• Sonuç bulunamadı

TÜRKİYE’DE MUHAFAZAKÂRLIK VE (NEO)LİBERALİZM ARASINDAKİ KOALİSYONUN GELİŞİMİ

1.KOALİSYONUN İDEOLOJİK BOYUTU: NEOLİBERALİZMİN STRATEJİK ARACI OLARAK MUHAFAZAKÂRLAŞMA

3. TÜRKİYE’DE MUHAFAZAKÂRLIK VE (NEO)LİBERALİZM ARASINDAKİ KOALİSYONUN GELİŞİMİ

Neoliberal politikalar birinci bölümde anlatıldığı üzere emek ve sermaye kesiminin kompozisyon ve güç ilişkilerine bağlı olarak değişik şekillerde hayata geçirilmiştir. Türkiye’de de neoliberal politikalar birçok Latin Amerika ülkesinde olduğu gibi askeri darbe eliyle uygulamaya konulmuştur. Bu anlamda 1980 tarihi bir kırılma noktasını işaret etmektedir. 1980 sonrasında neoliberalizm bir yandan ekonomik anlamda serbestleştirme politikalarının, diğer yandan da muhafazakâr düşüncenin hâkim hale gelmeye başladığı bir politika demeti olarak ortaya çıkmıştır. Ancak tezin ana sorunsalı olan 1980 sonrası muhafazakârlık ve neoliberalizm ilişkisini ve bu ilişkinin mekânsal yansımasını ortaya koymak için Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren muhafazakârlığın siyasal, ekonomik ve gündelik yaşam pratiği içerisinde değişen seyrinin ortaya konulması gerekmektedir. Dolayısıyla bu bölüm Cumhuriyetin ilanından itibaren bazen gömülü bazen de görünür bir seyri olan muhafazakârlık-cumhuriyet geriliminin tarih ve mekân üzerinden okuma çabasının ürünü olacaktır.

Ancak, bu şekilde bir tarih okumasının aynı zamanda ekonomik temel üzerine dayandırılarak ele alınması zorunludur. Çünkü tezin temel varsayımı muhafazakârlık ve liberalizmin birbirini besleyen ve tarih sahnesinde kısa süreli kesintiler dışında birçok zaman farklı stratejilerle birbirini besleyen ideolojiler olduğudur ve tez bunu Türkiye tarihi ve mekânı üzerinden doğrulamayı hedeflemektedir. Bu anlamda da özellikle Cumhuriyetin ilk yıllarında muhafazakârlığın gömülü olarak yaşandığı yıllar (Lewis, 1952: 42) ile muhafazakârlığın görünür olmaya başladığı ve siyasallaşarak yükseldiği yıllarda ekonomik işleyişte ciddi farklılıklar olduğu ve bu ekonomik işleyişin muhafazakâr ideolojinin yükselişi ile ilişkilendirilebileceği varsayımı üzerine şekillenmektedir.

138

Ele alınan bu kapsam çerçevesinde 1923’ten günümüze kadar olan süreç beş bölüm halinde incelenmiştir. 1980 Askeri Darbesi ile başlayan neoliberal dönüşüm öncesi süreç içerisinde 1923-1945 arası muhafazakârlığın kırsalda gömülü olarak yaşandığı yıllar, 1945-1960 arası göç neticesinde gecekondular aracılığıyla muhafazakârlığın kırsal alandan kentsel alana taşınarak görünür hale geldiği yıllar, 1960-1980 arası ise ülke ve dünya ölçeğinde yaşanan ideolojik gerilimlere bağlı olarak muhafazakârlığın siyasallaştığı (militanlaştığı) yıllar olarak ele alınıp incelenmiştir. 1980-2002 arası dönem ise neoliberal dönüşümün hızla hayata geçirildiği ve bu doğrultuda idari, hukuki müdahalelerin değişen ölçeklerde uygulamaya konulduğu bir dönem olmuştur. Ekonomik ve siyasi anlamda bu dönüşümler yaşanırken muhafazakârlık değişik aktörler üzerinden hissedilirliğini bu süreçte artırmıştır. 2002 sonrası süreç ise kesintisiz şekilde muhafazakâr karakterli ve neoliberal politikaların en katıksız biçimde uygulayıcısı olarak AK Parti’nin yönetimde olduğu, neoliberal-muhafazakâr hegemonyanın da hakimiyetini keskin şekilde ilan ettiği bir dönem olmuştur.

