• Sonuç bulunamadı

MEHMET FEYZİ EFENDİ'NİN HAYATI, İLMÎ VE MANEVÎ KİŞİLİĞİ

2.2. İlmî ve Manevî Kişiliği 1.İlmî Yönü 1.İlmî Yönü

2.2.2. Manevî Yönü

2.2.2.3. Tasavvuf ve Tarikatlara Bakışı

Feyzi Efendi’nin manevî dünyasını ve tasavvufa dair bakışını anlatabilmek için onun düşünce dünyasına etkisi olan kaynakları kısaca değerlendirmek istiyoruz.

“Tasavvuf, İslam’ın ruh hayatı ve İslam Peygamberinin şahsında temsil ettiği manevî otoritenin, müesseseleşmiş ve günümüze kadar yaygınlaşarak gelmiş şeklidir.

Manevî otoriteden kastedilen Hz. Peygamberin ‘üsve-i hasene’348 şeklinde ifade edilen örnek kişiliğidir.”349 Her din veya felsefî düşüncenin ideale yöneliş esasını teşkil eden

345 Küllüoğlu, Feyizli Sözler, s. 44-45.

346 Karaçam, Kur’an-ı Kerim’in Fazîletleri ve Okuma Kaideleri, s. 481-483.

347 Özdağ, Feyzi Efendi’nin bu konuyla ilgili sohbetini kendi ifadeleriyle naklettiğini beyan etmiştir. Bkz.

Feyizler, II, 62-68.

348 Ahzab 33/21.

349 Yılmaz, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, s. 19.

tasavvuf, kâli hâle tebdil etmek şeklinde de ifade edilmiştir. Yani İslam dininin içerdiği bilgi sisteminin kuvveden fiile, nazariyeden ameliyeye dönüşünü ifade eder.350

Tasavvufun Kur’an’daki karşılığına “tezkiye”, hadislerdeki yerine “ihsan”

demek mümkündür. Hz. Peygamberin hayatında “zühd” olarak yaşanılan halin, teknik ve nazarî bilgisine “tasavvuf” denmiştir. O da diğer ilimler gibi İslam’ın ilk devirlerinde Kur’an ve Hadis bünyesinde yer almaktayken, hicrî II.(m.VIII) yüzyılda bir ilim olarak ortaya çıkmış daha sonra da bir akım olarak devreye girmiş ve sistemleştirilmiştir.351 Tarikatların ortaya çıkışı ise miladî XII. yüzyıldan sonraya rastlar.352

Tasavvuf tarihini incelerken onu belirli kıstaslara göre devrelere ayırma geleneği öteden beri var olagelmiş ve birçok ilim adamı tarafından yapılmıştır. Kuşadalı İbrahim Efendi’yi bilimsel olarak araştıran Öztürk, onun bakış açısıyla ortaya koyduğu tasnifte tasavvufu üç devreye ayırdıktan sonra “yeni devir” dediği üçüncü devir için Kuşadalı’nın “başlangıca dönüş devri” dediğini belirtmektedir.353 Bu tabir asr-ı saadet ile günümüzün dairevî bir sistemle birleştiğini ve artık o döneme benzer bir devir geldiğini söyleyen Feyzi Efendi ile benzerlik arz etmektedir.354

“Tasavvuf ıstılahında tarikat, Allah Teâlâ’ya ulaşan yoldur. Şeriat umumî, tarikat ise şeriata nispetle hususîdir. Tarikat kelimesi tasavvufun sistemleşmesinden sonra giyim, zikir tarzı ve telakki ayrılıklarıyla özellikler gösteren teşkilatlara alem olmuştur.” 355

Cibril hadisinde Peygamberimize sorulan üç kavramdan “iman”, yani amentü esasları Kelam ve Akaid ilminin konusudur. İkinci kavram olan “İslam” ise beş esas ve muâmelâtı içerir ki bu da Fıkıh ilminin alanını ilgilendirmektedir. Diğer kavram olan

“ihsan” ise “Allah’ı görürcesine ibadet etmek” demek olup Tasavvuf ilmini ilgilendirmektedir.356 İhsanı sağlamanın yolunu gösteren Tasavvuf ilmi, şeriatın batını ile meşgul olmuş ve bu batının nazarî cihetine “tasavvuf” denirken ameli ve tatbikî

350 Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, MÜİF Yayınları, İstanbul 1994, s. 29.

