• Sonuç bulunamadı

MEHMET FEYZİ EFENDİ'NİN HAYATI, İLMÎ VE MANEVÎ KİŞİLİĞİ

M. FEYZİ EFENDİ’NİN TASAVVUFİ MAKAMLARA, KAVRAMLARA VE ŞAHSİYETLERE DAİR GÖRÜŞLERİ

5. Nefs-i Râziye: Mutmainne nefsin her olanı Allah’tan bilmesi, ondan görmesi ve rıza makamında mekân tutarak asla itiraz etmemesidir

3.1.8. Havf/Haşyet

3.1.16.3. İbadetler İçin Sabır

İnsan nefsi haramların zıddına ibadet ve taatlere karşı da isteksizdir. Yukarıda ifade ettiğimiz şeytanın gizlemek suretiyle kötüyü iyi, iyiyi de kötü göstermesi bunun sebeplerinden biridir. Öte yandan hadis rivayetlerinde anlatıldığı üzere “Cennet-i Âlâ nefsin hoşuna gitmeyen şeylerle kuşatılmıştır. Cehennem ise nefsin imrendiği, meylettiği

334 Özdağ, Feyizler Sultanı, s. 182.

335 Bakara 2/156.

336 Buharî, Cenâiz 32, 43.

337 Hicr 15/36-43.

338 A’raf 7/11-18.

339 Özdağ, Feyizler, IV, 206.

şeylerle kuşatılmıştır.”340 Bu nedenle ilahi emirlere yapışmamız ve onlara yönelişimiz oldukça güçtür. İşte bu yönde gösterilecek sabır da yüce Kitabımızda övgüye ve ikrama layık olarak zikredilmiştir. İnsan suresi 4-22. ayetlerde iyilerin cennette karşılaşacağı ikramlar anlatılırken onların hangi amelleri sebebiyle bu lütuflara eriştikleri de belirtilmiştir. “Sabırlarının karşılığı cennet ve oradaki ipeklerdir.” ifadesiyle bütün bu güzelliklere kavuşmalarının sabırları karşılığında olduğu vurgulanmaktadır.341

Feyzi Efendi sabır konusunu anlatırken, sabrın insana neler kazandırabileceğine örnek olsun diye şöyle latif bir hikâye anlatmıştır: “Büyüklerden muhterem bir zata ziyarete gidilmiş. Evin kapısında bağırıp çağıran, kötü sözler söyleyen bir hanım belirmiş. Ziyaretçilere bu şahsın ziyarete layık olmadığını söylese de ziyaretçiler kapıdan dönmemişler. Muhterem efendinin sohbetini dinledikten sonra namaz vakti gelir. Efendi yerinden kalkar, duvarda yer alan büyük dolabın kapaklarını açar. Bakarlar ki içinde bir duvar daha var. Ama evin duvarı değil. Mukaddes Kâbe’nin duvarı.

Gözleri yerinden fırlayan ve mest olup kendilerinden geçen ziyaretçiler, Kâbe-i Muazzama’nın görüntüsü ve odayı dolduran güzel kokusu eşliğinde namazlarını kılarlar. Aradan zaman geçer yine aynı zatı ziyarete giderler. Bu sefer kapıyı gayet nazik bir hanım açar ve onları buyur eder. Namaz vaktini heyecanla bekleyen ziyaretçiler namaza kalktıklarında dolap açılmaz. Öylece namazı kılarlar. Namaz bitince o muhterem zat onlara şu enteresan açıklamayı yapar: “O, dolabın içinde gördüğünüz Kâbe görüntüsü, önce gördüğünüz bağırıp çağıran hanıma gösterdiğimiz sabırdan dolayı verilmişti. O ölünce, yerine şimdi gördüğünüz melek huylu bir hanım geldi, ama o ihsan da bizden alındı.”342

“Her işte sabır, sebat ve tahammül lazım. Bir işe başlayınca artık o işte sebat etmek en güzelidir.”343 “Bir hakikate ulaşmak için maddî, manevî, nuranî, zulmanî birçok engeller vardır. Onun için sabırlı olmak lazımdır. Hedefi sonuna kadar takip etmeli, bırakmamalı, yılmamalı, usanmamalı. “تب ن تب ث نم”344 buyurulmuştur.”345

“Kemale ermek için güneş gibi tevazu, toprak gibi tahammül, nehir gibi sehavet,

340 Buhârî, Rikâk 28.

341Özdağ, Feyizler, IV, 206-208.

