• Sonuç bulunamadı

Hafız Ömer Efendi’nin ve Bediüzzaman’ın Feyzi Efendi’ye Tesirleri

MEHMET FEYZİ EFENDİ'NİN HAYATI, İLMÎ VE MANEVÎ KİŞİLİĞİ

2.2. İlmî ve Manevî Kişiliği 1.İlmî Yönü 1.İlmî Yönü

2.2.1.3. Hafız Ömer Efendi’nin ve Bediüzzaman’ın Feyzi Efendi’ye Tesirleri

Feyzi Efendi üzerinde köklü bir tesir oluşturan, onun meşrebinin yapı taşları ve mimarları diyebileceğimiz iki âlim şahsiyetin onun yetişmesinde öncelikli bir rolü vardır. Bunlardan Hafız Ömer Efendi, Feyzi Efendi’yi çocuk yaşlarından itibaren eğitmeye başlamış, gençlik ve olgunluk devrelerinde de –tabiri caizse- bayrağı Bediüzzaman devralmış ve bu ikisi Feyzi Efendi’yi o zorlu dönemlerin en muhtaç olduğu, dayanıklı ve donanımlı, dönemin insanına en uygun rehberliği yapabilecek bir insan-ı kâmil olarak yetiştirmişlerdir. Bu âlimlerin Feyzi Efendi’ye tesirleri hakkında tezimizin genelinde bilgiler mevcut olmakla birlikte en önemli noktaları tekrar vurgulamakta yarar görmekteyiz.

Feyzi Efendi önemli bir kıraat âlimi ve kurra hafız olan hocası Hafız Ömer Efendi’den sadece mükemmel bir kıraat öğrenmekle kalmamış, aynı zamanda hafız olmuş, ilaveten “temsilî kıraat” denilen ve manaya vurgu yaparak Kur’an’ı tilavet etme tekniğini de öğrenmiştir. Bu okuyuş esnasında Kur’an tilaveti yoluyla aralarında manevî bir alışveriş gerçekleşmiş ve Kur’an yoluyla irtibat sağlanmıştır. Feyzi Efendi’nin intisap ettiği hocasından ve feyz aldığı Nakşilik yolundan beslenmesi öncelikle Kur’an tilaveti aracılığı ile olmuştur. Feyzi Efendi hocasından gördüğü bu usulü daha sonra öğrencilerine de tatbik etmiştir. Bu durumu Özdağ, şu ifadelerle özetlemektedir:

“Talime başladıktan sonra kendisiyle muhabbetimiz artarak devam etti. Kur’an okurken yüzüne bakmamızı isterdi. Onun mübarek yüzüne bakarken sanki okuduğumuz şeyler onda tecelli ediyor, ona baktığımızda yüzündeki nuraniyeti ve ruhumuza sinen çok anlamlı ve etkili bakışını görüyorduk. O anda karşılıklı iki ayna gibi oluyor, yüzüne bakmadığımızda yanılıyor, bakınca takıldığımız yerleri çözüyorduk. Daha sonraları yaptıkları sohbetlerde hocalarının da aynı şekilde yaptıklarını belirterek: ‘İrtibatımızın Kur’an yoluyla olduğunu; nefsî terbiyenin ve ruhanî tekâmülün, Kur’an talimi ve teallümü sırasında gerçekleştiğini, yani tasavvufî tabirle seyr-ü sülûkun bu şekilde oluştuğunu’ belirtmişlerdi.”171

Feyzi Efendi’nin Hafız Ömer Efendi’nin “Talebesi” olduğu herkes tarafından bilinen bir gerçektir. Feyzi Efendi’nin Hafız Ömer Efendi’ye tarikat bağlamında bir intisabı olduğu ise çok az kişi tarafından beyan edilmiştir.172 O günün şartları gereği bu konu fazla dile getirilememiştir. O dönem, tam olarak tekkelerin kapandığı ve yasakların yeni başladığı bir dönem olduğu için Feyzi Efendi’nin hilafet alıp almadığı

171 Kalaycı, Karanlıktan Aydınlığa, s. 289.

172 Bkz. Göktaş, Muhammed Es’ad-ı Erbilî’nin Hayatı, Eserleri ve Tasavvuf Felsefesi, s. 54, dpn. 185.

noktasında net bir ifadeye rastlanmamaktadır. Çünkü tarikat konusunda oluşan baskı ve yasaklar icazet verme ya da böyle bir hadiseden bahsetme imkânını ortadan kaldırmıştır.