351 Tasavvufun tanımı ve gelişim süreci hakkında geniş bilgi için bkz. Reşat Öngören, “Tasavvuf”, DİA, 2011, XL, 119-126.

352 Yılmaz, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, s. 243.

353 Bu tasnifte ilk devir yani asr-ı saadet ve zahidler devri olarak ikiye ayrılmıştır. İkinci devir de tarikat öncesi ve tarikatler dönemi olarak iki bölümde ifade edilmektedir. Yeni devir yani başlangıca dönüş devri ise tekke sonrası dönemi kapsamaktadır. Bkz. Yaşar Nuri Öztürk, Tasavvufun Rûhu ve Tarîkatler, Sidre Yayıncılık, İstanbul 1988, s. 57.

354 Kalaycı, Karanlıktan Nur’a, s. 17-18.

355 Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, s. 312-313; Hayrani Altıntaş, Tasavvuf Tarihi, Akçağ, Ankara ts., s.

79.

356 Bekir Tatlı, Hadîs Tekniği Açısından Cibrîl Hadîsi ve İslâm Düşüncesine Yansımaları (Basılmamış Doktora Tezi), Ankara Ü. SOBE, Ankara 2005, s. 225-231.

kısmına da “tarikat” denmiştir. Pek çok tarifi yapılan Tasavvuf ilmini başlıca üç temel noktada özetlemek mümkündür. Bunlar;

1.İlahî emir ve yasaklara teslimiyet

2.Allah ve Resûlü’nün ahlâkıyla ahlâklanmak

3.Masivadan yani Allah’tan gayri her şeyden kalbî ilgiyi kesmek.357

Feyzi Efendi’nin meşrebinde büyük tesiri olan İmam-ı Rabbanî de şeriatı üç dilime ayırarak bunları “ilim, amel, ihlas” şeklinde ifade ettikten sonra her birinin tek tek yerine getirilmediği müddetçe şeriatın tahakkuk etmeyeceğini söylemektedir. Yüce Hakk’ın rızasının dünya ve ahirete ait mutlulukların hepsinin üstünde olduğunu beyan eden İmam-ı Rabbanî, şeriatın hem dünya hem ahiret saadetine kâfi olup başka bir şeye ihtiyaç kalmadığını belirtmektedir. Sûfiyyenin imtiyaz ettiği tarikat ve hakikatin, şeriatın üçüncü dilimi olan “ihlas”ın tekmiline yardımcı olduğunu beyan etmektedir.

Tarikat sülûkü sırasında hâsıl olan vecd ve marifetin asıl maksat olmadığını, asıl olanın bunlardan geçip “rızaya ermek” olduğunu, rıza makamının sülûkün nihayeti olduğunu bildirmektedir. İhlasın da bu rıza makamını meydana getirdiğini anlatmaktadır.358

İmam-ı Rabbanî yine Mektûbât adlı eserinde ilim taliplerini, kendi dışındakilere de faydaları olması, şeriatı ayakta tutmaları sebebiyle üstün tutarak, insanların kıyamette şeriattan sorumlu tutulacağını, tasavvuftan sorumlu olmadıklarını da beyan etmektedir. Yaratılmışların kurtuluşunun da âlemin hüsranının da ulamanın durumuna bağlı olduğunu savunan İmam-ı Rabbanî, hidayet ve dalaleti onların halleriyle ilişkilendirmektedir.359

İmam-ı Rabbanî hakiki mürşidin Hakk’ın zatına ulaşma yolunda kendisinden istifade edilen kişi olduğunu, bunun hırka, külah giymekle veya diğer merasimle olmayacağını, bu şekillerin asıl hakikatin dışında olduğunu söylemektedir. Sufiyye yoluna girmekten maksadın yakin-i imaniyeyi artırmak olduğunu bildirmektedir.360

İbn-i Haldun (ö. 808/1406) ise Mukaddime’sinde tasavvuf ilminin aslının sahabe, tabiin ve sonraki büyüklerin yaşadıkları zühd hayatına dayandığını ifade ederek,

“Onlar kendilerinde görülen fazilet ve kerametlere itibar etmediler, önem vermediler.”

demektedir. Keşf ve kerametlerin ancak istikamet, yani şeriat hükümlerine uygun bir

357 Kalaycı, Karanlıktan Nur’a, s. 12.

358 İmam-ı Rabbânî, Mektûbat, I, 135-136.

