• Sonuç bulunamadı

MEHMET FEYZİ EFENDİ'NİN HAYATI, İLMÎ VE MANEVÎ KİŞİLİĞİ

M. FEYZİ EFENDİ’NİN TASAVVUFİ MAKAMLARA, KAVRAMLARA VE ŞAHSİYETLERE DAİR GÖRÜŞLERİ

5. Nefs-i Râziye: Mutmainne nefsin her olanı Allah’tan bilmesi, ondan görmesi ve rıza makamında mekân tutarak asla itiraz etmemesidir

3.1.3. Halvet ve Uzlet

Sözlük manasıyla Arapça’da “yalnız kalıp, tenha bir köşeye çekilmek” demektir.

Tasavvufta ise, zihinsel konsantrasyonu ve bazı özel zikirlerle riyazetleri gerçekleştirmek üzere; şeyhin müridini, karanlık, dış dünyadan soyutlanmış bir yere belirli bir süre için koyması hadisesidir. Yine Allah ile gizlice konuşmak, sırrın, melek veya onun dışında kimse olmadan, Cenab-ı Hak’la konuşması,44 kalbi yanlış inançlardan ve kötü huylardan temizlemek halvet olarak değerlendirilir. Kâşânî bu anlamda kulun, kendini bütün varlığıyla Allah’a verip, ondan gayrı her şeyden uzaklaştığını ifade eder. Halvet, Peygamberimizin Hıra’da uzlete çekilmesi, Hz.

Musa’nın Tur Dağı’nda kırk gün geçirmesi hadiselerine binaen yapılan ve genelde tarikatlarda kırk gün şeklinde uygulanan bir metot idi. Nakşîlerde “halvet der encümen”

yani toplulukta Allah ile beraberliği sürdürme hali olarak uygulanmış ve sohbet usulü benimsenmiştir. Bunu Nur Suresi’nde geçen “Ticaretin ve alışverişin Allah’ı hatırlamaktan alıkoymadığı kişiler”45 tabiri desteklemektedir. Genel manada eskiden erbain ve çile tabir edilen ve yalnız bir yerde kırk gün boyunca uygulanan halvet metodu “günümüzde yapılmamaktadır” denebilir.46

Uzlet ise Arapça’da “halktan uzaklaşıp ayrı yaşamak” anlamında bir kelimedir.

Cürcanî Ta’rifat’ta “inziva ve inkıta’ yoluyla insanlardan ayrılmak” diye açıklamıştır.47 Müride başlangıçta uzlet gerekir. Bu, halkın şerrinden veya halk onun şerrinden korunsun diye değil, kötü ahlâktan ayrılma anlamındadır.48 Kuşeyrî der ki; “Halvet, safvet ehlinin sıfatı, uzlet vuslat ehlinin emaresidir. Başlangıç halinde bulunan bir

41 Araf 7/112.

42 Özdağ, Feyizler, IV, 50.

43 Özdağ, Feyizler, IV, 68.

44 Cürcânî, Kitabü’t-Ta‘rifât, s.164.

45 Nur 24/37

46 Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri, s. 249.

47 Cürcânî, Kitâbü’t-Ta‘rifât, s. 227.

48 Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri, s. 672.

müridin hemcinsinden ayrı yaşaması (uzlet)gerektiği gibi, nihayet halinde üns mertebesi gerçekleştiği için halvet halinde bulunması şarttır. Uzleti tercih edenin maksadı, halkın şerrinden selamette olmak değil, insanların kendi şerrinden salim olmalarını kastetmek olmalıdır. Hakikatte uzlet kötü huylardan ayrılmaktır. Bunun için Tasavvuf’ta arif hakkında “zahirinde halk ile beraber olsa bile batınen yani sırrıyla onlardan ayrı olan kimsedir.” denmiştir. (halvet der encümen- kane fe-bane) Dolayısıyla mutasavvıflar uzleti iki noktadan ele almışlardır. Bazıları nefsinden ve kötü huylardan ayrılma olarak değerlendirmiş bazıları da halktan ayrı kalmanın dinen daha selâmetli olduğunu savunmuşlardır.49

Kur’an’da uzlet ile ilgili Ashab-ı Kehf’e hitaben “Mademki onlardan ve Allah’tan başka tapmakta olduklarından ayrıldınız, o halde mağaraya çekilin ki Rabbiniz size rahmetini yaysın, içinde bulunduğunuz durumda yararlanacağınız şeyler hazırlasın.”50 buyrulmaktadır. Peygamberimizin nübüvvetten önceki hayatına baktığımızda halvet ve uzleti tercih ettiği dönemin, vahyin gelmesinden önceki zamanlarda olduğunu görüyoruz. Özellikle risaletle tanışacağı vakit yaklaştıkça insanlardan, eşinden dostundan sık sık ayrılıp azığını yanına alarak mağaraya çekiliyor ve kendini ibadete veriyordu.