342 Özdağ, Feyizler, IV, 210.

343 Özdağ, Feyizler Sultanı, s. 195.

344 Anlamı: “Sebat eden gelişir, yetişir.”

345 Özdağ, Feyizler Sultanı, s. 199.

(cömertlik) dağ gibi sebat lazım.”346 “Geçmiş zamana ve geleceğe dağıtmazsak Cenab-ı Hakk’ın bugünkü halimize verdiği sabır kâfidir.”347

Feyzi Efendi sabrı, kemale giden bir tahammül, azim ve sebat yolu olarak değerlendirmiştir. Sabır insanın bütün hayatını kapsayan bir erdemdir. Bu kavram sadece musibet karşısındaki tavır değil, hayır ve güzelliklere erişme yolunda usanmaksızın gösterilen bir direnç ve dayanıklılığı da ifade etmektedir. Yani Feyzi Efendi’nin anlayışına göre hedefe ulaşmak, hakikate erişmek için sarf edilen bütün gayretler, engelleri aşma uğruna ortaya konan çaba ve çalışmalar, insanı cennete götürecek bir yücelik vesilesidir, yani sabrın çeşitli görünümleridir. Bu türden bir sabır gücünü elde etmenin bir püf noktası vardır. Geçmişin veya geleceğin kaygısına düşüp, içinde bulunduğumuz zamana yetecek ölçüde verilen sabır kuvvetini, gereksiz yere harcamamaktır. Sabrını geçmişi veya geleceği düşünerek harcamak, kişiyi içinde bulunduğu hale karşı dayanıksız yapar, tahammül gücünü kırar.

Yayınlanan hatıralarda Feyzi Efendi’nin sabrına dair anlatılanlardan bir kısmı şöyledir:

“Feyzi Efendi, hasta anlarında bile gece gündüz kesilmeyen ziyaretçilerine şikâyet etmeden katlanırdı. Her kesimden, her karakterde insana hitap etmenin yanında, kasten gelip üzenlere, patavatsızlara bazen de art niyetle gelenlere tahammül ederdi.348 Kimseyi kovduğu veya mazeretsiz geri çevirdiği görülmemiştir. Yalnız vefatına yakın dönemlerde doktorunun kapıya mazeretini beyan eden bir yazı astırmasından sonra geri dönenler olmuş, öylelerinden özür diler, haklarını helal etmelerini istermiş. Bir defasında bir ziyaretçi, kendi özel bir meselesinde haklı olduğunu dakikalarca bağıra bağıra anlatınca Feyzi Efendi çok rahatsız olmuş. Fakat ne o şahsı susturmuş ne de kovmuş. Sadece hiç âdeti olmadığı halde yerinden kalkıp camdan dışarı bahçeye doğru bakmak suretiyle rahatsızlığını belli etmiş.”349

Hayatı boyunca her gün gelen misafirlere, öğrencilere, birçok maksatlarla gelen bütün insanlara sabretmek, onlara madden ve manen ikramlarda bulunmak ancak özel insanların tahammül edebileceği olağanüstü bir durumdur. Feyzi Efendi’nin çocukluğundan beri büyük ve özel bir sabır gerektiren çetin hayatı, yaşadığı zorlu imtihanlar bir tarafta tutulup, sadece evine gelenlere sabrı göz önüne alınsa bile, tek başına bir sabır örneği olmaya kâfi gelirdi. Sanıyorum ki günümüzde hiçbir insanın

346 Özdağ, Feyizler Sultanı, s. 201.