359 İmam-ı Rabbânî, Mektûbat, I, 172-173.

360 İmam-ı Rabbânî, Mektûbat, I, 447.

çalışma sonucu meydana gelirse doğru ve sahih olacağını aksi takdirde başkalarının da istidrac türünden veya halvet ve riyazetle keşifte bulunabileceğini söylemektedir.361

Tarikatlar uzun yıllar toplumların eğitiminde çok olumlu katkı sağlamış kurumlardır. Ancak Osmanlının yıkılışından sonraki sürece baktığımızda toplumun genelinde yaşanan bozulma ve çözülme bu kurumlarda da kendini göstermiştir. Bir kısım tarikat ehli samimiyet, ihlas ve hal için yola çıktığı halde merasime ve gösterişe bürünmüş şekilci, ihlası kaybetmiş, yaşanması gerekenlerin sadece dilde kaldığı bir anlayış türemiştir. “Ham sofu” ve “sahte derviş” diye tesmiye edebileceğimiz, şeriatı da tarikatı da özüyle kavrayamamış insanlar arasında şeriat-tarikat mücadelesi baş göstermiştir. Ciddi tarikat büyüklerinin aynı zamanda büyük şeriat bilginleri olduğunu biliyoruz. Ama bilgi ve hakikatin birleşemediği kesimlerde mücadeleler ve birbirini ithamlar artar hale gelmiştir. Politikaya karışmak isteyen tarikatlar çıkmıştır. Hâlbuki Hz. Peygamberin ve sahabilerin dindarlığında zahir ve batını ayıran bir ikili tarz görülmemiş onlar dini, içi ve dışı ile zahiren ve batınen bir bütün olarak yaşamışlardır.

Tasavvufî eğitimin temel rüknü her an ve her şartta Allah’ı anmak ve masivayı gönülden çıkarmaktır. Yani her daim Allah ile birlikte olup, O’nu tesbih eden canlı cansız bütün kâinatla birlikte bu zikre katılmaktır.362

19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren bütün müesseselerde ve topyekûn toplum düzeninde görülen bozukluklardan tarikatlar da etkilenmiş ve hızlı bir çürüme sürecine girmiştir. Feyzi Efendi gelinen son noktayı “Tarikatlar kendi kendilerini kapattılar.”363 şeklinde ifade etmektedir. “Feyzi Efendi tarikatların devrini madden ve manen tamamladığı görüşündedir. Bozulmaya örnek olarak, babadan oğula liyakat gözetilmeden posta oturtulma olaylarını zikretmiştir. “Esrarcı olan oğlunu şeyh diye oturttular, ben gözümle gördüm.” demiştir.”364 İşte bu sebeplerden kâmil mürşitler çeşitli tedbirler alarak tarikatlarda meydana gelen bu bozulmayı önlemeye çalışmışlar, onu asr-ı saadetteki saflığa, sadeliğe kavuşturmak için gayret etmişlerdir. Buna, Kuşadalı İbrahim Efendi’nin (1262/1846)365 yanan tekkesini, fonksiyonunu yitirdiği düşüncesiyle yaptırmamasını,366 Ahmet Âmiş Efendi’nin (1807-1920) tasavvufta

361 İbn Haldûn, Mukaddime, II, 540, 548.

362 Kalaycı, Karanlıktan Nur’a, s. 15-16.

363 Musa Özdağ, 19.06.2015 tarihli görüşme.

364 Musa Özdağ, 19.06.2015 tarihli görüşme.

365 “Kuşadalı, tekkelerdeki yozlaşmanın sadece Bektaşilikle sınırlı olmayıp genel olduğunu savunmuş, bütün tekkelerin kapanma zamanının geldiğine inanmış ve irşat hayatını tekke dışına çıkarmıştır.” Bkz.

Öztürk, Tasavvufun Ruhu ve Tarikatler, s. 191.

366 Kuşadalı İbrahim Efendi, Halvetî-Şâbânî tarikatının Kuşadaviyye kolunun kurucusudur. 1832 yılında çıkan bir yangın sonucu yanan Tekkesinin yerine yenisinin yapılmasına “Bundan sonra seyr-ü sülük

mücahede yolunu bırakıp sohbet ve telkin yolunu seçmesini örnek olarak gösterebiliriz.