Feyzi Efendi’nin yaşantısında halvet ve uzletin ayrı bir yeri vardır. Fakat onun halvet ve uzleti geçmiş dönemlerdeki sufi uygulamalarının aynısı değildir. Çünkü yaşadıkları dönemler ve şartları birbirine benzememektedir. Ama bu farklılık sadece zahirde ve uygulama bakımından olup mana açısından değildi. Feyzi Efendi’de halvet ve uzlet düşüncesini oluşturan etkenleri şu şekilde sıralayabiliriz: Öncelikle her insanın kendine has fıtrî bir yapısı olduğu gibi Feyzi Efendi’nin de yaratılışından kaynaklanan özelliklerinin halvet ve uzleti tercihinde rolü vardır. Kendisi bu mizacını “Benim bedenim vahşî, ruhum ünsîdir” cümlesiyle ifade etmiştir. Burada bedenen, genel anlamda toplumla hızlı ve kolay iletişim kuramamayı, zahirde çabucak kaynaşamamayı kastetmektedir. Yoksa hususi anlamda gönül bağı kurup, yakınlık tesis ettiği nice dostları mevcuttur.51

Feyzi Efendi’nin Feyizler isimli eserde karakteristik özellikleri müellifin gözlemleriyle bize şu şekilde aktarılmaktadır:

49 Kuşeyrî, er-Risâle, s. 101-104.

50 Kehf 18/16.

51 Özdağ, Feyizler, IV, 78.

“Feyzi Efendi kalabalıktan sıkılırdı. Kendisine sık sık bakılmasından gayet rahatsız olurdu ve son derece utanırdı. Hayâ madeni bir insandı. Kalabalığa çıkınca gözlerinin karardığını, sanki başka bir âleme geçtiğini, bir süre kendisine gelemediğini dolayısıyla etrafındakilerle ancak bir müddet sonra diyalog kurabildiğini ifade ederdi.”52 Kur’ân talimi dersi verdiği talebelerine kendisi okurken harflerin telaffuzunu görmeleri için yüzüne bakmalarını tembih etmesi eğitim amaçlı olup yukarıda bahsedilenin dışındadır.53

“Feyzi Efendi’nin mizacında bariz olan niteliklerden biri de aşk ve şevk ehli bir kimse olmasıydı. Allah’a ve Resul’üne âşıktı. Onların dostlarına aşırı bir sevgisi ve muhabbeti vardı. Bu aşk ve şevk, gönül âleminde içten bir kaynamaya sebep olur sık sık âhlar çeker bu yöndeki iştiyakını ve hasretini dile getirirdi. Âşıkların özlerindeki bu içten içe yanış, yüzlerine yansıdığı için olmalı ki yüzüne bakılmasından rahatsız olur yalnızlıkta daha çok huzur bulurdu.”54

“Feyzi Efendi’nin yukarıda anlatıldığı şekilde bir karaktere sahip olmasına sebep olan sosyal nedenler de mevcuttur. Ailesinin bütün fertlerini birer birer kaybetmesinin kalbinde oluşturduğu kırıklık yanında daha çok o dönemlerde yaşanan sosyal olayların, topluma uygulanan baskı ve iftiraların son derece etkisi olmuştur.