Özdağ’ın beyanına göre; “Feyzi Efendi’nin Hafız Ömer Efendi’ye nisbeti var, bu kesin.

Ama görevlendirme ve hilafet meselesine gelince, Hafız Ömer Efendi o dönemde hastanelere düşmüş, bir deri bir kemik kalmış, o anda kimsenin diploma, icazet düşünecek vakti olmamış. Dönem çok karışmış. Sonraki yıllarda Bediüzzaman yazılı belge vermiş onu bile çalmışlar. Ondan sonra Feyzi Efendi böyle şeyleri önemsemezdi.

Ayinesi iştir kişinin yazıya bakılmaz deyip Hattat Hamit’in maddî sıkıntılardan dolayı rastgele icazet vermek zorunda kaldığını örnek gösterirdi.” “Zaten kanun değişince o tür imzalar geçersiz oluyor” diyen Özdağ, Hafız Ömer Efendi’nin Kastamonu’dan ayrılırken “Yerime Mehmet Efendi’yi bırakıyorum.” deyişini de hatırlatmıştır. Daha sonra İstanbul’da Hafız Ömer Efendi ile görüştüklerinde de “Said Efendi’ye hizmet ediyormuşsun, sevindim.” demesi Hafız Ömer Efendi’nin, talebesinin Bediüzzaman ile bağlantısını, yani bir anlamda farklı bir ekolü benimseyişini onayladığını göstermektedir.173 Çünkü Bediüzzaman ile beraberliği Feyzi Efendi’nin meşrebinde yeni bir sayfa açmıştır. Bu sayfada “Uhuvvet var, şeyhlik- müritlik yoktur.174 Zamanımız tarikat zamanı değil, hakikat zamanıdır.”175 Feyzi Efendi zaten tarikatların zahiren devrini tamamladığını düşünen, artık zamanımızın tarikat usulüne uygun bir devir olmadığının farkında olan bir âlimdi. Zahirdeki şartlar da yani kapatılma hadisesi de bu durumu icbar etmişti. Öyleyse Feyzi Efendi, bundan sonraki hizmetini sürdürebilmek için manevî kaynağı olan Nakşîliği gönül dünyasında saklayacak, dışarıyla olan diyalogunu ikinci hocası Bediüzzaman’ın metoduyla devam ettirecektir.

Bediüzzaman’ın tasavvuf, tarikat, şeyh, mürit, seyr-ü sülük, vird gibi konularda ortaya koyduğu fikirlerine değinmemiz Feyzi Efendi’nin bu konulardaki görüşlerini anlamamız ve onun hocasıyla benzeşen fikirlerini tespit etmemize yardımcı olacaktır.

Bediüzzaman’ın tasavvufa bakışı konusunda müstakil tezler yapılmış ve eserleri baştan sona incelenerek bu konu ile ilgili düşünceleri irdelenmiştir.176 Feyzi Efendi’nin bu yönüyle hocasını izlediğini söylememiz doğru bir tespit olacaktır. Karşılaştırma yapmak maksadıyla birkaç benzerliği burada zikrederek örnek vermeye çalışacağız.

173 Musa Özdağ, 19.06.2015 tarihli görüşme.

174 Kalaycı, Karanlıktan Aydınlığa, s. 333.

175 Nursî, Tarihçe-i Hayatı, s. 475.

176 Melahat Beki, Said Nursî’nin Tasavvufî Görüşleri (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Marmara Üniversitesi SOBE, İstanbul 2007.

Feyzi Efendi ile Bediüzzaman tarikat, tasavvuf mevzularında ve diğer tasavvufî nazariyeler konusunda benzer cümleler kurmuşlardır. Yaşadıkları hayat ve uygulamaları da aynı düzlemde olmuştur. Bu konuyu bütün detaylarıyla tezimizin bünyesine almak ikinci bir tez kadar konuyu uzatacağı için belli başlı yönlere işaret ederek benzerliği daha doğrusu Feyzi Efendi’nin hocasının usulünü ve çizgisini büyük ölçüde takip ettiğini göstermeye gayret edeceğiz. Önce Said Nursî’nin tasavvuf alanında tecdid sayılabilecek özgün ekolünü kısaca tanıtalım.