347 Özdağ, Feyizler Sultanı, s. 205.

348 Kalaycı, Karanlıktan Aydınlığa, s. 328.

349 Kalaycı, Karanlıktan Aydınlığa, s. 175.

böyle bir duruma sabredecek kadar geniş bir yüreği ve dayanma gücü yoktur. Senenin her günü, yıllar boyunca gelen ziyaretçilere çay yapmak, hizmet etmek durumunda olan ailesinin de, babalarını misafirler sebebiyle günün çok az bir zamanında görebilme fırsatı yakalayabilen çocuklarının da yaptığı fedakârlığı ve gösterdikleri tahammülü hayranlıkla karşılıyoruz. Feyzi Efendi’nin ilminden ve maneviyatından istifade eden herkesin buna vesile olanlara bir dua borcu olsa gerektir, diye düşünüyoruz. “Bir velîyi ancak velî olan tam olarak anlayabilir, bir büyüğe ancak büyük olanlar sabredip, onunla birlikteliğin hakkını verebilir.” diye bir sonuç çıkarabiliyoruz.

3.1.17.Yakin

Arapça ’da “kesin ve açık bilgiyi” ifade eden bir kelimedir. Et-Ta’rifât isimli eserde “şüphe duyulmayan bilgi” diye tanımlanan bu kelimeye, hakikat ehlinin terminolojisinde “delil olmaksızın iman kuvvetiyle apaçık görmek, bir şeyin hakikati konusunda kalbin mutmain olması, her türlü şüpheyi giderip gaybı tasdikin tahakkuk etmesi” gibi birçok tanım yapılmıştır.350 Kuşeyrî üç türlü yakinden söz eder. 1. İlme’l-yakin: Bir şey hakkında habere dayanan bilgi. 2. Ayne’l-İlme’l-yakin: Bir şey hakkında görmek suretiyle elde edilen bilgi. 3. Hakka’l-yakin: Bir şeyi bizzat yaşamak suretiyle elde edilen bilgi. Yakinde şüpheye yer yoktur. Zira kalp bir şeyin hakikati konusunda tatmin durumundadır. Yine yakin, delil ile değil inanç kuvvetiyle apaçık görmeyi ifade eder.351

Yakin hakkında mutasavvıfların benzer tarifleri vardır. Birkaç örnek verecek olursak; Sehl b. Abdullâh et-Tüsterî “Yakin, imanın ileri seviyede artmasından ve tahkike ulaşmasından elde edilen bir durumdur. Yakinin başlangıcı mükaşefedir.

(Kalpteki perdenin açılıp hakikatin görülmesidir.) Bunun için seleften biri, “Gözümden perde kaldırılsa (gaybı ve ahireti görsem) yakînim olduğundan fazla artmazdı” demiştir.

Mükaşefeden sonra muayene (gözle görme), daha sonra müşahede hali gelir. Tüsterî, Feyzi Efendi’nin görüşlerinden etkilendiği ve fikirlerini benimsediği sûfîlerden biridir.

Bu sebeple Sehl b. Abdullâh’ın şu sözü de Feyzi Efendi’nin evine levha yapıp astırdığı sözlerdendir: “Allah’tan başkasıyla huzur ve sükûn bulan bir kalbe, yakinin kokusunu koklamak haram kılınmıştır.”352 Cüneyd’in ifadesine göre yakin, “Değişmeyen, bozulmayan, başkalaşmayan bir ilmin kalpte karar kılmasıdır.” Ebû Saîd el-Harrâz da

350 Cürcânî, et-Ta‘rifât, s. 363-364.

351 Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri, s. 708.

