise varolma mücadelesindeki en etkili duygulardan varoluşsal suçluluğu aramak daha doğru sonuçlara götürebilmektedir.