Bediüzzaman Said Nursî, yetişme döneminde tarikatların yoğun olduğu ve çevresinde birçok mutasavvıfın bulunduğu sosyal ve kültürel bir ortamda büyümüştür.

Kadirî ve Nakşî tarikatının daha yaygın olduğu dönemde hiçbir tarikata intisap etmeden yetişmiştir. Bununla beraber Nakşî ve Kadirîlerden olan ve “Üstadım” dediği kimseler vardır. Kendisi, hayatında “nur” isminin etkisini anlattığı bir cümlesinde “Nakşî Üstadım Seyyid Nur Muhammed, Kadirî üstadım Nureddin el-Berifkânî”(1267/1850) şeklinde söylemiştir. Bediüzzaman’ın öğrenim gördüğü hocalarının birçoğu Nakşî şeyhi olan ve Mevlânâ Hâlid’in halifelerinden Seyyid Tâhâ Nehrî Hakkarî’ye(1269/1853) intisaplıdır. Ama Bediüzzaman çocukluk çağlarından bu yana Abdülkadir Geylânî’(561/1165)den himmet istediğini ve onunla üveysî177 olan bir irtibatı olduğunu birçok defa söylemiştir. Talebelerinin ve hakkında yapılan çalışmaların beyanı bu şekildedir.178 Halid-i Bağdadî’den (1242/1827) yüz yıl sonra dünyaya gelmiş olan Said Nursî’nin, onun müceddid olarak fonksiyonunu devralmış olduğu yaygın bir kanaattir.

Kendisine 1940’larda Kastamonu’da iken verilmiş olan Halid-i Bağdadî’ye ait cübbeyi de manevî bir işaret olarak kabul etmiştir.179

177 Feyzi Efendi üveysîlik konusunda şunu söylemiştir: “Üstad Hazretleri, kesbî ilimlerden başka; ilmi, üveysî olarak Hazret-i Ali (ra) Hazretlerinden aldılar. Bkz. Küllüoğlu, Feyizli Sözler, s. 87.

178 Bkz. Beki, Said Nursî’nin Tasavvufî Görüşleri, s. 3-18.

179 Bediüzzaman Kastamonu’da kaldığı yıllarda kendisine hapishane müdürü Tahir Bey’in eşi Asiye Hanım tarafından bir cübbe hediye edilir. Bu cübbe Asiye Hanımın dedesi Küçük Âşık’a Halid-i Bağdadî tarafından verilen cübbedir. Küçük Âşık, Halid-i Bağdadî Hazretlerinin mürididir. Bağdat’tan ayrılıp Anadolu’ya gelirken Mevlana Halid tarafından kendisine icazet ile birlikte bir de cübbe hediye edilir. Bu cübbeyi en kıymetli eşyalarıyla saklayan aile Afyon işgal edilip yurtlarından ayrıldıklarında bile yanlarından ayırmazlar. Hediye kabul etmeyen Bediüzzaman sanki bu cübbeyi bekliyormuş gibi sahiplenir. Vefatından önce de Urfa’ya gönderir. Şimdi bu cübbe Urfa’da Abdülkadir Badıllı’nın yanındadır. Bkz. Atasoy, Sır Kâtibi, s. 88-89. Bu hadise Feyzi Efendi’nin Bediüzzaman’a yazdığı mektupta da geçmektedir. Feyzi Efendi, Asiye Hanımın cübbeyi “Ramazan ayında teberrüken Üstadımızın yanında kalsın.” diyerek kendisinden gönderdiğini anlatıyor. Bediüzzaman’ın ise Çaycı Emin Beye cübbeyi yıkatıp Allah’a şükrederek sahiplenmesi karşısında önce duruma hayret ettiğini, sonradan Asiye Hanım’ın “Ben hediye kabul etmez diye öyle dedim, emanet onundur.” dediğini anlatıyor. Sonra da Feyzi Efendi şu yorumu yapıyor: “Üstadımızın o cübbeyi kabulü, Mevlana Halid’den sonra vazife-i teceddüd-i dinin kendilerine intikaline bir alamet telakki etmesindendir. “Allah bu ümmete her yüz senenin başında dinlerini yenileyecek bir müceddid gönderir.” (el-Hâkim, Ebû ‘Abdillâh en-Nîsâbûrî,, el-Müstedrek ‘ala’s-Sahîhayn, Beyrut ts., IV, 522.) hadisini delil gösteren Feyzi Efendi,