Tüm bu tarih akışı içerisinde ekonomi politikalarda ve ideolojik yapıdaki değişime koşut olarak mekândaki gelişmeler izlenmeye çalışılmıştır. Tezin birinci bölümünde muhafazakârlık ve (neo)liberalizm arasında hem ideolojik hem de mekânsal anlamda varolduğu varsayılan koalisyonun üzerine şekillendiği tüm değer, kavram ve kurguların sınaması bu bölümde yapılmıştır.

Devrimci ve modernist bir atılımla başlayan Cumhuriyet macerasının muhafazakâr bir dönüşümün yıkıcı biçimde yaşandığı günümüze kadar geçirdiği değişim sürecinin aynı zamanda devletçi bir ekonomi modelinden neoliberal bir ekonomi modeline dönüşümü içerisinde barındıran tarihsel süreçle örtüştüğü için, tezin temel varsayımı olan neoliberalizm ve muhafazakârlık arasındaki ilişkinin ortaya konulabilmesi için Cumhuriyet tarihi oldukça elverişli bir çalışma ortamını sunmuştur.

139

3.1. 1923-1945 ARASI DÖNEM: AYDINLANMA PROJESİ OLARAK CUMHURİYET’İN YÜKSELİŞİ VE GÖMÜLÜ KALAN MUHAFAZAKÂRLIK

Cumhuriyet Devrimi bir anlamda 18.yy’dan itibaren Osmanlı’da başlayan modernleşme çabalarının en net ve keskin sonucu olarak tarihteki yerini almıştır. III.

Selim ve II. Mahmut dönemlerinde başlayan, Tanzimat ve Meşrutiyet Dönemleri ile süren modernleşme süreci toplumun belirli kesimlerini, sınırlı bir amaç çerçevesinde dönüştürmeyi hedeflediğinden bu süreç toptan devrimci bir dönüşüm yaratmamış ve sonuçta 18. yy sonu ve 19.yy başına gelindiğinde geleneksel ve modern kurumların yan yana durduğu eğreti bir görünüm oluşmuştur. Osmanlı’da bu dönem teknolojik modernleşmenin hızla geliştiği, ancak siyasal modernitenin eşitlikçi, hürriyetçi ve seküler yaşamı referans veren yüzünün ise sürekli gerilim yarattığı bir dönem olmuştur (İrem, 2008: 19). Çünkü yaşanan bu modernleşme sürecinin aktörleri hiçbir zaman radikal bir dönüşümün taraftarı olmamışlar; modernleşmeyi bir medeniyet meselesi olarak görmemişlerdir (Ortaylı, 2007: 11).

Osmanlı’nın modernleşme serüveni öncelikle batı karşısında alınan askeri yenilgiler neticesinde ordu içerisinde teknolojiye dayalı modernleştirme hareketleri biçiminde başlamış,58 daha sonrasında ise devletin bekasını önceleyecek şekilde saray ve bürokrasinin modernleştirilmesi biçiminde sürmüştür. Birinci dönem olarak

58 Osmanlı tarihi içerisinde modernleşme çabaları III. Selim döneminde (1789-1807) başlamıştır. Lewis (2004)’e göre III. Selim Dönemi askeri alanda yapılan reformlar aracılığıyla Fransız Devrimi fikirlerinin Müslüman Türklere aktarılmaya başlandığı dönemdir. Bu dönüşümde itici güç İmparatorluğun 1787-1792 arasında Rusya ve Avusturya karşısında uğradığı ağır yenilgiler olmuştur. 16. yy’dan itibaren tımar sisteminin bozulması ve devlet otoritesinin zayıflamasına paralel olarak toplum içerisinde merkezi otoriteyi temsil eden padişahtan başka eşraf ve ayan gibi periferik güçler oluşmuştur (İnalcık, 2006: 23).