352 Kuşeyrî, er-Risâle, s. 179-180.

der ki; “ İlim seni amele sevk eden, yakin de seni Allah’tan razı olmaya ve O’na itaate götüren şeydir.”353

Yakin makamı, ehlullahı müşahede makamına ulaştıran ve onun hemen alt derecesinde yer alan yüce bir velayet makamıdır. Bu makam sahiplerinde şek, şüphe ve ıstırap kalmaz. Korku, hüzün, yaşama arzusu gibi insanı eleme ve acıya boğan arızalar ortadan kalkar. Bunun yerine kalpleri aşk, şevk, emn-ü eman ve huzurla dolar. Yakin, imanın zirveye ulaştığının bir göstergesidir. Yakin-i imaniyye tabiri kullanılan bu durum Kur’an’da “Onlar ahirete yakinen (kesinlikle) iman ederler.”354 şeklinde ifade edilmektedir. Cibril hadisinde “Sen onu görmesen de o seni görüyor.”355 ifadesindeki olgu, yakin olarak değerlendirilmiştir. Feyzi Efendi ihsanın hemen akabinde tarifini bulan bu dereceye “derece-i îkân” (yakin derecesi) tabir etmiştir. Bunu ifade ettikten sonra “Derece-i îkânın ötesinde artık müşahede vardır ki ondan söz edilemez.” demiştir.

Yani müşahedenin eni boyu, nasıl ve niceliği hakkında beyanat yapılamaz. Bu nedenle Peygamberimiz bu boyuttan söz etmemiştir. Zira yakine ulaşan bir kimsenin müşahedeye mazhar olacağı artık kesindir. Bu makama ulaşanlar cennetle müjdelenirler, gayb sırlarını elde ederler.356

Feyzi Efendi’nin yakine dair söylediği sözlerden kayıtlara geçmiş olanlar şunlardır:

“Kanser bir ibtila, bir beliyyedir ki, haram lokmalardan, muzır maddelerden ve kalpte yakin nurunun yokluğundan neşet eder.”357 “Müminin kalbi nur-i iman ile münevverdir; cevahiri ile işlediği a’mali salihanın nuru da kalbine akseder. Bir de bunların üstüne nur-i yakin inzimam ediverirse, nurun ala nur olur.”358 “Bir kimse eşyanın melekûtunu görürse, eşyanın melekûtu da yedullahta olunca istidlale bile hacet kalmaz. Çünkü istidlal, ehl-i hicab içindir. Yakin hâsıl olduktan sonra istidlale ne lüzum var. Rabbım cümlemize eşyanın melekûtunu göstersin, âmin.”359 “Şu anda bütün hicaplar ref olsa yakinimizde hiçbir değişiklik olmayacak. İşte gayba iman budur. Bu hadiseler gaybdan şuhûd mertebesine geçince gerçekleşecek bir durumdur ki neticesinde gayba olan imanımız müşahede ile ziyadeleşecektir. Bunun için mümin her

353 Kuşeyrî, er-Risâle, s. 182.

354 Bakara 2/4.

355 Örnek olarak bkz. Ahmed, Müsned, I, 52, nu. 374.

356 Özdağ, Feyizler, IV, 213-216.

357 Özdağ, Feyizler Sultanı, s. 254.

358 Özdağ, Feyizler Sultanı, s. 236.

359 Özdağ, Feyizler Sultanı, s. 228.

an terakki halindedir.”360 “İnanamamak mizaç bozukluğundan, tasdik ve yakin ise mizaç dürüstlüğünden ileri gelir. Bunun için nifak erbabı hakkında “ ٌض َرَم ْمِهِبوُلُق ي ”ف 361

“kalplerinde hastalık var” buyuruldu.”362

Feyzi Efendi yakin nurunun vücuttaki bütün zararlı şeyleri yakıp yok ettiğinden bahsetmektedir. Yakin ehlinin eşyanın melekûtunu görebildiği için artık delile ihtiyaç hissetmediklerini söylemektedir. Delillerin hicap ehline lazım olduğunu beyan eden Feyzi Efendi, mizacı bozulmamış bir insanın yakin makamına ulaşabileceğini, gayba imanının öylesine kesin bir hal alıp görmüşçesine olduktan sonra perdeler kaldırılsa yakinî imanında hiçbir değişiklik olmayacağını ifade etmektedir. Yine gaybdan şuhud mertebesine geçilince, bunu müşahede eden müminin imanındaki artış, onun daima terakki ettiğinin göstergesidir. Yukarıda da izah edildiği üzere yakin makamı müşahede makamının hemen altında yer almaktadır.

