• Sonuç bulunamadı

1.KOALİSYONUN İDEOLOJİK BOYUTU: NEOLİBERALİZMİN STRATEJİK ARACI OLARAK MUHAFAZAKÂRLAŞMA

2. KOALİSYONUN MEKÂNSAL BOYUTU: İDEOLOJİK AYGIT OLARAK MEKÂN

2.1. MUHAFAZAKÂR MEKÂNIN TEMEL ÖZELLİKLERİ

2.1.2. Muhafazakâr Kentin Düşünsel Kökenleri

Bir önceki bölümde aktarıldığı üzere İslam medeniyeti ve kent arasında hicretten sonra yoğunluğu artan yakın bir ilişki olmuştur. Bu dönemden sonra kentsel alan İslamiyetin öğretilerinin yoğun etkisi altında şekillenmiştir. Bu sadece yeni kurulan şehir sayıları ve fethedilen kentlerin o zamanki nüfus sıralaması ile niceliksel büyüklükleri üzerinden ele alınabilecek rastlantısal bir ilişki değildir. Kent yaşamına geçişle birlikte Müslüman düşünce dünyası kent mekânı ve kent yaşamını tüm bileşenleri (ekonomi, kentsel tasarım, siyaset, nüfus vs.) ile birlikte o dönem için oldukça ileri sayılabilecek bir düzeyde ele alıp incelemiştir. Bu kapsamda şehre ilişkin birçok İslam düşünürü tarafından görüşler ortaya konulmuş şehirlerin kurulmasına ilişkin temel kurallar belirlenmeye çalışılmıştır. Her ne kadar kent yazınında batılı düşünürler tarafından kent ve kent kültürü batılı bir değer ve olgu olarak tanımlanıp, kentlerin ortaya çıkışında kiliseye, Hristiyanlığa ve batıdaki özgün ekonomik ilişkilere ve kurumlara referans vererek açıklamalarda bulunulmuş, doğu kent ve toplumlarının kent kurguları ve oluşumları göz ardı edilmiş olsa da İslam düşünce dünyasında kente ilişkin metinler ve kavramsallaştırmalar vardır. Örneğin İslam uygarlığının düşünce dünyasında öncü rol oynayan, Mısır’da uzun yıllar kadılık yapmış kent kökenli bir düşünür olan İbn Haldun Mukaddime adlı eserinde “Memleket ve Şehirlerin Ümranı” adlı bölümde medeniyet, şehir ekonomisi, şehir kültürü ve iktidar üzerine düşüncelerini açıklamıştır. Kent yaşamını önemseyen ve yücelten İbn Haldun kenti “topluluklar halinde bir araya toplanarak dünyayı imarın en son basamağı” olarak tanımlamıştır (İbn Haldun’dan akt.

62

Taşçı, 2014: 46). İbn Haldun eserinde temel olarak göçebe ve şehir yaşamının kültürel, ekonomik ve mimari açıdan farklılığını ortaya koymayı hedeflemiştir.

İbn Haldun şehir yaşamını göçebe yaşama göre ekonomik anlamda ve mimari anlamda daha gelişmiş bir düzey olarak görmüştür. Zaten ona göre şehir yerleşik (hadari) toplumlara özgüdür. Bu durumu İbn Haldun “…bina inşa etmek ve şehir kurmak, refah ve rahatın icabı olan hadari temayüllerindendir. Bu işe bedevilikten ve onun gösterdiği hususiyet ve temayüllerden sonra gelinir. Ayrıca şehirlerde ve kasabalarda abideler, muazzam eserler ve büyük binalar mevuttur” (İbn Haldun, 2005: 629) cümlesiyle ifade etmiştir.

İbn Haldun ekonomi üzerine de gelişmiş fikirlere sahiptir. Örneğin “Kazanç emeğin değerinden ibarettir. Mekasip, kıyem-i a’maldan başka bir şey değildir. İstihsal edilen bir malın ve hizmetin kıymeti, onu elde etmek için harcanan emeğin değerine tekabül eder” (İbn Haldun, 2005: 652) ifadesinde görüleceği üzere ekonominin temeline emeği koymuştur. Şehir bu anlamda İbn Haldun için emeğin ve artık ürünün (sermayenin) yoğunlaştığı yerdir. Bu anlamda şehir yaşamının, göçebe yaşamdan farklılığını yaratan temel unsuru pazar ve ekonomi olarak gören İbn Haldun ayrıca emek, sermaye yoğunluğu ile kentlerin büyüklüğü arasında doğrudan ilişki olduğunu ortaya koymuştur.21 Aynı şekilde “iş ve sanatlarda (a’mal sanai), ummanca gelişmiş ve ilerlemiş şehirler bulunur”

(İbn Haldun, 2005: 657) ifadesi ile kentin nitelikli işgücü ve kültürel açıdan kırsal alandan farklılaştığını söyler.