Ortaya çıkan bu yetki odakları, vergi ve asker toplama gibi devletin kendi hükümranlık alanına giren temel konularda bile geri adım atmasına sebep olmuştur. İçeride ve dışarıda yaşanan tüm bu sorunları çözmek adına ilk olarak merkezi yönetimin güçlendirilmesi yönünde düzenlemeler yapılmıştır (Söğütlü, 2008:

55;Keyder, 2005: 121, 122). Bu kapsamda yenilik hareketleri merkezi idarenin en güçlü yapısı ve Osmanlı’nın ekonomik ve siyasal sisteminin en önemli kurumu olarak ordu içerisinde başlamıştır. Bu yenilik sürecinde merkeziyetçi reformların önündeki en güçlü engeli oluşturan Yeniçeri Ocağı tasfiye edilmiş, batı tarzı askeri birlikler oluşturulmuş ve batılı tarzda eğitimden geçmiş kadroları yetiştirmek üzere yeni okullar açılmıştır (Lewis, 2004: 82-83). Tüm bu yenilik çabaları görüldüğü üzere kısıtlı bir çerçevede ele alınmış ve 19.yy içerisinde yürütülen modernleşme sürecinin kapsamı kurumsal ve sembolik düzeyde kalmıştır.

140

adlandırabileceğimiz ordu merkezli modernleştirme, teknoloji anlamında batılı örnekler seviyesine ulaşma çabasında iken, Tanzimat’la birlikte doruk noktasına ulaşan ikinci dönem ise siyasal alanda dönüşümleri içeren, devletin idari yapısına ve bürokrasiye yönelik yenilikler biçiminde sürmüştür. Birinci dönem içerisinde modernleşme projesi salt teknoloji odaklı ele alınırken, ikinci dönem ise merkezi yönetimi güçlendirecek idari dönüşümler biçiminde gelişmiştir.59 Ancak altını çizmek gerekirse iki dönem içerisinde de modernitenin sosyal hayatı ve bireyi batıdaki örneklerinde ortaya çıktığı şekilde ele alan ve kökten dönüşümü hedefleyen yüzü benimsenmemiştir. Çünkü modernitenin batılı anlamda sosyal yaşamı ve toplumu ele alış biçimi “geleneksel düzeni yıkan, geleneği bozan ve tebaa içinde değer/anlam ve kimlik yıkımına neden olan bozguncu fikirlere olanak verdiği için reddedilmiştir” (İrem, 2008: 19).

Cumhuriyet devrimi bu anlamda bir sürecin sonucu olarak Türk modernleşme tarihinde kırılma noktasına işaret eder. Cumhuriyetle birlikte modernleşme çabaları kısmi değişim ve dönüşümden öte toptan devrimci bir hal almıştır. Bu durum Söğütlü tarafından

“Türk modernleşmesinde ihya fikri, yerini inşa fikrine bırakmıştır” (Söğütlü, 2008: 46) biçiminde ifade edilmiştir. Gerçekleşen dönüşüm artık 18. yy’da başlayan modernleşme hareketleri gibi belli konularda ve sembolik olarak batı toplumları düzeyine ulaşmakla sınırlı değil, tam anlamıyla modern bir toplum yaratmayı ve yaşatmayı hedeflemiştir (Hanioğlu, 2005: 61).