3.1.18.Mürakabe

Arapça “gözetlemek, korumak, kontrol etmek” demektir. Kulun, Rabbinin kendine her halinde muttali olduğunu bilmeye devam etmesidir.363 Mürakabe, “Allah’ı kalp ile düşünmek, Allah’ın her zaman her yerde hazır ve nazır olduğunu, kendisini görüp işittiğini, bilinç olarak yaşamaktır.”364

Yüce Allah Kur’an’da “Allah her şeyi kontrol edip gözetlemektedir.”365 ve “Beni aralarından aldığında onları sen gözlüyordun.”366 şeklinde geçen ayetlerde “ragîb”

ismini kullanmıştır. Her şeyi görüp gözeten anlamına gelen bu isimden alınan mürakabe kavramı tasavvufta “kulun Allah’ın kendisini her an denetlemekte olduğunu bilmesi”367 anlamına gelmektedir. Aslında murakabenin iki yönü vardır. 1. Allah’ın kulunu denetlemesi. 2. Kulun Allah’ın rızasını gözetlemesi. Cibril hadisinin “ihsan”ı anlatan bölümünde368 bu iki türden söz edilmektedir.369

Mürakabe, müşahede makamının ana unsurlarından biridir. Bu makama ulaşan bir veliyyullah, Allah Teâlâ’nın cemal ve celal sıfatlarının hâkimiyetini kendi üzerinde mürakabe eder. Mürakabe makamı, yakin-i imaniyye’yi kazanmış olan evliyada

360 Özdağ, Feyizler Sultanı, s. 162.

361 Bakara 2/10.

362 Özdağ, Feyizler Sultanı, s. 161.

363 Cürcânî, et-Ta‘rifât, s. 293.

364 Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri, s. 445.

365 Ahzab 33/52.

366 Maide 5/117.

367 Kuşeyrî, er-Risâle, s. 189.

368 Ahmed, Müsned, I, 52, nu. 374.

369 Kuşeyrî, er-Risâle, s. 189.

tahakkuk eder. Yakine ermeden uygulanan murakabe hali bu anlamda bir yücelik ifade etmez. Yakin derecesinde kula verilen imkânlar, kulun murakabeye muvaffak olmasını sağlar. Her iki derecenin yani “mürakabe” ve “yakinin” hemen yanı başında

“müşahede” yer alır. Mürakabe makamı iyi bir nefis muhasebesinden geçerek elde edilir. Nefis muhasebesi yapılmadan murakabeye geçit yoktur.370 Nasrabazî şöyle demiştir. “Reca seni ibadete sevk eder, korku günahlardan uzaklaştırır, murakabe ise seni hakikat mertebesine ulaştırır.” Sûfilerden bazıları da murakabe için “Kalbe gelen her nevi düşünceden (havatır) sırrı korumaktır.” demişlerdir.371

Feyzi Efendi sohbetlerinde, kişinin iç âleminde olup bitenleri gözetlemesi ve bu konuda çok uyanık davranması gerektiğini önemle vurgulamıştır. Şeytanın hiçbir zaman bizi bırakmayacağını, kalp yurdumuzu fesada uğratmak için sürekli kalbimizi gözetleyip imkân aradığını, sinsice gafil bir anımızı beklediğini anlatmıştır. Şeytanda bıkma ve usanma olmadığını, devamlı saldırı için fırsat kolladığını beyan etmiş ve şöyle söylemiştir: “Kalp zikrullahtan gafil olursa, şeytan hemen insana damarlarından doğru hortumunu sokarak vesvese vermeğe başlar. Eğer kalp zikre başlarsa hortumunu geri çeker, kendisi de bir köşeye saklanır ama ümidini kesmez. Zikrullaha ara verilirse yeniden harekete geçer. Mademki şeytan hiçbir zaman bizden gafil olmuyor, o halde biz de ondan gafil olmayalım. Kalbimizle zikrullaha devam etmek suretiyle daima uyanık olalım.” diye sohbeti dinleyenleri uyarmıştır.372