Tüm bunların sonucunda İbn Haldun kent mekânının estetik ve mekânsal kurgu açısından iktidarın sembollerini taşıdığını basitçe ancak öncü şekilde ortaya koyar. İbn

21 Mukaddime’de bu konuyla ilgili metin şu şekildedir: “Bilinmelidir ki, umran itibariyle mükemmel olan, yörelerinde müteaddit milletler yaşayan ve nüfusu çoğalan bölgeler ahalisinin ahvali genişler, (iktisadi vaziyeti düzelir ve ilerler). Malları ve şehirleri çoğalır, devletleri ve memleketleri, (hanedanlıkları ve sultanlıkları) büyür. Bütün bunların sebebi, yukarıda bahsettiğimiz gibi (bu gibi yerlerde) emeğin (a’mal ve hizmetlerin) çok bulunması ve ileride anlatacağımız gibi onun servet sebebi olmasıdır. Bu servetten, ora sakinlerinin zaruri (ve iptidai ihtiyaçları) tam olarak karşılandıktan sonra, umranın miktarına ve kesretine (hacmine ve genişliğine) göre büyük bir fazlalık (el-fazlatu’l-baliğa, artık, great surpluss) hasıl olur” (İbn Haldun, 2005: 661).

63

Haldun’a göre büyük ve estetik eserler vermek ancak yerleşik toplumların yapabileceği bir iştir. Bunun yanında İbn Haldun’a göre kentin mimari ve sanatsal açıdan zenginliği de doğrudan ekonomik gelişmişlikle ilintili olduğundan bu anlamda kenti ekonomik olarak açıkladığı bölümlerde İbn Haldun iktidarın güç sembolleri olarak mekân üretimi ile ekonomik ilişki arasında doğrudan bağ kurmuştur.

“… zenginlik artar, (iktisadi) ahval genişler, refah ve servet ortaya çıkar, pazarların hareketlenmesi sebebiyle hanedanın vergi gelirleri çoğalır. Bunun sonucu olarak devletin malı fazlalaşır, kudreti azametin zirvesine yükselir. Çeşit çeşit kale (istihkâm, tahkimat) ve hisarlar meydana getirme, kasabalar kurma muhkem şehirler inşa etme yoluna gider” (İbn Haldun, 2005: 661-662).

Aynı şekilde mekân ve iktidar arasındaki doğrudan ilişkiyi İbn Haldun başkentler özelinde ortaya koyar. Çünkü ona göre kent iktidarı besleyen ekonomik ilişkilerin yoğunlaştığı ve iktidarın kurguladığı mekân temsillerinin bulunduğu yerdir. Bunu o dönemki medeniyetlerin kendilerini mekânsal olarak temsil edebilmek için, başkentlerini taşımalarını ve yeniden inşa etmelerini örnekleyerek ortaya koyar. İbn Haldun’a göre iktidarı tesis etmenin en etkili yolu mekânda kendini ifade etmektir. Bunun için de eski iktidarın temsillerinin silinip yeni iktidarın temsilleri mekânda kurgulanmalıdır. Bunu İbn Haldun “Yeni hanedanlığın tabiatı, önceki hanedanlığın (ve iktidarın) eserlerini mahvetmek ve izlerini silmektir” (İbn Haldun, 2005: 682) cümlesiyle ortaya koyar.

Mukaddime’nin bir başka yerinde ise “…hanedanlığın ve devletin ömrü o şehrin de ömrü olur, şehir hanedanlık kadar yaşar” (İbn Haldun, 2005: 630) cümlesiyle iktidar ve şehir arasındaki varlık ilişkisinin doğrudan birbirini yarattığını öne sürer. Bu tespit doğrultusunda İbn Haldun Selçuklular’ın Bağdat’tan İsfahan’a, Arapların Medain’den vazgeçerek Kufe ve Basra’ya, Abbasilerin Şam’dan Bağdat’a taşınmalarını örnekleriyle sunar (İbn Haldun, 2005: 681).