Osmanlı döneminde devlet kurumları özelinde yürütülen modernleşme pratikleri Cumhuriyet dönemiyle birlikte sosyo-kültürel alanı da kapsayacak şekilde ve bu alanın modern değerlerin yaşayabileceği biçimde yeniden tanzim edilmesine yönelik bir takım radikal değişiklikleri kapsayacak şekilde hayata geçirilmiştir (İrem, 2008: 14). Bu dönem içerisinde gündelik hayat ve idari işleyişe ilişkin birçok devrim hayata geçirilirken, bu

59Osmanlı tarihindeki en köklü dönüşümlerden birine işaret eden Tanzimat döneminde, öncesinde 1500 memurdan oluşan merkezi bürokrasi nüfusu 100.000 civarına ulaşmıştır (Tekeli ve İlkin, 1993).

141

devrimlerin içselleştirilip yaşamda kalıcı olabilmesi için kentsel mekân da etkin şekilde kullanılmıştır. Bu devrimlerin hayata geçirilmesi ile birlikte etkileri günümüze kadar taşınan gerilim ortaya çıkmıştır. Bu gerilimin ideolojik kampları muhafazakârlık ve cumhuriyetçilik olmuştur.

Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı bakiyesi üzerine şekillenmiş ancak kuruluş felsefesi büyük oranda eski döneme ait gündelik hayat ve siyasal pratiklerin reddi üzerine inşa edilmiştir. Yeni kurulan rejim cumhuriyet olarak ilan edilirken, Osmanlı dönemine ait yönetim sisteminden öte gündelik hayata ilişkin pratikler ve semboller tümden değiştirilmiştir. Saltanat ve hilafetin kaldırılması gibi makro ölçekli dönüşümlerin yanında, Latin Alfabesinin Kabulü (1 Kasım 1928), Medeni Kanun’un Kabulü (4 Ekim 1926), Miladi Takvimin Kabulü (1 Ocak 1926), Şapka İnkılabı (25 Kasım 1925), Dini Tarikatlerin Dağıtılması (30 Kasım 1925), Tevhid-i Tedrisat Kanunu (3 Mart 1924), İslamiyet’in devletin resmi dini olmaktan çıkarılması (10 Nisan 1928) gibi hukuki düzenlemeler aracılığıyla gerçekleştirilen devrimler ile köklü bir dönüşüm hedeflenmiştir. Ancak bu devrimlerden birçoğu toplumun bütün kesimlerinde aynı oranda etkili olmamış, muhafazakâr kesim tarafından eleştirilmiş ve tepkiyle karşılanmıştır.60

Cumhuriyetçi kadro hedeflediği devrimci dönüşümü hâkim ve sürekli kılmak için siyasal ve idari alanda yaptığı dönüşümleri mekândaki pratikler eliyle uygulamaya sokmuş ve gündelik hayatı değiştirmeye dönük bu hamle cumhuriyet ve muhafazakâr

60 Muhafazakâr kesimin cumhuriyet ideolojisinin yarattığı toplum ve insan anlayışına gösterdiği tepkilere ilişkin geniş bir yazın bulmak mümkündür. Bu yazınların içerisinde birçok eleştiri konusunu topluca ele alması açısından aşağıdaki alıntı çarpıcıdır: “Cumhuriyet modernleşmesiyle yeni bir tarih, yeni bir kimlik ve bu kimliğe uygun bir milli din yaratma sevdasında olan cumhuriyet seçkinleri, verili gerçekliğe, tarihsel ve toplumsal tahayyülün içinden bakmayıp ve toplumun kültürel kodlarının farklılıklarını hesaba katan bir çerçeve içinde yaklaşmayıp, kaynağını pozitivist ilerlemecilik yaklaşımından alan belirli ilkeler demeti doğrultusunda, ‘toplumu, siyasal, ekonomik, toplumsal ve kültürel tüm yönleriyle değiştirmeyi, yenileştirmeyi, çağdaşlaştırmayı amaç edinmek’ mantığı ile tarihi sürekliliğin inkârı anlamına gelecek özsel bir kopuş gerçekleştirmeyi amaç edinmişlerdir” (Çaylak ve Çelik, 2008: 56). Görüldüğü üzere muhafazakâr kesim Cumhuriyet’i, Osmanlı ile sembolize edilen ve barındırdığı uzun tarihsel geçmiş içerisinde süreklilikten bir kopuş, geleneksel olanın (özellikle dine dayalı gelenekselciliğin) bozguna uğratılması ve tarihsel akışın seyrini bozucu zorlama bir dönüşüm süreci olarak görmüştür.