Kâinatta var olan her şeyin bir sebebe bağlandığı ve her unsurun başka bir unsurdan etkilendiği hepimizce malumdur. İnsan hayatında olayların akışı, kaderin bir cilvesi olarak onu belli bir yöne doğru sürüklemektedir. Feyzi Efendi’nin çocukluğundan beri yaşadıkları da kendi iç âleminde bir inziva düşüncesinin yerleşmesine neden olmuştur.”55 Feyzi Efendi’yi tanıyanlar onun, tamamen evine çekildiği inziva hayatından önce yani gençlik dönemlerinde de dışarıya pek çıkmadığını söylemektedirler.56 “Hz. Pir Camii’nden başka yere gitmiyor” şeklinde hakkında emniyet tarafından tahkikat yaptırılması üzerine bazı zamanlarda Kastamonu’nun merkez camilerinden biri olan Nasrullah Camii’ne gittiğini belirtmektedirler. Dışarıya zaruretten çıktığında da başını bir boyun atkısı ile örttüğü,57 eline bir şemsiye alıp gerektiğinde onu kendine siper yaptığı o zamanın halkı tarafından görülüp

52 Özdağ, Feyizler, IV, 79.

53 Kalaycı, Karanlıktan Aydınlığa, s. 102.

54 Özdağ, Feyizler, IV, 79.

55 Özdağ, Feyizler, IV, 80.

56 Burhan Değer, 26.06.215 tarihli görüşme.

57 Kalaycı, Karanlıktan Aydınlığa, s. 58.

anlatılmıştır.58 İnzivaya çekilmeden önceleri zaman zaman teravih namazı için belli camilere gittiği bilinmektedir.59

Yaşadığı dönemin sosyal etkenleri, özellikle dindarca yaşamak isteyenlere yapılan baskılar sebebiyle, herkesin her şeyden korkutulduğu,60 âlimlere ve din adamlarına yaklaşamadığı bir devirde, kendini tamamen yalnız hisseden Feyzi Efendi, din ve diyanet erbabının ya kabuğuna çekildiği ya da istenilenlere ayak uydurduğu bu dönemde akıntıya kapılmayan biri olarak dikkatleri üzerine çekmiştir.61 Giyimi kuşamı, sakalı, kitaplara ve ulemaya düşkünlüğü ve Kur’an’a hizmet gayreti yaşadığı devrin şartlarıyla çeliştiği için bir sürü sıkıntı çekmiştir.62 Feyzi Efendi’yi inzivaya sevk eden etkenler Özdağ tarafından Feyizler’de şu şekilde tanımlanmıştır:

Yaşadığı şehirdeki insanların Feyzi Efendi’ye destek olmaması, korku ve bedbinlik dolu sözleri, kendisini zalimlere karşı savunacak ve koruyacak bir iki dostu dışında kimsenin kalmayışı, üstelik insanların Feyzi Efendi’nin aleyhine geçerek olumsuz tavır takınmaları, kınayıcı, hakarete dayanan davranışlarda bulunmaları63 onu uzlete iten sebeplerdendir. Feyzi Efendi hakkında “deli, akli dengesi bozuk” diye peşine adam takmışlardır. Evlenmesi gündeme gelince aleyhine doktorlar ayarlayıp deli raporu hazırlatırlar. Emniyet güçlerini tahrik edip gözaltına hapislere atılmasına neden olurlar.

Ziyaretçi kabul etmesini yasaklayıp, gelenleri takibe alırlar, sorgu suale tabi tutarlar.

Bütün bunlar Feyzi Efendi’nin o zamanki Kastamonu halkına darılıp gücenmesine neden olur. İç dünyasında inzivaya dönük bir arzusu ve meyli olması yanında dış dünyadaki etkenler ve baskılar da Feyzi Efendi’yi halvet ve uzleti tercih etmeye zorlamıştır. Nihayet Denizli’de 1943’te dokuz ay,64 Afyon’da 1948’de de on ay süren tutukluluk hayatı kendisini yorgun, bitkin ve hasta bir halde evinde durmaya zorlar.

58 Kalaycı, Karanlıktan Aydınlığa, s. 138.

59 Enver Eroğlu, 22.06.2015 tarihli görüşme.

60 Feyzi Efendi, Kastamonu halkının o dönemlerde çok korkutulduğunu şu ifadelerle anlatmıştır:

“Nasrullah Camii’nin ilk iki safı beyaz sarıklı hocalarla dolardı. İstiklal mahkemesi kurulmuş. Bakardık her gün iki-üç hoca gitmiş, yani asılmış. Samanpazarı vardı. Orada kala kala beş- altı kişi kalmış. Tabi bu durum halkı sindirmiş. Biri Üstad’ın kapısına baksa hemen karakol zaten karşısında, çekip bir araba (bir yığın) sopa atarlarmış.” Atasoy, Sır Kâtibi, s. 290.