Bediüzzaman, kendisinin üveysi bir usulde yetiştiğini ve meşrebinin normal bir tarikat ve seyr-i sülük gibi olmadığını açıkça ifade etmiştir. Bir sözünde “Zâten üveysî bir surette doğrudan doğruya hakikat dersimi Gavs-ı Azam'dan (Abdülkadir Geylânî ö.561/1165) (ks) ve Zeynelâbidîn (94/712) (ra) ve Hasan (49/669) (ra)–Hüseyin (61/680) (ra) vasıtasıyla İmam-ı Ali'den (40/661) (ra) almışım. Onun için, hizmet ettiğimiz daire onların dairesidir.”180 demektedir. Bediüzzaman’ın bir tarikatın müntesibi olduğuna dair veri bulunmadığı gibi kendi beyanlarında da şeyh olmadığı, hoca olduğu, talebeleriyle kardeşlik tesis ettiği daima tekrar edilmiştir. Kendisi hakkında yapılan araştırma ve görüşmelerde de arif-i billah bir veli ve müceddid olduğu, şeyh ve sufi olmadığı, takva ve azimeti esas aldığı ifade edilmiş, tasavvufî bir hiyerarşi içinde görülmemiştir. Yazdığı Risâle-i Nûr eserlerini “Gavs-ı A‘zam’ın sahip olduğu üç makamdan biri olan ferdiyet181 makamına mazhar olarak niteleyen Said Nursî, kendisini de Risâle-i Nûr’a muhtaç bir talebe olarak nitelendirmektedir.182

“Risâle-i Nûr mesleği tarikat değil hakikattir. Sahabe mesleğinin bir cilvesidir Bu zaman tarikat zamanı değil, iman kurtarma zamanıdır.”183 cümlesini sıkça tekrar eden Bediüzzaman, sahabe-i kiram gibi doğrudan Kur’an’dan ilham alan ve her şeyden Allah’a yol bulan bir anlayış ile hareket ederek farklı bir yol açmıştır.

Nursî’ye göre, zahirden hakikate geçmek iki yol ile olabilmektedir. Bunların birincisi “seyr ü sülük”, yani tarikat berzahındaki birçok mertebeleri çıkmak ile hakikate ulaşmaktır. İkincisi ise doğrudan doğruya hakikatin cazibesine kapılıp, tarikat berzahına girmeden lutf-i ilahî ile hakikate geçmektir.184 Birinci yolu kurbiyet ikinciyi akrebiyet olarak ifade eden Nursî, güneş örneğiyle bunu izah eder. Güneşe yaklaşmak isteyenin yüz elli milyon kilometreyi aşması gerektiğini söyleyen Said Nursî, bunu zorlu, meşakkatli ve hatarlı dediği velayet ve seyr ü sülük yoluna benzetir. Güneşin ise insana sekiz dakikada ulaştığını dile getirerek bunu da risalet yoluna yani Hak’tan halka gelişe benzetir ve daha akreb (yakın) olduğunu söyler. Konuyu miraç hadisesi ile ilişkilendiren Bediüzzaman, “Miracın batını velayettir, halktan Hakk’a gitmiş. Zahir-i miraç risalettir, Hak’tan halka geliyor. Velayet kurbiyet meratibinde sülüktür. Çok meratibin tayyına ve bir derece zamana muhtaçtır. Nur-u azam olan risalet ise, akrebiyyet-i ilahiyyenin

Mevlana Halid’in (el-Bağdâdî) (v. 1242/1827) doğumunun 1193, Bediüzzaman’ın doğumunun 1293 olduğuna dikkat çekmektedir. Bkz. Nursî, Tarihçe-i Hayatı, s. 329.