142

kesim arasındaki gerilimi ideolojik alanla birlikte, bu ideolojinin praksis alanına dönen mekâna da taşımıştır. Dolayısıyla devrimci cumhuriyet ideolojisi ve bu ideolojinin praksis alanı olarak mekânın, cumhuriyet ve muhafazakârlık arasında gerilimin yansıdığı iki ölçek olarak çözümlenmesi gerekmektedir.

İdeolojik açıdan muhafazakârlık ve cumhuriyetçilik arasındaki gerilim ele alındığında Cumhuriyet Devrimi’nin muhafazakâr kesim tarafından tepkiyle karşılanmasının tezin birinci bölümünde açıklandığı üzere muhafazakârlığın belirli ideolojik köklerinden kaynaklandığı görülür. Öncelikle “devrim fikri” 1789 Fransız Devrimi’ne tepki olarak doğmuş muhafazakâr ideoloji açısından mutlak şartla reddedilmesi gereken bir düşüncedir. Muhafazakâr ideoloji daha öncesinde belirtildiği üzere devrim fikrinden öte, tedrici değişim (evrim) fikrine sıcak bakması sebebiyle tarihsel süreçte kırılmalar ve kopuşlardan öte sürekliliğe dayalı kısmi değişimi benimsemiştir. Bu anlamda Osmanlı döneminde 18. yy’dan itibaren başlayan modernleşme hareketleri içerisinde kısmi ve kısıtlı değişim fikrine dayalı; var olan sistemi onarma gayretindeki modernleşme sürecinin Cumhuriyetle birlikte keskin bir kopuş haline dönüşmesi tepkiyle karşılanmıştır. Bu doğrultuda ani ve kökten dönüşümü hedefleyen Harf Devrimi, Kılık Kıyafet Devrimi, Tevhid-i Tedrisat gibi kanunlar neticesinde ortaya çıkan birçok yapısal dönüşüm muhafazakâr kesim tarafından benimsenmemiştir. Çünkü bu devrimlerin birçoğu muhafazakâr yaşama ilişkin gündelik hayatı kökten dönüştürme hedefinde olmuştur. Kısacası birinci bölümde ontolojik olarak açıklanan muhafazakârlığın devrim fikrine karşı olumsuz duruşu Cumhuriyet döneminde de muhafazakâr kesim içerisinde varlığını sürdürmüştür.

Muhafazakâr ideolojinin yapısal özelliklerinden bir diğeri olan geçmişe referansa dayalı gelenekselcilik de Cumhuriyet’e karşı tepkinin bir başka kaynağı olmuştur.

Muhafazakâr ideolojinin kendi iç kurgusu içerisinde “Geleneğin icadı, …tarihsel sürece kaçınılmaz olarak eşlik eden ve Müslümanların güçten düşmesinden sorumlu tuttukları

143

‘saflığı bozan unsurlar’dan ve ‘ilaveler’den Müslümanları ‘arındırmak’ üzere islamcılara güçlü bir ideolojik araç sunmuştur (Ayoob’dan akt. Gürel, 2004: 21). Bu anlamda muhafazakâr ideoloji ontolojik olarak birinci bölümde de belirtildiği üzere belirsiz bir yapıbozum süreci sonunda oluşacak gelecek fikrinden öte denenmiş olan geçmişe referans vermeyi tercih eder. Muhafazakâr ideolojinin referans verdiği hep geçmişte yaşanmış bir altın dönemdir.61 Cumhuriyet ise muhafazakâr düşüncenin binyıllık bir tarihi geçmişin birikimi olarak “İslam’la iç içe geçmiş…ve içerisinde büyük bir imparatorluk tarihi barındırmakta” (Akıncı, 2012:182) olan Osmanlı ile özdeşleşen bu altın dönemi devam ettirmek yerine ondan köklü şekilde kopuşu (devrim) hedeflediği için olumsuzlanmış ve benimsenmemiştir.

