• Sonuç bulunamadı

Türk Kültürünün Melezleşmesi ve Türkiye’de Kendini Korumaya Yönelik

1.3. Kültürün Etkisindeki Liderlik

1.3.10. Türk Kültürünün Melezleşmesi ve Türkiye’de Kendini Korumaya Yönelik

GLOBE’un kültür ve liderliğe ilişkin çalışmasında, Orta Doğu kümesinde yer alan beş ülkede kendini korumaya yönelik liderliğin göreceli puanları yüksektir. Bu liderlikle etkileşim içinde bulunan kültür boyutları ise güç mesafesi, belirsizlikten kaçınma, grup içi toplulukçuluk, performansa yöneliklilik ve kurumsal toplulukçuluktur. Türk toplumunda güç mesafesi, belirsizlikten kaçınma ve grupiçi topluluk boyutları yüksek iken, performansa yönelik olma ve kurumsal toplulukçuluk boyutları ise

düşüktür. (Dorfman vd., 2004: 707-708) Kendini korumaya yönelik liderliğin alt boyutları ise benmerkezci olma, makama duyarlılık, görünüşte çatışmadan kaçınma (içten içe çatışmacılık), idare-i maslahatçılık ve bürokratikliktir. (House, 2004: 14)

Türk toplumlarında, devlet her zaman önemli bir yer işgal etmiştir. Bu, bürokrasinin özellikle Büyük Selçuklu, Anadolu Selçuklu, Osmanlı Devleti ve Türkiye Cumhuriyeti gibi belirli büyüklüğe ulaşmış devletlerde önemli bir yer tutarak toplumun liderlik tarzının etkilenmesine yol açmıştır. Bürokrasinin Türk kültürünün diğer boyutları olan toplumdaki güç mesafesinin, belirsizlikten kaçınmanın, toplulukçuluğun yüksekliği ve performansa yönelik olmama ile etkileşimi; Türk toplumunda kendini korumaya yönelik liderliğin ön plana çıkmasında etkili olmuştur.

Türk toplumu Hofstede ve GLOBE’un araştırmalarında, güç mesafesi yüksek toplumlar arasındadır. Türk toplumundaki güç mesafesine ilişkin süreci göçebelik zamanlarından günümüze kadar irdelediğimizde Müslümanlaşma ve Batılılaşma dönemlerindeki melezleşmeleri de göz önüne aldığımızda, göçebelik sürecinde kağanın çok önemli bir yeri olmasına karşın, toplumdaki güç mesafesinin çok yüksek olmadığını söylemek mümkündür. Bunun başlıca nedenleri ise paylaşımcı sistemlerin varlığı, aristokrasi ve ruhban sınıfının olmaması (Bıçak, 2009: 57), töre’nin kut’u dizginleyici rolüdür.

Müslümanlaşma ve yerleşik hayata geçiş süreçlerinde İslam medeniyetinin bir kısım kurumlarının etkileri, Türk toplumunda görülmüştür. Vakıflar ve ahilik gibi kurumlar çok kısa bir süreliğine güç mesafesini azaltıcı bir işlev görmüşken, çoğunlukla Türk devletleri olan Büyük Selçuklu, Anadolu Selçuklu ve Osmanlı Devletleri’nde büyüme ve bürokratikleşme, halifelik, şeyhülislamlık makamı ve pasif kadercilik gibi kültür özellikleri ise güç mesafesini artırıcı işlev görmüştür. Bu devletlerin var oldukları dönemde Farsça ve Arapça karşısında Türkçe’nin durumu, Osmanlı döneminde Divan ve Halk Edebiyatı ayrımının oluşması güç mesafesinin arttığına ilişkin önemli örneklerdir.

Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde yapılan yeniliklerin temel amacı, devleti çöküşten ve toplumu çözülmekten, dağılmaktan kurtarmaktır. Bu nedenle II. Mahmut’tan itibaren Osmanlı modernleşmesi dış etkiler ve aşırı merkezileşmeyle kendisini göstermiştir (Karpat, 2014: 82). Vakıfların özerk yapılarını kaybetmesine neden olan Evkaf Nezareti’nin kurulması merkezileşmenin önemli örneklerindendir. Bu, vakıf sisteminin bozulmasına neden olmuştur. 1838 yılında İngiltere ile imzalanan Balta Limanı Antlaşması (Küçükömer, 2012: 71) ile dışarıdan gelen ürünlerin pazarı