180 Nursî, Emirdağ Lahikası, Sözler Yayınevi, İstanbul 1993, s. 64.

181 Nursî, Kastamonu Lahikası, s. 154.

182 Nursî, Kastamonu Lahikası, s. 111.

183 Nursî, Emirdağ Lahikası, s. 63.

184 Nursî, Mektûbât, s. 331.

inkişafı sırrına bakar ki bir an-ı seyyale kâfidir.”185 diyerek ikisi arasındaki farkı izah eder. Nursî’nin bahsettiği bu ikinci yüksek ve kısa yol, sahabe ve tabiinin önder oldukları, Kur’an hakikatlerinin kâfi bir mürşit olması sırrını taşımaktadır. Onlar Kur’an’dan bütün latifelerinin ve duygularının hisselerini almaktadırlar.186 Sahabe nefsini öldürmek yerine tezkiye ve tathir etmişlerdir.187 Yine Nursî’nin beyanına göre Risâle-i Nûr yolu sahabe mesleğidir. Keşf ve keramet az görünür fakat evliyanın kerametlerinden faziletlidir. Seyr ü sülük makbuldür ama Hz. Peygamber’in sohbetine erişmiş bir sahabeye nasıl ki hiçbir veli yetişemiyorsa, Risâle-i Nûr’un eğitimi de tarikatlardan üstündür. Çünkü velâyet-i kübrâ mertebesi kazandıran Risâle-i Nûr yolu, velayet-i suğra mertebesine eriştiren tasavvuf müesseselerinden üstündür.188

Bediüzzaman bu üstünlüğü şuna bağlamaktadır: “Risâle-i Nûr ile hizmet iman kurtarıyor, tarikat ve şeyhlik ise velayet mertebeleri kazandırıyor.” derken imanın ekmek kadar elzem olduğuna velayetin ise meyve mesabesinde olduğuna, iman olmadan cennete girilemeyeceğine dikkat çekiyor. Zamanın iman kurtarma zamanı olduğunun bilincinde olan Nursî, Risâle-i Nûr mesleğinin tarikatların verdiği faydayı temin ettiğini, onlara ihtiyaç bırakmadığını savunarak tasavvuf mesleğiyle alınan marifetin, Kur’an-ı Hakîm’den doğrudan doğruya veraset-i nübüvvet sırrıyla alınan marifete nispeten noksan olduğunu düşünüyor. Bununla birlikte önceden bir tarikata intisabı olan müminlerin Risâle-i Nûr hizmetinde olmalarında bir tezat olmadığını, o göreviyle birlikte bu hizmete katkı verebileceğini ifade ediyor. Bu onun tarikat müessesesine karşı bir tavır içinde olmadığını göstermektedir. Feyzi Efendi de önceden tarikat dersi olan birinin devam edeyim mi diye sorması üzerine “Tabi devam et. O vazifen bir emanettir.” şeklinde cevap vermiş olması böyle bir intisabı olanları men etmediklerini göstermektedir.189

Bediüzzaman’ı böyle bir anlayışa sevk eden etkenler vardır. Bunlardan biri de hem Kelâm hem de Tasavvuf ekollerinde gördüğü aşırılıklardır. Said Nursî, “Kelâm vasıtasıyla elde edilen marifetullahın tasavvuf ehlince eksik görüldüğü kadar tasavvuf mesleğiyle alınan irfanın da Kur’an’a nispetle o derece noksan olduğu görüşündedir.

Çünkü tasavvuf insanın kalp yönünü, Felsefe ve Kelâm da akıl yönünü vurgulamada

185 Nursî, Sözler, s. 597.

186 Nursî, Mektûbât, s. 331.

187 Nursî, Sözler, s. 520.

188 Nursî, Sözler, s. 515-521.

189 Kalaycı, Karanlıktan Aydınlığa, s. 215.

aşırı gitmiştir. Hâlbuki Kur’an insanı akıl ve kalpten ibaret bir varlık olarak ele alır. Şu halde hakikat bu mesleklerin birleşmesiyle anlaşılır.”190

Tarikat ehlinin özellikle onun yaşadığı devirlere gelindiğinde içinde bulunduğu aşırılığa “İfrat ile tarikat taassubu taşıyanların bir kısmı, âdâb ve evradı sünnet-i seniyyeye tercih etmekle sünnete muhalefet edip, sünneti terkeder fakat virdini bırakmaz. O suretle âdâb-ı şer’iyyeye bir lakaytlık vaziyeti gelir, vartaya düşer.”191 ifadeleriyle değinmektedir. Said Nursî, âdab-ı şer’iyye’nin daima âdâb-ı tarikattan yüksek olduğunu söyledikten sonra tarikat erbabının bu dengeyi kaçırmaması gerektiğini şu sözüyle anlatmaktadır. “Kebairden kaçmaktan ziyade, âdâb-ı tarikatın muhalefetinden kaçmak; namazdan ziyade halka-i zikri düşünmek; feraizden ziyade evrada müncezip” olmanın hata olacağına dikkat çekmekte, “Muhkemat-ı şeriat olan farzların bir tanesine evrad-ı tarikat mukabil gelemez, yerini dolduramaz.”192 diyerek uyarmaktadır. Tarikatı da hakikatı da şeriatın cüzleri olarak gören Nursî, talebelerinin manevî makam arzusuyla bir tarikata bağlanmasını doğru bulmamıştır. İmam-ı Rabbanî’den rivayetle söylediği şu söz de keramet vs. gibi şeylere bakışını göstermektedir: “Hakaik-ı imaniyeden bir tek meselenin inkişafı ve vuzuhu, benim indimde binler ezvak ve kerâmâta müreccahtır.”193 Kendisinin bir şeyh olmadığını, bir hoca, bir imam olduğunu defalarca tekrar eden Nursî, “Bir tek adama tarikat verseydim, şüpheye hakkınız olurdu. İman lazım, tarikat zamanı değil.”194 diyerek bu konudaki net tavrını beyan etmektedir.