Cumhuriyet Devrimi’nin yaratmaya çalıştığı insan figürü ile muhafazakârlığın benimsediği insan figürü arasındaki uzlaşmaz farklılık Cumhuriyet ve muhafazakâr kesim arasındaki gerilimin bir başka boyutu olmuştur. Muhafazakâr ideoloji temelde insanı cennetten kovulan, günah işlemeye meyilli ve bu sebeplerden ötürü dizginlenmesi ve kontrol edilmesi gereken varlık olarak tanımlarken; Cumhuriyet, üzerine yükseldiği modernleşme ideolojisinin gereği olarak insana ve akla mutlak güven üzerine şekillenmiştir. Bu doğrultuda Cumhuriyet, Osmanlı döneminin dine dayalı yönetim prensibi yerine insanı ve bilimi önceleyen bir takım devrimlerle modernleşme ideolojisini hâkim kılmaya çalışmıştır. Bu kapsamda eğitim sisteminin laikleşmesine yönelik yapılan devrimler, dinin etkinliğini sosyal hayatta azaltan düzenlemeler (medeni kanunun kabulü) ve dini referans alarak sosyal hayatı düzenlemeyi hedefleyen kurumların büyük oranda

61 İslam coğrafyası içerisinde bu altın dönemin coğrafyaya, mezhebe ve etnik kökene göre farklılaştığı görülür. Değişik coğrafyalardaki İslam ideologları olarak Pakistanlı Melana Mevdudi (1903-1979), Mısırlı Seyyid Kutub (1906-1966) ve İranlı Humeyni (1902-1989), Hz. Muhammed’in (570-632) ilk İslam devletini kurduğu 7. yüzyılı adalet ve huzurun hâkim olduğu Saadet Dönemi olarak kabul ederler. Sunni mezhebine göre bu dönem dört halife döneminin tamamını kapsarken; Şiiler bu süreyi Hz. Muhammed ve Hz. Ali (599-661) dönemleriyle sınırlar. Ancak bazı İslamcı hareketler 7. yüzyılı Saadet Dönemi olarak tanımlamalarına rağmen daha yakın çağlara ait referansları da benimserler. Ülkemizde de milli görüş ve devamındaki hareketler Osmanlı İmparatorluğu’nu bu şekilde altın dönem olarak kodlarlar (Gürel, 2014: 21-23).

144

kapatılarak (tekke ve zaviyelerin kapatılması, hilafetin kaldırılması vb.) yerine Cumhuriyetin modernleşme hedefi ile örtüşen modern kurumların yer aldığı yeni bir sosyal ve fiziki çevrenin oluşturulması muhafazakâr kesim tarafından tepkiyle karşılanmıştır. Ancak tüm bu devrimlerin içinde en köklü etkiyi yaratan elbette hilafetin kaldırılması olmuştur. Devletin tüm kurumlarıyla beraber dine dayalı bir iktidar ve bu iktidarın belirlediği mekân (Dar’ül İslam) üzerinde örgütlenmesinin hedeflendiği ideolojik çerçeve içerisinde en önemli siyasi aygıt olarak hilafetin kaldırılması, buna karşılık insan aklının ve modern bilimin yüceltilerek, bu doğrultuda kurumların oluşmaya başlaması muhafazakâr kesim ile Cumhuriyet arasında derin bir çatlak yaratmıştır.62