61 Özdağ, Feyizler, IV, 83-88.

62 Küllüoğlu, Feyizli Sözler, s. 24.

63 Gençliğinde sokakta giderken cübbesini zorla çıkarttırmak isteyen bir yetkiliye rastlar. Başka elbisesi olmadığı için çıkaramayacağını söyler. O sırada olayı seyreden esnaf “Çıkarıver biz sana yenisini alıveririz.” diyerek kendisine hiç destek olmazlar. Atasoy, Sır Kâtibi, s. 61.

64 1943 yılının 6 Ekim tarihinde tutuklanan Feyzi Efendi üç ay Kastamonu hapishanesinde kaldıktan sonra 1944 yılının başında Denizli’ye sevkedilir. 15 Haziran 1944 tarihli Denizli Ağır Ceza Mahkemesi beraat kararında “6.10.1943’ten beri mevkuf sabıkasız Mehmet Fevzi Pamuk” ibaresi yazılıdır. (Şahiner, Üç Feyizli Nur, s. 21, 64.) Kasım 1943’te Kastamonu depremini hapishaneden gözlemlediğine dair hatıralarda bir bilgi yer almaktadır. (Kalaycı, Karanlıktan Aydınlığa, s. 243.) Bu durumda 3 ay Kastamonu’da 6 ay da Denizli’de tutuklu kalmıştır.

Ziyaretçileri gelip gitmektedir. Artık bir karar vermelidir, evinden çıkıp baba mesleği olan hırdavatçılığı devam mı ettirsin yoksa içten içe niyetinde65 olan inzivayı mı tercih etsin. Bunları düşünürken Hikem-i Ataiyye’den İbn Atâullah İskenderî’nin şu sözleriyle karşılaşır: “Ey Hakk’ın rızasına talip olan kişi! Allah Teâlâ sebepler içinde bulunmanı takdir buyurmuş iken, senin uzleti istemen gizli bir şehvetten kaynaklanır.” devamında ise şöyle yazmaktadır. “Ve (tam tersine) Allah Teâlâ tecritte (uzlet halinde) olmanı takdir buyurduğu halde senin sebepleri istemen yüksek himmetten düşmen anlamındadır.” Feyzi Efendi bu sözlerden “en güzel çıkış yolunun ihlas ve hüsnü-niyet olduğunu, nerede olursa olsun nefis ve şeytanın hilelerinden kaçış olmayacağını, ölüm gelmedikçe imtihanın bitmeyeceğini” anlar ve kendisini Rabbine havale eder ve olayların gidişatını gözler. Günden güne kendisini ziyaret edenler sohbetini dinlemeye gelenler arttıkça evinin bir köşesini hem mescit hem medrese, bir bakıma sohbet yeri, bir bakıma da bir çilehane yapar ve kapısını da Allah’ın kullarına açık tutar.66

1948’de Afyon hapishanesinden döndükten sonra cuma namazları ve (yaz mevsiminde bronşit hastalığına iyi geldiği için çam havası almak üzere çıktığı) kır gezintileri hariç ömrünün sonuna kadar inziva hayatını devam ettirmiştir. Feyzi Efendi’nin kendi şahsına mahsus olan bu halvet ve uzlet hayatı kırk bir yıl sürmüştür.

Bu enteresan inziva hayatını kendisi de şu cümlesiyle dile getirmiştir. “Bana evden, sen çok zor olan bir yolu seçmişsin, diyorlar. Gerçekten de öyle… Çünkü benim halim, ne tam inzivaya ne de tam ihtilata benziyor.”67 Hemen hemen her gün evine gelen birkaç kişi veya birkaç grup ziyaretçiyle ilgilenmesi; farklı ruh halleri, farklı beklentileri, farklı meşrepleri olan bu şahısların ihtiyacına uygun sohbet etmesi gibi hiç de kolay olmayan bir hayat tarzını seçmiş olması hasebiyle Feyzi Efendi bu ifadeyi kullanmıştır.