Hz. Peygamberin velayetinin risalete inkılab etttiğini söyleyen Bediüzzaman, Hz. Peygamberin sünnetlerinin tatbikini bütün evratlardan üstün görmekte195 ve şöyle demektedir: “Namazdan sonraki tesbihatlar tarikat-ı Muhammediyyedir ve velayet-i Ahmadiyye’nin evradıdır… Nasıl ki risalete inkılab eden velayet-i Ahmediyye bütün velayetlerin fevkindedir. Öyle de, o velayetin tarikatı ve o velâyet-i kübrâ’nın evrad-ı mahsusası olan namazın akabindeki tesbihat, o derece sair tariklerin ve evradların fevkındedir.”196 Bu ifadelerin devamında ise yüz milyonlarca müminin bu tesbihe iştirak etmesiyle büyük bir zikir halkası oluştuğunu ve serzakir olarak da Rasülüllah’a

190 Alparslan Açıkgenç, “Said Nursî”, DİA, 2008, XXXV, 568.

191 Nursî, Mektûbât, s. 429.

192 Nursî, Mektûbât, s. 427.

193 Nursî, Mektûbât, s. 330.

194 Nursî, Mektûbât, s. 59.

195 Nursî, Mektûbât, s. 429.

196 Nursî, Kastamonu Lahikası, s. 72-73.

teveccüh ettiklerini söyleyen Bediüzzaman, sünnete ittiba ederek yaşamanın en kısa ve sağlam olan aynı zamanda perdeleri ve hatarı olmayan bir yol olduğunu savunmuştur.197

Said Nursî’nin zikir ve evrad konusundaki uygulamasına da değinecek olursak;

kendisini Kur’an’ın müridi olarak telakki etmekle beraber sürekli okuduğu dua ve virdinin olduğunu bilmekteyiz. Gençliğinde Nakşî şeyhi Ziyaeddin Gümüşhanevî(1813-1893) tarafından telif edilen üç ciltlik “Mecmu‘atü’l-Ahzâb” da yer alan virdleri okuduğu bilinmektedir. Gençlik döneminde bu üç cildi on beş günde bir devrederek okuyan Bediüzzaman, daha sonraları Cevşen’deki duaları okumuştur. Talebelerine de

“hizbü’l envari’l hakaiku’n nuriyye” başlığı altında topladığı dua ve zikirleri tavsiye etmiştir.198

Said Nursi’nin bu beyanlarından anladığımız kadarıyla o da, Kuşadalı İbrâhim Efendi (1262/1846) gibi, Âmiş Efendi (1807-1920) gibi artık bu dönemin başka bir açılım gerektirdiğini ilk fark eden âlimlerdendir. Bu nedenle herkesi uyarmak istemiş ve

“Said Kur’an’la sülûk etti.” diyerek doğrudan Kur’an’a uzanan bir çığır açmıştır. Feyzi Efendi de “Seyr ü sülûkümüz Kur’an’ladır.”199 deyip aynı yolu izlemiştir. Feyzi Efendi’nin tarikat mevzuundaki söylemleri, metodu, meşrebi, anlayışı ve tutumu tamamen hocası Bediüzzaman’a benzemektedir. Yalnız o, kendi dünyasında birikimlerini şekillendirmiş, kendine mahsus olan özelliklerini, ilmî ve fikrî görüşlerini de harmanlayıp sohbet metoduyla çevresine aktarmıştır. Böylece kendine özgü, kuru bir taklitten ibaret olmayan, yeni açılımları ve yöntemleri olan muhakkik bir âlim vasfını sergilemiştir.