Muhafazakâr ideolojinin temel taşı olarak birinci bölümde belirttiğimiz özel mülkiyet üzerinden gerilim ise Cumhuriyet döneminde en kısıtlı kalmış alandır.63 Uzun süren savaşlar ve parçalanmış bir imparatorluğun bakiyesi olarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin en öncelikli alanlarından biri de elbette ekonomi olmuştur. Hatta Cumhuriyetin ilanından önce Lozan Barış Antlaşması’nın imzalanmamış olması sebebiyle savaş şartlarının hala devam ettiği bir dönemde İzmir’de gerçekleştirilen İktisat Kongresi bu anlamda yeni kurulan Cumhuriyetin ekonomiye verdiği önemi göstermesi açısından çarpıcıdır. 17 Şubat - 4 Mart 1923 tarihleri arasında gerçekleştirilen İzmir İktisat Kongresi kararları ele alındığında temel hedefin liberal ekonominin gereklerine dayanan bir ekonomik kalkınma modelinin kurulması olduğu görülür. Ancak yeterli

62 Hilafetin kaldırılması Anadolu’nun birçok yerinde tepkiyle karşılanmış; hatta Silifke, Reşadiye, Bursa ve Adapazarı’nda isyanlar çıkmıştır. İstanbul’daki Tanin, Vatan, Tevhid-i Efkâr, Son Telgraf gibi gazetelerle birlikte, Adana’daki Toksöz gazetesi hilafetin kaldırılmasına karşı cephe almıştır (Kırçak, 1989: 242-243).

Örneğin Ahmet Emin Yalman, 6 Kasım 1924 tarihli Vatan Gazetesi’nde kaleme aldığı yazısında Mustafa Kemal’i saltanat ve hilafete zorla el koyarak yerine mutlakiyet yönetimini getirdiği gerekçesiyle suçlamıştır (Özek, 1964: 171). Aynı şekilde Şapka Kanunu’nun kabul edildiği 25 Kasım 1925 günü yasaya tepki olarak Rize’de, Trabzon’un Of ilçesinde ve Giresun’da Nakşibendiler silahlı gösteri yapmışlar; Erzurum ve Maraş başta olmak üzere Çankırı, Çerkeş, Sivas ve Kayseri’de gösteri ve direniş hareketleri görülmüştür (Kırçak, 1989: 258; Akşin, 2012: 158).

63 Mülkiyet başlangıçta iki kamp arasında görünür bir gerilim yaratmamış olsa da, 1945 sonrasından başlayarak her dönemde muhafazakârlık ve cumhuriyet arasındaki gerilimin ekonomik boyutu olmuştur.

Bunlar ilerleyen bölümlerde ortaya konulacaktır.

145

oranda yerli sermayenin var olmaması sebebi ile yeni oluşacak bu sermaye grubunu ayakta tutmak amacıyla bir takım hedefler o dönem içinde ortaya konulmuştur.

Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren hükümetler, özel kesimin sınaî faaliyetlere katılmasını özendirici önlemler almayı ihmal etmemişlerdir. 1927 yılında sanayi kuruluşlarının teşviki ve korunması amacı ile Teşvik-i Sanayi Kanunu çıkarılmıştır. Bu kanunda sanayi sınıflara ayrılmış ve her sınıfın taşıdığı önem derecesinde, kanunun kendine getirdiği muafiyetlerden faydalanması öngörülmüştür. Bu kanunla yerli sanayi sektörüne ucuz devlet arazisi tahsisi, çeşitli vergi muafiyetleri, taşıma ve ulaştırma indirimleri gibi teşvikler, muafiyetler getirilmiş ve sermaye birikimine devlet desteği verilmiştir (Coşkun, 2003: 72-77). Devlet tarafından ekonominin canlandırılması ve batı tarzı sanayileşmiş bir ekonominin yaratılması için yeni oluşacak sermayeyi desteklemek adına devlet bankaları kurulmuştur. Osmanlı’da var olan ancak yeterli sermaye birikim oranı yaratamayan ufak işletmelerden büyük işletmelere, el işçiliğinden de makinalaşmaya geçilmesi öngörülmüştür. Bu sıkı korumacı politikalar neticesinde Cumhuriyet kendi zengin sınıfını çok kısıtlı ölçülerde yaratabilmiştir. Ancak ithal ikameci politikalarla korunarak gelişmesinin önü açılan milli burjuvazi belirli şehirlerde yoğunlaşmış ve bu burjuvazinin ürettiği batı tarzı yaşam kendini oldukça kısıtlı bir coğrafyada, sadece belirli şehirlerde hissettirebilmiştir.