İbn Haldun’un iktidar-mekân ilişkisi üzerine düşüncelerinde altı çizilmesi gereken bir diğer nokta ise iktidarın etki alanında yaşayan insanların kültürel ve mekânsal

64

kompozisyonudur. İbn Haldun güçlü bir iktidarın homojen bir nüfus yapısına ihtiyaç duyduğunu belirtir. İbn Haldun’a göre “Çok sayıda kabileler ve çeşit çeşit cemaatlerin bulunduğu topraklarda, sağlıklı bir devletin kurulması az vakidir. Bunun sebebi görüş ve arzulardaki ihtilaftır. Hanedanlık dâhilindeki (inancın) ve temayülün ardında ona karşı direnen bir asabiyet22 mevcuttur” (İbn Haldun, 2005: 386). İbn Haldun burada iktidarın kurumsallaşmasının yolunun (istek ve arzuda) tek tipleşmiş bir topluluk yaratmak olduğunu öne sürer ve bunu örneklerle açıklamaya çalışır.23

Tıpkı İbn Haldun gibi bir başka İslam düşünürü Farabi ise şehri biyolojik olarak ele almış ve olması gereken şehir yapısını tam sıhhatli bir vücuda benzetmiştir (Taşçı, 2014:

46).24 İbn Haldun’da görülen kent ve kentli yaşamı yücelten ve önemseyen tavrın Farabi’de de var olduğu görülür. Farabi el-Medinetü’l-Fazıla (Faziletli Şehir) adını verdiği kitabında “Hayrın efdalı ve kemalin alası şehirden ufak topluluk merkezlerinde değil şehirlerin sınırları içinde elde edilir” (Farabi, 2001: 79, 80) ifadesi ile açık olarak şehirden küçük topluluklarda gelişmiş bir hayatın kurulamayacağını söylemiştir. Aynı eserinde Farabi toplulukları mekânsal ölçekle hiyerarşik olarak evrensel ölçekten başlayarak sınıflandırdığı bölümde tekrar şehir ve şehir hayatının önemine vurgu yapmıştır.25

Farabi, İbn Haldun’dan oldukça farklı şekilde kenti ele almıştır. İbn Haldun somut gözlemler ve tarihi örnekler üzerinden görüşünü açıklarken; Farabi ideal toplumu kurmanın yolunu ütopyacı bir dil kullanarak ele almış ve kenti stratejik bir araç olarak görmüştür. Ancak bu ütopyacı dil felsefi yaklaşımlarla desteklenmiştir. Örneğin Farabi

22 Aynı soydan gelenlerin ya da aralarında yakınlık bulunanların inandıkları değerlerle, muhaliflere karşı birlikte hareket etmelerini sağlayan dayanışma duygusu.

23 Örnekler için bkz (İbn Haldun, 2005: 686-688).

24 “Fazıl şehir tam sıhhatte bir vücuda benzer. Bütün uzuvları onu hayat devresinin sonuna kadar muhafaza etmek hususunda yardımlaşırlar” (Farabi, 2001: 80).

25 “muhtelif insanların bir araya gelmelerinden topluluk peyda olur. Bunlar ya kâmildirler veya eksiktirler.

Kâmil olanları üç kısımdır: büyük, orta ve küçük. Büyük topluluk yeryüzündeki bütün insanlardan ibarettir.

Ortancası yeryüzünün milletlerinden teşekkül eder. Küçüğü ise milletin topraklarında yaşayan şehirlerin halkından ibarettir. Eksik topluluklar ise, köy, mahalle, sokak ve ev halkından teşekkül eder” (Farabi, 2001:

79).

65

Medinetü’l Fazıla adlı eserine ilk var olanı keşfetmek üzere yaptığı tartışmalarla başlamıştır (Farabi, 2001: 15-45). Ona göre ilk var olan kusursuzdur ve en üstün varlıktır (Farabi, 2001: 29-30). Bu benzersiz ilk var olan, cisimden ve maddeden bağımsız olduğu için tözü akıldır26 (Farabi, 2001: 32-34).

Farabi’ye göre ilk var olan diğer tüm varlıkların varlık sebebidir. Bu noktada Farabi’ye göre ilk var olanı tanımlama noktasında varılabilecek tek nokta yaratıcı ilahtır.

Buradan yola çıkarsak maddesiz akıl veya ilah, her şeyin varlık sebebi olduğu gibi erdemin, erdemli toplumun, faziletli şehrin kurulması için gerekli olandır. İşte bu noktada faziletli şehre ilahi bir anlam yüklemiş, onu erdemli topluma ulaşmak için önemli bir araç olarak görmüştür. Fazıl şehir ruhani şehirdir. Faziletli şehrin karşıtı olan cahil şehir ise dünyevi ve maddi değerlerle boğulmuş şehirdir. Bunu “Cahil şehirlerin halkı ruhen eksik kalmışlardır. Nefisleri bizzarure maddeyle kaimdir. Zira onların nefislerinde makullerin resmettikleri hiçbir hakikat yoktur” (Farabi, 2001: 98) şeklinde ifade etmiştir. Faziletli bir toplumun kurabileceği fazıl şehir ise maddilikten ve dünyevilikten kurtulmuş şehirdir.