Âmiş Efendi kendisine tabi olanlardan İslam’ın emirlerine uyup yasaklarından kaçındıktan sonra sohbet ve muhabbet yolunu seçmelerini istedi. Çile ve riyazet yolunu tercih etmedi. Tarikat merasimlerini terk ederek, ders isteyenleri tövbe, istiğfar ve çokça Kur’an okumaya teşvik etti. Âmiş Efendi bu hususta şöyle demektedir. “Mücahedenin, tasavvufî perhizlerin bir kısmını Kuşadalı kaldırmıştır. Geri kalanını da ben kaldırdım.”

Yine etbaına sık sık şu tavsiyeyi yaparak “İstiğfar edip salavat okuyun, her şeyi Kur’an’da bulursunuz” demiştir.367

Yukarıda adı geçen şahsiyetleri ve Bediüzzaman, Feyzi Efendi gibi âlimleri bu noktaya getiren ve tarikatların kendi durumları itibariyle kapanış sürecine girdiklerini düşündüren sebeplere göz atacak olursak, tarikatların topluma tesirleri konusunda Sosyoloji dalında doktora tezi hazırlayan Hasan Küçük şu tespitlerde bulunmuştur:368

“Böylece türlü entrika ve siyasî oyunlara adları karışmış bulunan ve özellikle İmparatorluğun çöküş devirlerinde, kuruluşlarındaki gerçek gayeden ve takip ettikleri yüzlerce yıllık hedeflerinden uzaklaşarak her yönüyle devletin başına bir gaile haline gelmiş bulunan hele yeniçerilerin dejenere olmalarından sonraki dönemlerde birtakım işsiz güçsüz, zorba kimselerin barınağı haline gelen tekke ve zaviyeleriyle tarikatlar, bir bakıma akıbetlerini kendileri hazırlamış bulunuyorlardı! Bu cümleleriyle Feyzi Efendi’nin “Tarikatlar kendilerini kapattılar.”369 ifadesini destekleyen bir portre çizmiş olan Hasan Küçük, eserinde tarikatların tarih boyunca devam edegelen saf, temiz ve berrak hayat anlayışına daha sonraları –dejenere oluş dönemlerinde- karışan kibir, gurur, gösteriş ve tahakküm ile birtakım sahtekarların elinde halkı sömürme aracı haline getirilmesinden, nüfuz ve ikbal vasıtası yapıldığından, yeniçeri zorbalarının tarikatların içine geniş ölçüde sızdığından, tarik-i fütüvvetlerdeki sanat, ahlâk ve esnaf disiplininin

hususî sohbetlerle devam eder, tekkelerde eski feyiz kalmadı.” diyerek izin vermemiştir. Ayrıca ilim tahsilini seyr-ü sülükün yarısı kabul eden Kuşadalı, esma zikrini zorunlu değil istidada göre vermiş ve müritlerine istiğfar ve salavatın yanında bol bol manasını düşünerek Kur’an okumalarını tavsiye etmiştir.

Yine kendinden sonra halife tayin etmemiş olan Kuşadalı, hal-i hilafet kimde zahir olursa ona tabi olmalarını müritlerine bildirmiştir. Bkz. Nihat Azamat, “Kuşadalı İbrahim Efendi”, DİA, 2002, XXVI, 468-470.

367 Ahmed Amiş Efendi, Kuşadalı’dan sonraki dönemlerde postu devralmıştır. Halvetî icazetini Kuşadalı’nın Tırnova’ya naib olarak gönderdiği Ömer Halvetî’den yirmi yaşındayken almıştır. Daha sonra gördüğü bir rüya üzerine İstanbul’a gelir. Amiş Efendi “Fatih türbedarı” olarak bilinir. Nihat Azamat, “Ahmed Amiş Efendi” DİA, 1989, II, 43-44,; Kalaycı, Karanlıktan Nur’a, s. 17.

368 Hasan Küçük tarikatların sosyal fonksiyonlarını ayrıntılı bir şekilde beyan ettiği tezinde, tarikatların Osmanlı Devleti’nin kuruluşu ve temel yapısında son derece rolü olduğunu ve 600 yıllık tarihinde bu fonksiyonu sürdürdüğünü anlatırken son zamanlarda bir kısım tarikatların yabancılar tarafından emperyalist emellerini gerçekleştirmek amacıyla kullanıldığını da örnekler vererek açıklamaktadır. Bkz.

Hasan Küçük, Tarikatlar ve Türkler Üzerindeki Müsbet Tesirleri, Türdav, İstanbul 1980, s. 254.