Tüm bu kısıtlılıklarla beraber kapitalist batı dünyasının 1929 buhranı ile içine girdiği ekonomik kriz ve SSCB’nin bu süreçten güçlenerek çıkması, batı dünyasının serbest piyasaya devlet müdahalesini öngören Keynesyen politikaları benimsemesi, genç Cumhuriyeti devletçi bir politikaya yöneltmiştir. Bu sürecin yansıması olarak Türkiye Cumhuriyeti ile SSCB arasında siyasal ve ekonomik alanda yoğun ilişki sürdürülmüştür.64 Cumhuriyet kadrolarının SSCB ile yürüttükleri yoğun ilişki

64 Cumhuriyetin ilk yıllarındaki SSCB-Türkiye Cumhuriyeti ilişkilerine ilişkin bkz. Tuğba Korhan (2012)

“Türkiye Cumhuriyeti’nin İlk Yıllarında Türk-Rus Ticari ve Ekonomik İlişkileri Üzerine” Abant İzzet Baysal Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt:2012-1, s.91-104.

146

muhafazakâr kesim içerisinde var olan komünizm ve sosyalizm algısı nedeniyle cumhuriyet ve muhafazakâr kitleler arasında süregelen gerilimin ana olmasa da tali unsurlarından olmuştur.

Görüldüğü üzere Cumhuriyet’in kuruluş döneminde en önemli mücadele muhafazakâr yaşam tarzı yerine batılı modern yaşam tarzını getirmek ve bunun gereği olarak da “yeni birey, yeni toplum” yaratmak üzerinden olmuştur. Altı keskin şekilde çizilmesi gerek husus ise bu dönüşümüm gerçekleştirildiği yılların liberal ekonomi modelinin yaşandığı yıllar olmayıp; devlet mülkiyetinin ağırlıkta olduğu sosyalist dünyadan esinlenmeler ile kamuya yönelik ekonomi politikaların yoğunlaştığı yıllar olmasıdır. Liberal ekonomi modelinin gerekliliklerinden uzak biçimde şekillendirilen ekonomik model eşliğinde uygulamaya koyulan devrimci dönüşümler neticesinde ortaya çıkan yeni yaşam biçimi “hayatını o güne kadar dini bir çerçevede düzenlemiş olan

Görüldüğü üzere Cumhuriyet’in kuruluş döneminde en önemli mücadele muhafazakâr yaşam tarzı yerine batılı modern yaşam tarzını getirmek ve bunun gereği olarak da “yeni birey, yeni toplum” yaratmak üzerinden olmuştur. Altı keskin şekilde çizilmesi gerek husus ise bu dönüşümüm gerçekleştirildiği yılların liberal ekonomi modelinin yaşandığı yıllar olmayıp; devlet mülkiyetinin ağırlıkta olduğu sosyalist dünyadan esinlenmeler ile kamuya yönelik ekonomi politikaların yoğunlaştığı yıllar olmasıdır. Liberal ekonomi modelinin gerekliliklerinden uzak biçimde şekillendirilen ekonomik model eşliğinde uygulamaya koyulan devrimci dönüşümler neticesinde ortaya çıkan yeni yaşam biçimi “hayatını o güne kadar dini bir çerçevede düzenlemiş olan