Feyzi Efendi yukarıdaki açıklamanın ardından konuyla ilgili olarak Hz. İsa’dan rivayetle şöyle bir temsili hikâye nakletmiştir: Hz. İsa (as) şeytanın insana nasıl vesvese verdiğini bizzat müşahede etmek, belki de mucize yollu etrafındakilere göstererek durumun ciddiyetini kavratmak için Cenab-ı Hak’tan istekte bulunur. Allah Teâlâ onun isteğini kabul eder ve ona organlarının tamamı şeffaflaştırılmış, içiyle dışıyla her tarafı görünen bir beşer vücudu gösterir. Daha sonra şeytan gelir, zikrullahtan gafil olan kalbe hortumunu damarlardan doğru sokmak suretiyle vesveseler vermeye başlar. Bir süre sonra kalbin sahibi kendine gelerek zikre başlayınca şeytan derhal hortumunu çekerek gizlenmeye koyulur. Bu ihtişamlı tablo karşısında Hz. İsa hayrete düşer, Cenab-ı Hakk’a hayranlığını O’nu tesbih ve takdis ederek ortaya koyar.373 Yine Feyzi Efendi murakabeye örnek vermek için başka hikâyeler de anlatmıştır. Anlattığı misallerden biri de kısaca şöyledir: “Meşayihten birinin dervişlerinden birini fazlaca sevmesi diğer

370 Özdağ, Feyizler, IV, 219.

371 Kuşeyrî, er-Risâle, s. 191.

372 Özdağ, Feyizler, IV, 222.

373 Özdağ, Feyizler, IV, 222-223.

öğrencilerin kıskançlığına ve memnuniyetsizliğine sebep olur. Şeyh Efendi de onlara güzel bir ders vererek bu dervişin faziletini anlatmak ister. Talebelerin hepsini yanına çağırır ve ellerine birer kuş vererek hiç kimsenin görmediği bir yerde kuşu kesmelerini ister. Hepsi gidip bir köşede kuşu keser gelirler. Ama adı geçen derviş yoktur.

Arkadaşları merakla beklerken o, boynu bükük bir şekilde elindeki kuşla çıkagelir.

Kuşu kesememiştir. Hocası niçin kesemediğini sorunca şöyle cevap verir: “Efendim siz bana, kimsenin görmediği bir yerde kesmemi söylediniz. Ben hiç kimsenin görmediği bir yer bulamadım!..” Böylece hocasının ona duyduğu sevginin kaynağının marifet olduğunu anlatmış olur.374

Feyzi Efendi mürakabeyi yapabilmenin birinci koşulunu gaflet perdesinden kesinlikle sıyrılmaya ve nefis muhasebesini tamamlamış olmaya bağlamaktadır. Daimi bir zikir pozisyonunda olan murakabe ehli, mana dünyasında olup bitenleri, gönlüne girip çıkan bütün havatırı net olarak bilir, hayırlara ait olanları alır, şerre ait kısımları def eder ve onlara asla yer vermez. Dünyevî ve uhrevî bütün hallerinde, zahirde ve batında Allah’ın gözetiminde bulunduğunun idraki içinde mürakabeyi devam ettirir.375 3.1.19.Rıza