369 Özdağ, 07.06.2012 tarihli görüşme.

loncalar devrinde bozulmasından söz etmektedir. Bunların daha ötesinde tarikat mensubu olarak geçinen samimiyetsiz kimselerin bir takım hırs ve maddî arzular peşine düşmelerini tarikatları amacından uzaklaştıran en önemli amil olarak görmektedir.

Önceleri tarikatların feyz ve ilham kaynağı olan tekkelerin artık birer esrar yuvası ve tembelhane haline getirildiğini söyleyen Hasan Küçük, bu son durumun yine de tarikatların dış yönü olduğunu yoksa onlardaki yüksek ideal ve ulvî ruhun hiçbir zaman değerini kaybetmeyeceğini belirtmektedir.”370

Bu görüşler Feyzi Efendi’nin düşünceleri ve söylemleriyle örtüşmektedir. Çünkü O da tarikatların zahiren fonksiyonunu kaybedip batına irca olunduklarını, kapatılmalarındaki görünmeyen etkenin taraf-ı İlahî’den olup artık ahir zamanda Allah Teâlâ’nın bu yolu ref’ ettiğini, tarikatlara ihtiyaç kalmadan doğrudan Kitap ve sünnete ittiba yoluyla insanın tekâmül edeceğini savunmaktadır. Şimdi bu konuda Feyzi Efendi’nin düşüncelerini aktarmaya çalışacağız.

Feyzi Efendi’nin “İslâm garip olarak başladı. Yine başladığı gibi garip olarak dönecek. Ne mutlu gariplere.”371 hadisindeki “garip” kelimesini “emsali içinde eşi bulunmayan” şeklinde yorumladığını tezimizin “makamlar” bölümünde izah edeceğiz.

Hadiste yer alan “dönecek” tabirinden ise İslam’ın kıyamete doğru devrini tamamlayacağı yani dairenin başı ile sonunun birleşeceği anlamından hareketle şöyle bir yorum getirilmektedir. “Bu dairenin başlangıcı “kemal günü” denilen Hz.

Peygamberin veda hutbesini okuduğu, “Bu gün dininizi kemale erdirdim.”372 ayetinin indiği veda haccı günüdür. O gün 124 bin sahabenin hacda Peygamberimizle bulunduğu ihtişamlı bir gündür. Hz. Peygamber bundan 81 gün sonra vefat etmiştir. Günümüz ise birçok alamet ve delille sabit olduğu üzere ahir zamandır. Henüz daire tamamlanmamıştır. Hadisin ifadesine göre son dönem de, o ilk dönem gibi şaşaalı olacak ve yine veda haccına benzer 124 bin evliyanın bulunduğu bir hac gerçekleşecek, Peygamberimizin, ahirde gelecek ümmetini överek “Ümmetim yağmura benzer önü mü hayırlıdır sonu mu bilinmez.”373 buyurduğu bir dönem gelecektir.374

370 Küçük, Tarikatlar ve Türkler Üzerindeki Müsbet Tesirleri, s. 243-244.

371 Hadisin kaynağı hakkında geniş bilgi için bkz. Tatlı, “İslâm garip başladı…” Hadisine Orijinal bir Bakış Getiren Mehmet Feyzî Efendi’nin Peygamberlik ve Sünnet Anlayışı” s. 71, dpn. 46.

372 Maide 5/3.

373 Hadisin kaynağı için bkz. Tatlı, “İslâm garip başladı…” Hadisine Orijinal bir Bakış Getiren Mehmet Feyzî Efendi’nin Peygamberlik ve Sünnet Anlayışı” s. 74, dpn. 52.

374 Kalaycı, Karanlıktan Nur’a, s. 18; Küllüoğlu, Feyizli Sözler, s. 87-94 (Bu eserdeki konuşma metni 1970 yılında Hac esnasında Arafat’ta Ali ulvi Kurucu ile yapılan sohbettir ve teybe kaydedildikten sonra yazıya geçirilmiştir.); Hadisin kaynak değerlendirmesi için bkz. Tatlı, , “İslâm garip başladı…” Hadisine Orijinal bir Bakış Getiren Mehmet Feyzî Efendi’nin Peygamberlik ve Sünnet Anlayışı”, s. 72-74.