Çünkü “ilk var olan” ile bütün maddi dünya arasındaki ilişki bu şehirde yaşayanlar tarafından keşfedilmiştir. Farabi’nin belirttiği üzere:

“Fazıl şehir halkının her ferdi tarafından bilinmesi lazım gelen şeyler şunlardır:

evvela ilk sebebi ve bütün vasıflarını bilmeleri lazımdır; sonra maddeden ayrı olan şeyleri ve bunlardan her birinin vasıflarını ve mertebesini ve mufarakatten fa’al akla varıncaya kadar fitillerini bilmeleri lazımdır” (Farabi,2001: 100).

Görüleceği üzere Farabi yaşadığı İslam düşünce dünyasının altın dönemi içerisinde kente ve topluma ilişkin görüşlerini paylaştığı, bir anlamda Platon’un İdeal Devlet eseri benzeri şekilde kaleme aldığı Medinetü’l Fazıla (Faziletli Şehir) adlı eserinde mutluluğa ulaşmanın yolunu erdemli toplumda yaşamak olarak görmüştür. Bu amaçla şehri diğer

26 Farabi kendi siyasetinin ana kavramlarından olan faal aklı Aristo’dan almıştır (Demirel, 2014: 360). Buna göre, peygamberlerin ve filozofların bilgi kaynağı olan faal akıl ile bağ kurmaları onların ideal devletin yöneticisi olmalarını gerektiren bir meşruiyet ölçüsüdür (Ayaz, 2008: 39).

66

tüm yerleşim ölçeklerinden ayrıcalıklı bir yere koymuş ve erdemli topluma ulaşmak için stratejik bir önem atfetmiştir. Farabi’ye göre erdemli toplumun yaşadığı şehir ilahi yaratıcının maddi değerlerden öte varlığının her an ve yerde hissedildiği şehirdir.

Görüldüğü üzere kent ve kent halkı İslam düşünce dünyasında kendine geniş oranda yer bulmuş hatta kimi zaman İslam düşünce sisteminin hedefindeki toplumu yaratmak için merkezi ve stratejik bir konuma yerleşmiştir. Farabi faziletli bir topluma ulaşmak için şehre stratejik bir anlam yüklemiş belirli hiyerarşik sınıflandırmalar ve karşılaştırmalar yapmıştır. İbn Haldun ise medeniyet ve şehir arasında doğrudan ilişki kurmuş, şehirli toplulukların (hadari) ekonomik, sosyal ve kültürel anlamda göçebe toplumlardan farkını (adeta kendi dönemi içerisinde kır-kent ayrımını yaparak) ortaya koymuştur. Hatta ekonomik olarak altını çizdiği belirli hususlar (kentin artık ürünün biriktiği yer olarak kavramsallaştırması ve emeğin altının çizilmesi) günümüzde güncelliğini koruyan tartışmaların öncüsü sayılabilirler. Bununla birlikte İbn Haldun yine güncel kent tartışmalarından olan iktidar ve mekân arasındaki ilişkiyi basit ama doğru şekilde tespit etmiş hatta iktidarın ayakta kalabilmesi için belirli stratejiler (nüfusun homojenleştirilmesi, iktidarın sembollerinin mekânda yer tutması vb.) ortaya koymuştur.

Kendi çağı içerisinde oldukça gelişkin olan ve batı düşünce dünyasında da öncül etkileri olan bu iki düşünürün kent mekânı ve kent yaşamı üzerine görüşleri İslam düşünce dünyasında kentin ne kadar merkezi ve stratejik önemde olduğunu göstermektedir.

Bu iki düşünürün de farklılıkları olmasına rağmen şehirlere ilişkin temelde söyledikleri şey aynıdır. İster somut veriler üzerinden, gözlemsel bilgiye dayalı olarak analiz edilsin isterse felsefi boyutta bir tartışmanın öğesi olarak; şehir siyasette, gündelik hayatta temel belirleyici unsurdur. Dolayısıyla bu ideolojik aygıtın hangi kurgular, kurumlar ve parçalar üzerinden kendini ideolojik olarak ürettiğinin belirlenmesi gerekmektedir. Bu amaca ulaşmak için de kentsel mekânın fiziki ve sosyal yapı anlamında analizinin yapılması gerekmektdir.

67