Arapçada “rıza” kelimesi “razı olmak, memnun olmak"376 demektir. Hükmün yani başa gelenin acı olmasına rağmen kalbin surur halinde olmasıdır.377 Klasik tasavvuf kaynaklarımızda geçtiği şekliyle sufiler rızayı “Kalbin hükmün akışı altında sükûnet halinde bulunması, hükme ve kazaya itiraz etmemek, Allah’ın kulu için dilediğine razı olup kendisi tercihte bulunmamak” şeklinde tanımlamışlardır. Yine bu kaynaklarda “Önce Allah’ın kulundan razı olması, sonra kulun Rabbinden razı olması gelir” şeklinde Beyyine 8. ayete göre bir yorum olmasının yanında “Allah’ın kulundan razı olduğunun alameti, kulun Rabbinden razı olmasıdır” şeklinde değerlendirmeler de mevcuttur.378

Kur’an-ı Kerim’de Allah Teâlâ “Hz. Peygamberle biat eden müminlerden razı olduğunu”379, diğer ayetlerde de “Allah onlardan, onlar da Allah’tan razı olmuştur.”380

374 Özdağ, Feyizler, IV, 223-224. Bu kıssa aynı ifadelerle Kuşeyrî’de de geçmektedir. Kuşeyrî, er-Risâle, s. 191.

375 Özdağ, Feyizler, IV, 2218-220.

376 Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri, s. 517.

377 Cürcânî, Kitabü’t-Ta‘rifât, s. 181.

378 Kuşeyrî, er-Risâle, s. 192-196; Serrâc, el-Lüma‘, s. 50-51.

379 Fetih 48/18.

380 Mücadele 58/22.

şeklindeki beyanlarıyla kulları ile arasında karşılıklı olarak rıza kavramından söz etmektedir.

Feyzi Efendi’nin rıza makamına dair söyledikleri şunlardır: “Rıza makamı makamların en yükseğidir. Rıza makamına ulaşmayınca, iman kemale ermez ve tadı da bulunmaz.”381 Bu cümle bize Hz. Peygamber’in şu hadisini çağrıştırmaktadır: “Rab olarak Allah’tan, din olarak İslam’dan, resul olarak Hz. Muhammed’den (sa) razı olan kimse imanın tadını tatmıştır.”382 Bu hadisten de yola çıkarak “Her şeyin, biri mülk âlemine diğeri melekût âlemine bakan iki veçhesi olduğunu”383 söyleyen Feyzi Efendi, rızayı da iki türlü değerlendirmiştir. Kula bakan yönüyle rıza “kulun Rabbinden razı olması”, Cenab-ı Hakk’a bakan yönüyle rıza da “Allah’ın kulundan razı olmasıdır.”384

Feyzi Efendi rızayı, “Allah onlardan, onlar da Allah’tan razıdırlar.”385 ayetine dayanarak, “Müminin Allah’ın özel hitabına mazhar olduğu bir mertebe” diye nitelendirmektedir. “Kur'ân'da derecât ve makâmât vardır. Bu makamlar tövbeden başlar. Evbe, inâbe, şükür, sabır, ihlâsla ubûdiyyet, tevekkül, teslim... Kaza ve kadere rıza makamı, en yüksek makamdır. Mümin, bu makamda hitâba386 mazhar olur. O Rabbinden, Rabbi de ondan râzı olur.”387 “Kadere iman ettiğimiz gibi razı da olacağız.388 Kazaya rıza, makdîye rızayı gerektirmez. Cenab-ı Hakk’ın kaderine rıza gösterelim.”389

Bu cümleleriyle Feyzi Efendi iman etmekle razı olmanın arasında bir ayırım yapmakta, insanın inandığı bir şeye rıza göstermekte zorlanabileceğine işaret etmektedir. Kadere rıza göstermek büyük bir erdem olmakla birlikte, “makdî” yani ortaya çıkan sonuca boyun eğmek, ümitsizliğe kapılıp kendini salıvermek, zillete katlanmak gerekmeyeceğini; tam tersine insanın hatalarından ders alıp yeniden hayır yönünde gayretini ortaya koymasının ve yüce Mevlâ’nın inayetine başvurmasının lazım geldiğini anlatmaya çalışmıştır.

381 Özdağ, Feyizler, IV, 229.

382 Müslim, İman 11; Tirmizî, İman 10.

383 Özdağ, Feyizler, IV, 232.