Hz. Peygamber’in tavsiye ettiği zikirler, istiğfarlar ve dualar ve yaşadığı dua ve zikir manzumesi olan örnek hayatı da zaten sonra ortaya çıkan bütün sistemler tarafından örnek alınmıştır. İşte Bediüzzaman ve Feyzi Efendi gibi zevat Allah’ı zikretmek için illa da izin almanın gerekmediğini, Kur’an ve sünnetin zaten bir zikir manzumesi olup baştanbaşa zikrullahı telkin ettiğini belirtmektedirler. Bediüzzaman da

“yol” anlamına gelen tarikat konusundaki anlayışını şöyle ifade etmektedir. “Cenab-ı Hakka vasıl olacak tarikler pek çoktur. Bütün hak tarikler Kur’an’dan alınmıştır… O tarikler içinde kâsır fehmimle Kur’an’dan istifade ettiğim; acz, fakr, şefkat ve tefekkür tarikidir… Şu kısa tarikin evradı, ittiba-ı sünnettir, farzları işlemek, kebairi terk etmektir. Ve bilhassa namazı tadil-i erkân ile kılmak, namazın arkasındaki tesbihatı yapmaktır.”375

Bediüzzaman’a göre, “İmam Gazalî (505/1111), İmam Rabbânî gibi muhakkikîn-i ehl-i tarikat derler ki: “Bir tek sünnet-i seniyyeye ittibâ noktasında hâsıl olan makbuliyet, yüz adap ve nevafil-i hususiyyeden gelemez. Bir farz, bin sünnete müreccah olduğu gibi bir sünnet-i seniyye dahi, bin adab-ı tasavvufa müreccahtır.”

demişlerdir.376 “Yanlış anlaşılmasın; “Velâyet bir hüccet-i risâlettir. Tarikat bir bürhân-ı şeriattır. Çünkü: Risaletin tebliğ ettiği hakaik-i imaniyye-yi velayet, bir nevi şuhûd-u kalbî ve zevk-i ruhanî ve ayne’l-yakîn derecesinde görür, tasdik eder… İşte bu sırr-ı azîmin bu derece ehemmiyetiyle beraber bazı fırak-ı dâlle onun inkârı tarafına gitmişler.

Kendileri mahrum kaldıkları o envardan başkalarının da mahrumiyetine sebep olmuşlardır.” 377

Bediüzzaman muhakkik evliyanın şu düsturlarına da dikkat çekmektedir.

“Velayet yolları içinde en güzeli en müstekimi, en parlağı, en zengini, sünnet-i seniyyeye ittibâdır.” diyen Said Nursî, a’mâl ve harekâtında sünnete tabi olmayı muamelat ve ef’alinde ahkam-ı şer’iyyeyi rehber edinmeyi öngörüp tavsiye etmektedir.378

Bütün bu gerekçelerden güç alarak Şaban Kalaycı tarafından Feyzi Efendi’nin tasavvuf ve tarikat anlayışı hakkında şöyle bir sonuca ulaşılmıştır: “İslam dairesi tamamlanmaya yaklaştıkça, sonradan ona bulaşmış olan fazlalıklar, bid’atler, merasim ve âdetler ondan ayrılacak ve İslam dini, kemal günündeki saflığına ve sadeliğine dönecektir. İşte büyük mürşitler, mücedditler o gün yaklaştıkça, şartların da

375 Nursî, Mektûbat, s. 433.

376 Nursî, Mektûbat, s. 429.

377 Nursî, Mektûbat, s. 420-421.

378 Nursî, Mektûbat, s. 425.

zorlamasıyla zaman zaman o yönde çalışmalar yaparak ümmete öncülük etmişler, aynı zamanda insanlara kolaylıklar sağlamışlardır. İşte Kuşadalı İbrahim Efendi’nin, Üstad Bediüzzaman’ın ve Mehmed Feyzi Efendi’nin ve benzerlerinin uygulamalarını da bu görüş içinde mütalaa etmek gerektiğini düşünüyorum.”379

Feyzi Efendi’nin tasavvufa ve tarikat sistemine dair görüşlerini doğru olarak tespit edebilmek ve ortaya koyabilmek adına Feyzi Efendi’yi uzun yıllar dinleyip talebesi olmuş şahıslarla yaptığımız röportajlar bizi hep aynı noktaya getirmektedir. Bu konuyu dinlediğimiz kişilerden biri de talebesi Musa Özdağ’dır. Kendisiyle yaptığımız görüşmede Feyzi Efendi’nin tasavvuf ve tarikat ile ilgili düşüncelerini sorduk. Özdağ’ın bu konudaki değerlendirmelerini, Feyzi Efendi’den mülhem olup hocasının görüşlerini de ihtiva ettiği için burada kaleme alıyoruz.