Feyzi Efendi’nin bu inziva şekli, kendisinin Hafız Ömer Efendi vasıtasıyla intisap ettiği Nakşî silsilesinin68 “halvet der encümen” prensibine de uygun düşmektedir. Kendisi de tasavvuf büyüklerinin “bâ heme bî heme”69 ifadesini naklederek görünüşte halk ile ama gönülde Allah ile beraberlik esasını izah etmiştir.70

65 Aslında Feyzi Efendi inzivaya 1937 de askerlik dönüşü niyet etmiştir. Fakat Bediuzzaman’la tanışmış olması ve onun hizmetinde bulunması sebebiyle tam olarak inziva gerçekleşememiştir. Bunun için ara sıra şaka yollu da olsa “Halimiz ne inzivaya ne de ihtilata benziyor, berzahta kaldık.” demiştir. Özdağ, Feyizler, IV, s. 84, dpn. 43.

66 Özdağ, Feyizler, IV, 83-88.

67 Özdağ, Feyizler, IV, 88.

68 Bkz. Kalaycı, Karanlıktan Aydınlığa, s. 291.

69 “Görünüşte halk ile ama gönülde Allah ile beraberlik,” anlamına gelen “hem onlarla hem de değil”

şeklinde çevirebileceğimiz bir ifadedir.

70 Özdağ, Feyizler, IV, 89.

Halvet ve uzlette niyet açısından son derece önemli bir inceliği de Feyzi Efendi’nin hatıralarından bir örnekle şöyle izah edebiliriz: Şahsın biri, bir gün Feyzi Efendi’ye gelerek “A Efendi! İyi ki dışarı çıkmıyorsunuz. Dışarısı görülecek gibi değil;

insanlar bozuldu, çok fena…”gibi yakınmalarla çevreyi kötüleyerek güya Feyzi Efendi’yi övmek ister. Feyzi Efendi bu sözlerden çok rahatsız olduğunu belli ederek şu şekilde cevap verir: “ Kardaşım, ben bu inzivaya dışarıyı ve insanları kötü gördüğümden veya onların kötülüklerinden kurtulmak için çekilmiş değilim. Tam aksine benim habis nefsimin onlara zararı dokunmasın diye, kendimi buraya hapsettim...”71 Bu konu aynı şekilde halvete çekilenin niyeti ile ilgili olarak Kuşeyrî’nin er-Risâle’sinde şu cümlelerle geçmektedir: “Uzleti tercih eden kimse, bu uzletiyle insanları kendi zararından kurtardığına itikat etmeli, yoksa kendisini onların kötülüğünden kurtardığını düşünmemelidir.”72 Burada Feyzi Efendi’nin tevazu prensibinden taviz vermediğini ve yaptığı davranışlarda klasik usül ve kaideleri gözettiğini anlamış olmaktayız.

3.1.4.Takva

Arapça “korkma, sakınma, kaygılanma” anlamında bir kelimedir.73 Cürcânî bu terimi, “Allah’ın ceza vermesinden, ona itaat etmek suretiyle korunmak; emri terk veya yasağı çiğnemek suretiyle cezayı hak edecek fiillerden nefsi korumak” şeklinde tarif eder.74

Kur’an-ı Kerim’de “takva” kelimesinin ve türevlerinin geçtiği pek çok ayet vardır. Bunların anlam içeriğinde; takva ehline dünya ve ahirette verilecek nimetler, insanın takva sayesinde kazandığı değer, Allah katında üstünlüğün takvaya göre oluşu,75 Allah’ın müttekiler için ahirette hazırladığı ayrıcalıklar sıkça yer alan konulardır. Bu ayetlerden bir kaçı şunlardır: “Allah müttekileri sever.”76 “Takva sahiplerinin gözünde dünya ve nimetleri gayet az ve son derece basittir.”77 “Ey iman edenler! Eğer Allah’tan sakınırsanız, O size iyiyi kötüden ayırt edecek bir anlayış verir. Ve sizin kötülüklerinizi

71 Özdağ, Feyizler, IV, 90.

72 Kuşeyrî, er-Risâle, s. 102.

73 Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri, s. 625.

74 Cürcânî, et-Ta‘rifât, s. 129.

75 Hucurat 49/13.

76 Âl-i İmran 3/76.