Hocası Bediüzzaman gibi Feyzi Efendi de şeyh veya mürit olmadığını, kardeşlik esasını benimsediğini, tarikat dersi vermediğini, asrımızın Kur’an asrı olduğunu, artık tarikat devrinin bâtına irca edildiğini, günümüzde uygulanabilme imkânının kalmadığını söylemiştir. Asr-ı saadete benzer bir dönemin ahir zamanda yaşanacağını dolayısıyla sahabe mesleğine dönerek doğrudan Kur’an ve sünnete ittiba ile yaşamak vakti geldiğini anlatmaya çalışmıştır. Allah’ı zikretmek için illa da birisinden izin almanın gerekmediğini, Kur’an’ın bunu zaten emrettiğini izah etmiştir. Bütün sohbetlerini Kur’an ve hadis ekseninde yürütmüş diğer bütün alanları ayet ve hadis bağlamından kopmadan sohbetine konu etmiştir.

197 Nursî, Kastamonu Lahikası, s. 72-73.

198 Beki, Said Nursî’nin Tasavvufî Görüşleri, s. 22.

199 Kalaycı, Karanlıktan Aydınlığa, s. 289.

Bediüzzaman’ın eser telif ederek insanlara hizmet yöntemi Feyzi Efendi’de sohbet metoduyla devam etmiştir. Ama tasavvuf konusunda, mutasavvıflara bakışında, Ehl-i Sünnet görüşünde aynen hocası Bediüzzaman’ın fikirlerini devam ettirmiştir.

Hocasının Risâle-i Nûr’ları yazarken Ehl-i Eakidesi üzere yazdığını, ondan kıl kadar inhiraf etmediğini200 söyleyen Feyzi Efendi kendi hayatında da Ehl-i Sünnet’in görüşlerine bağlılıktan asla taviz vermemiştir. Bu konuda her ikisi de İbn Arabî’yi âlim olarak çok takdir ettikleri halde aynı gerekçe ile vahdet-i vücud görüşüne katılmamışlardır. Said Nursî İbn Arabî’yi “Hallâk, Rezzâk” gibi nice esmanın mazharları vehmî ve hayalî şeyler olamaz. Madem esma hakikattir, mazharlarının da hakikat-i haricîleri vardır.” diyerek eleştirmiştir. Vahdet-i şuhûd görüşünü zararsız gören Nursî, onu ehl-i sahvın201 yüksek bir meşrebi olarak değerlendirmekte ve vahdet-i vücûd anlayışının noksanlığı202 konusunda İmam-ı Rabbanî’ye katılmaktadır. Yani “Her şey O’dur” değil, “Her şey O’ndandır” fikrini savunmaktadır.203 Feyzi Efendi de benzer gerekçelerle “Sâcid- mescûd belli olmalı.” diyerek İbn Arabî’ye katılmamış hocasıyla aynı görüşü benimsemiştir.

Feyzi Efendi’nin yaklaşık yedi yıl Bediüzzaman’a geceli gündüzlü hizmet etmesi, o zamanın bütün zorluklarını paylaşması, eserleri hem yazarak hem de müellifine okuyarak yardım etmesi, hocası ile arasında özel bir yakınlığa sebep olmuştur. Bediüzzaman ile karşılaştığında zaten belli bir ilmî ve manevî olgunluğa erişmiş olması, onun Bediüzzaman’ı daha iyi anlamasına yol açmıştır. Hocasını aynen taklit edecek kadar onunla bütünleşen Feyzi Efendi’ye, Bediüzzaman tarafından “Feyzî”

ismi verilmiş,204 “sır kâtibim” denilmiştir. Feyzi Efendi’nin kendisini massettiğini söyleyerek onu öven hocası, daha sonraları Kastamonu’dan ayrıldıktan sonra da

“Kastamonu’ya acımasam onu buraya getireceğim.”205 diyerek bazen yanına bazen de başka yerlere hizmet için göndermeyi düşündüğünü müteaddit kereler ifade etmiş,

“Kastamonu’daki hizmeti elmas hükmündedir.”206 kanaatiyle vazgeçtiğini beyan

“Kastamonu’daki hizmeti elmas hükmündedir.”206 kanaatiyle vazgeçtiğini beyan