İlm-i batın dediğimiz tasavvufu iki yönden ele alarak konuşmasına başlayan Özdağ, bu yönler hakkında bize şu şekilde bilgi vermiştir:

1.Tasavvufun rivayet edilen kısmı yani tarih yönü.

2.Tasavvufun doğrudan yaşam yönü yani sufilik.

Burada “mutasavvıf ve sufi” kavramları arasında bir fark var. “Tasavvuf”

sözcüğünde bir “tevakkuf ve tekellüf” var. Bu kelime daha çok iptidailer için veya işin bilgi edinme, ezberleme, dağarcığına yerleştirme kısmıyla uğraşanlar için kullanılıyor.

Feyzi Efendi Yunus Emre hakkında “mutasavvıf” diyenlere kızardı, “O sûfîdir.” derdi.

Eğer bu öğrenme olayı yaşama dönüşmüşse, sufilik yaşamında artık isim kalmaz, çünkü kayboluş ve mahv vardır. Buraya giden gayb âlemine geçmiş, dünyadan batmış, öteye bakmış ve orada doğmuştur. Ölümsüz doğum olmaz. Varlığın başlangıcı negatiftir, sıfırdır. Ölüm bir sıfırlama olayıdır. Yokluğun üzerine varlık bina edilmiştir. Bu bizler içindir. Allah için negatiflik söz konusu değildir. O Vacibü’l-Vücuddur, bizler caizü’l-vücuduz. Bu sebeple ilm-i batına giden insan yokluğa gidiyor. (Yaşam olarak bu gidişte mahviyat vardır.) Günümüzde ise tam tersi oluyor. “Sufiyim” diyenler daha meşhur oluyor.(Yani olması gereken gizlilik ve samimiyete günümüzde karışım oluyor.) Ama ulema sınıfında kalıyorsa o zaman zahirde görünebilir. Bu anlamda günümüzde tasavvufun sufilik boyutu yok gibidir. Mahve gidenlerin yani Hakka doğru seyredenlerin davet hakkı yoktur. Davet hakkı resullerindir.(ve varislerinindir.) Şeriat sahibi davet eder. Mahve giden insanlardan kaçar. Resul ise Hak’tan halka doğru gelir.

Halka gelen, öğretir. Allah’a çağırır, bilgi verir. Veli, Hakk’a gidendir. ‘Ben veliyim,

379 Kalaycı, Karanlıktan Nur’a, s. 20.

Allah’tan gönderildim’ diyemez, yasaktır. Resullerin de iki yönlü açılımı vardır.

Birincisi, Fıkıh dediğimiz şeriat ilmini yani dini öğretir. İkinci yönü de hal ilmi dediğimiz kalp bilgisidir. Resuller birinciyi zahiren, ikinciyi gönülden verir. Onda sızıntı olmaz, dile gelmez. Gelirse tehlike meydana gelir. Yüce Peygamberimizin “Allah bana ne verdiyse onu Ebu Bekr’in gönlüne akıttım.”380 demesi; Ebu Hureyre’nin

“Resulullahtan iki kap ilim aldım. Birini size aktardım. Diğerinden bahsetsem başımı keserdiniz.”381 şeklindeki beyanları bu kalp ilmine işaret etmektedir.382

“Hz. Peygamber kendinden sonraki selef-i salihin dediğimiz otuz küsur senelik döneme garanti vererek hilafetin bu kadar süreceğini ondan sonra karışıklıkların başlayacağını haber vermektedir. Sahabe, tabiin ve sonraki kuşağı kapsayan bu üç hayırlı nesilde gönül ile Fıkıh hep birlikte yaşanıyordu. Bu dönemden sonra ayrılık

“Hz. Peygamber kendinden sonraki selef-i salihin dediğimiz otuz küsur senelik döneme garanti vererek hilafetin bu kadar süreceğini ondan sonra karışıklıkların başlayacağını haber vermektedir. Sahabe, tabiin ve sonraki kuşağı kapsayan bu üç hayırlı nesilde gönül ile Fıkıh hep birlikte yaşanıyordu. Bu dönemden sonra ayrılık