77 Nisa 4/77.

örter, sizi bağışlar.”78 Peygamber Efendimiz takvayı anlatırken eliyle kalbine işaret ederek “Takva buradadır” buyurmuş ve takvanın gönülde oluştuğunu belirtmiştir.79

Mutasavvıflar da takva için pek çok tanım yapmışlardır. Bu tanımların genelinden bir çıkarımda bulunacak olursak, “Gittikçe incelen ve hassaslaşan bir korunma duygusundan” söz edilmektedir, diyebiliriz. Yani “Allah ile arana giren her şeyden sakın, hatta Allah’ın dışında her şeyden sakın” anlamı içeren sufi sözleri klasik kaynaklarımızda yer almaktadır.80 Bu hassaslığın uç noktalarında yaşamış bir müçtehit olan İmam-ı A’zam Ebû Hanife’ye ait bir örneği burada verebiliriz. “Ebû Hanife alacaklısına ait bir ağacın gölgesinde, “Borç olarak verilen paranın temin ettiği her türlü fayda, faizdir”81 gerekçesiyle oturmazdı.82 Kuşeyri’de geçen örneklerden biri de Bâyezid-i Bistâmî’ye aittir. Bâyezid-i Bistâmî bir gün camide asasını yere diker, asa da başka bir ihtiyarın asasının düşmesine neden olur. İhtiyar eğilir ve bastonunu alır ve gider. Bâyezid-i Bistâmî ihtiyarın peşinden evine kadar gidip “yere eğilmesine sebep olduğu için” helallik ister.83 Burada kademeli olarak yükselen bir takva anlayışından söz etmemiz mümkündür. Yani denilmiştir ki; “Avamın takvası şirkten, havassın takvası günahtan, evliyanın takvası amellerini manevi derecelere vesile etmekten sakınmaktır.

Nebilerin takvası ise amellerini kendilerine nispet etmekten korunmaktır.”84

Feyzi Efendi’nin meslek ve meşrebinde, söz ve hareketlerinde, hal ve tavırlarında öncelikle göze çarpan bir niteliği de takva sahibi olmasıdır. Hayatına ayırdığımız bölümde de belirttiğimiz üzere ömrünün çoğunu dindarlığı sebebiyle baskı altında geçirmiş bir insan olarak, yaşadığı günleri zaman zaman dinleyenlere anlatmıştır. Olayları gayet yalın ve basit anlatmasına rağmen dinleyenler, içlerinden bu durumları yaşatanlara son derece öfke duyup içlerinden tepki verdiklerini ama onun hemen ziyaretçileri yatıştıran şu cümleleri kurduğunu rivayet etmektedirler:

“Bunları size şikâyet olsun diye değil, hikâye olsun diye; hakkımda malumatınız olsun, mahiyetimi bilesiniz diye anlatıyorum. Başka maksadım yoktur.” deyip Allah’ın kendisini nice fırtınalı, badireli dönemlerden selamet sahiline ulaştırdığını hamd ü sena ile yâd ettiğini belirtmektedirler.85 Bazen de o günler için “ Cefası gitti, safası kaldı”

78 Enfal 8/29.

79 Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, VIII, 435.

80 Bkz. Kuşeyrî, er-Risâle, s.105.

81 Suyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, nu. 6336.

82 Kuşeyrî, er-Risâle, s. 107.

83 Kuşeyrî, er-Risâle, s. 107.

84 Kuşeyrî, er-Risâle, s. 108.

85 Özdağ, Feyizler, IV, 95-96.

diyerek yaşadığı zorlu imtihanların kendisine manevi nimetler getirdiğine işaret etmiştir.86

Feyzi Efendi’nin bize nakledilen takva örneklerinden birisi de şu hikmetli serzenişidir: “Bazen düşünüyorum da, acaba şimdiki rahatımız ve bolluğa ermemiz, çektiğimiz bunca sıkıntıların ve belaların bu dünyada acilen verilen bir karşılığı mı, yoksa bir istidrâc mı? Ahirette değil de dünyada mı karşılığını alıyoruz diye korkuyorum... Haddinden fazla bir bolluk var. Sonra da çoluğu çocuğu düşünüyorum.