384 Bu yorumun aynısı tasavvuf kaynaklarında geçmiştir; biz de yukarıda konunun başında zikrettik. Bkz.

Kuşeyrî, er-Risâle, s. 192-196.

385 Beyyine 98/8.

386 Burada kastedilen hitap Fecr 89/27’deki “Ey huzura kavuşmuş nefis! Razı olmuş ve razı olunmuş olarak cennetime gir.” hitabıdır.

387 Özdağ, Feyizler Sultanı, s. 172.

388 Feyzi Efendi eşi Melek Hanım’ın vefatı üzerine de bu cümleyi söylemiş, “Kader böyleymiş, kadere inandık, razı da olacağız.” diyerek herkesi teselli etmiştir. (Kalaycı, Karanlıktan Aydınlığa, s. 174.)Bu sırada gözlerinden yaşlar süzüldüğünü kızı Ayşe Hanım ifade etmektedir. Ayşe Eroğlu, 18.07.2015 tarihli görüşme.

389 Kalaycı, Karanlıktan Aydınlığa, s. 208.

Feyzi Efendi rıza makamıyla ilgili açıklamalarında hayatından bazı örnekler sunarak “af ve rıza” kavramları arasındaki farklılığı bize kavratmak istemiştir. Bu iki kavramın aynı kapıya çıkmadığını, aralarında ince ve derin bir farkın olduğunu ve rızanın affetmekten çok daha üstün bir manayı içerdiğini şöyle izah etmiştir: “Annem hastalanıp ölüm emareleri kendisinde belirince, beni bağışlamasını ve şahsıma hakkını helal etmesini istedim. Bağışladığını ve hakkını helal ettiğini belirtti. Bunun üzerine tekrar, benden razı olmasını isteyince, “Razı olmam. Bir şartla! Evlenmeye söz verirsen senden razı da olurum.” dedi.” Yine başka bir örnek de bu konuyla alakalıdır. Feyzi Efendi Denizli mahkemesinde hocası Bediüzzaman ile birlikte yargılanmışlardı.(1943) O sırada seçim olmuş, yeni hükümet af çıkarmıştı. Bu affa arkadaşlarıyla birlikte, “Biz bu affı kabul etmiyoruz, ne suç işledik ki affolunalım? Af suçlular için olur.” diyerek itiraz etmişler ve temyizden mahkeme kararının bozulup yeniden ele alınmasını istemişlerdi. Kendilerine “Affı kabul edin, yoksa netice uzar” dendiyse de “Olsun

Feyzi Efendi rıza makamıyla ilgili açıklamalarında hayatından bazı örnekler sunarak “af ve rıza” kavramları arasındaki farklılığı bize kavratmak istemiştir. Bu iki kavramın aynı kapıya çıkmadığını, aralarında ince ve derin bir farkın olduğunu ve rızanın affetmekten çok daha üstün bir manayı içerdiğini şöyle izah etmiştir: “Annem hastalanıp ölüm emareleri kendisinde belirince, beni bağışlamasını ve şahsıma hakkını helal etmesini istedim. Bağışladığını ve hakkını helal ettiğini belirtti. Bunun üzerine tekrar, benden razı olmasını isteyince, “Razı olmam. Bir şartla! Evlenmeye söz verirsen senden razı da olurum.” dedi.” Yine başka bir örnek de bu konuyla alakalıdır. Feyzi Efendi Denizli mahkemesinde hocası Bediüzzaman ile birlikte yargılanmışlardı.(1943) O sırada seçim olmuş, yeni hükümet af çıkarmıştı. Bu affa arkadaşlarıyla birlikte, “Biz bu affı kabul etmiyoruz, ne suç işledik ki affolunalım? Af suçlular için olur.” diyerek itiraz etmişler ve temyizden mahkeme kararının bozulup yeniden ele alınmasını istemişlerdi. Kendilerine “Affı kabul edin, yoksa netice uzar” dendiyse de “Olsun