Teehhül ederken (evlenirken) ‘Bu adam çoluğunu çocuğunu aç bırakır, bakamaz...’ gibi rızık hususunda ileri geri konuşanlar aklıma geliyor. Sonra da Cenab-ı Hak onları, bu hâlimizle mahcup bıraktı diye müteselli olmaya çalışıyorum, ferahlıyorum...”87

Feyzi Efendi sohbetlerinde “takvanın da rızık sebebi olduğunu ve rızka Allah’ın kefil olduğunu” sık sık ifade etmiştir.88 Zariyat suresindeki “Rızkınız ve va’d olunduğunuz (cennet) göktedir.”89 ayetini ve ardından da giydiğimiz elbisenin bile gökten indirildiğini ifade eden “Ey âdemoğulları! Size avret yerlerinizi örtecek bir elbise bir de süs elbisesi indirdik. Fakat takva elbisesi işte o daha hayırlıdır.”90 ayetini birlikte zikrederek gökten inen yağmur sayesinde bitkilerin yetiştiğini, o suyla ve bitkilerle beslenen hayvanların yününden de elbiselerin dokunduğunu anlatmıştır.

Ayette geçen iç örtünme elbisesi ve bunun yanında ziynet elbisesinin anlamını açıklayarak namaz kılarken en iyi elbiselerin giyilmesini tavsiye etmiştir. Bunu da “Ey Âdemoğulları, her namazda süslü elbiseleri giyin.”91 ayetine istinaden söylemektedir.

“Ütüsü bozuluyor diye iyi elbise giymemek olmaz ama başka elbisesi yoksa onunla kılar.” diye açıklama yapmış, sonra da takva elbisesinin en hayırlısı olduğunu defalarca vurgulamıştır.92

Feyzi Efendi’nin takvanın insana kazandırdığı değerler hakkındaki sözleri de şunlardır: “Müminin dâr’u-l fünûnu takvadır. Cennet müttakî müminler için müheyyadır (hazırlanmıştır).” “Kuru kuruya cenneti istemek kâfi değildir. Önemli olan cennetin seni istemesidir. Cennetin bizi istemesi ise takva yoluyla hâsıl olur.”93 Burada Feyzi Efendi takva ile elde edilen iki ana unsur üzerinde durmuştur:

86 Küllüoğlu, Feyizli Sözler, s. 22, dpn. 2.

87 Özdağ, Feyizler, IV, 97.

88 Kalaycı, Karanlıktan Aydınlığa, s. 235.

89 Zariyat 51/ 22.

90 A’raf 7/26.

91 A’raf 7/30.

92 Kalaycı, Karanlıktan Aydınlığa, s. 359.

93 Özdağ, Feyizler, IV, 98.

Birincisi takvanın müminler için bir üniversite niteliği taşımasıdır ki “Takvaya tutunan kimseye Allah öğretir.” “ ُ َّللَّا ْمُكُمِِّلَعُي َو َ َّللَّا اوُقَّتا َو”94 ayetinden iktibas edilerek söylenmiş bir cümledir. Feyzi Efendi bu ayeti kendi üslûbunda “Takva ehli, ilahî ta’lime mazhardırlar.” şeklinde ifade etmektedir.95 Burada ilim kavramını, iki açıdan yani satırlarda ve sadırlarda olan şekliyle anlamak gerekir. Sadırlara ilka edilen ilmin elde edilmesi takva ile olur.96 Feyzi Efendi âlim bir kimsenin de Kur’an-ı anlamaya vesile olan ilimleri öğrendikten sonra takva üzere yaşaması gerektiğini, ancak bu şekilde ilhama mazhar olabileceğini söylemiştir. Âlimin hakiki üniversitesinin takva olduğunu sıklıkla hatırlatmış, gerçek ilmin kalpte olan ilim olduğunu, satırlarda kalan bilgi olmadığını da belirtmiştir.97

Takva ile kazanılan ikinci unsur özellikle müttakîler için hazırlandığı Kitabullah’ta bildirilen cennettir.98 Feyzi Efendi cennet ile müttakî mümin arasındaki bağlantıyı, âşık ile maşuk arasındaki alakaya benzetmektedir. Sohbetlerinin neredeyse hepsinin cennete ve cemale çağrı niteliğinde olduğu ifade edilen Feyzi Efendi, bu fikrî

Takva ile kazanılan ikinci unsur özellikle müttakîler için hazırlandığı Kitabullah’ta bildirilen cennettir.98 Feyzi Efendi cennet ile müttakî mümin arasındaki bağlantıyı, âşık ile maşuk arasındaki alakaya benzetmektedir. Sohbetlerinin neredeyse hepsinin cennete ve cemale çağrı niteliğinde olduğu ifade edilen Feyzi Efendi, bu fikrî