haline gelen Osmanlı’da; ithal sanayi ürünleriyle yarışamamaları ahilik sistemini bozmuştur (Güllülü, 1992: 162-163). Böylece iş hayatında orta sınıflaşmayı sağlayan önemli mekanizmalardan biri olan ahiliğin yıkılması önce zenginlerle yoksullar arasındaki ekonomik farklılığı, daha sonra psiko-sosyal eşitsizliği kışkırtmıştır. Vakıflar ve ahilik gibi kurumların bozulması ise güç mesafesini azaltıcı rollerini yerine getirememelerine de neden olmuştur. Her ne kadar meşrutiyet, cumhuriyet, çok partili demokrasi, güçler ayrılığı, insan hakları gibi yönetim ve anlayış biçimleri toplumda aşamalarla yerleştirilmeye çalışıldıysa da Tanzimat’tan sonra ortaya çıkan bürokratik elitlerin halktan ve halkın değerlerinden uzak olmaları, ama hepsinden önemlisi tepeden inmeci ve radikal Batıcı (Jakoben) yaklaşımları (Söğütlü, 2011: 11-23) güç mesafesinin sürekli yüksek olmasına neden olmuştur.

GLOBE araştırmasına göre; Türk toplumu, belirsizlikten kaçınma düzeyi yüksek toplumlardan biridir. Bu belirsizlikten kaçınmanın tarihsel köklerinde; göçebeliğin ürettiği belirsizlik, boylar şeklinde örgütlenmiş segmenter bir toplum olma (Göka, 2014: 158) ve Batılılaşmadan sonra sürekli ontolojik uyumsuzluğun (Shayegan, 2007: 39-45) etkisiyle oluşan parçalanmış toplum yapısının oluşturduğu belirsizlik yer almaktadır. Toplumlar, belirsizlikle baş etmek için belirli mekanizmalar geliştirmişlerdir (Öztürk, 2002: 9-12). Osmanlı toplumu bunun için devlet yapısını, bürokrasiyi belirsizlikten kaçınacak şekilde biçimlendirmiş; bürokrasi de görev alan bürokratlar da bu doğrultuda davranışlar geliştirmişlerdir.

III. Selim ve özellikle II. Mahmut’la başlayan Batılılaşma ya da diğer adıyla Osmanlı’nın modernleşmesi süreci, Batılı kurumlarla Doğulu kurumlar ikiliğinin, Batılı kurumlarla Doğulu toplum uyumsuzluluğunun ortaya çıktığı ve Batılılaşmacı yeni bir elitin oluştuğu süreçtir. Batılı kurumlarla Doğulu kurumlar ikiliği, toplumda parçalı bir yapıya; Batılı kurumlar ve Doğulu toplum uyumsuzluğu ise, toplumda yabancılaşmaya neden olmuştur. Batılılaşmacı yeni bürokratik elitin ortaya çıkması ise, bürokratik elit ile halk ayrımını oluşturmuştur. Bürokratik elitin ortaya çıkışından sonra yönetimde etkinliği sürekli devam etmiştir. Bu bürokratik elit her ne kadar Batılı olsa da homojen değildir. Batılı bürokratik elitler, çok partili yaşama geçişle birlikte partilere yakınlıklarına göre şekillenmişler ve mücadeleleri de birbirlerine karşı olmaya başlamıştır. Batılı bürokratik elitler, her zaman radikal bir tutum belirlemişlerdir. Bunun nedeni; önceleri Osmanlı Devletini kurtarma kaygısı iken, sonra ise Cumhuriyeti koruma kaygısıdır. Bunun arka planına bakıldığında; bürokratların, kurulu bulunan yapı içerisinde, devletin varlığı üzerinden kendi çıkar ve konumlarını koruma çabası içinde

oldukları görülmektedir. Önceleri belki devletin kurtarılması ve Cumhuriyetin korunması esas amaç iken; belirli bir zaman sonra, bu amaç, kendi konumlarını koruma amacının aracı haline gelmiştir.

Türk toplumunun parçalı yapısı, kurtuluşun ve Cumhuriyetin mimarı Mustafa Kemal Atatürk’ün döneminde ortadan kaldırılmaya çalışıldıysa da, daha sonra yenilikçi ve gelenekçi ikileminde devam edegelmiştir. Parçalı toplum yapısı, Batılı kurumların ve Doğulu toplumun uyuşmaması ile oluşan yabancılaşma, elitler arasındaki mücadele, ekonomik buhranlar, liberalleşen dünya sistemi, ikinci dünya savaşı, darbeler ve ABD- SSCB çift kutuplu uluslararası politikanın ürettiği belirsizlikler, toplumda ve örgütlerde belirsizlikten kaçma reflekslerini artırmıştır.

Toplumda belirsizlikten kaçmanın genel olarak yansıması; devlet kapısında iş bulmak, bir sosyal güvenlik sistemine dahil olmak şeklindedir. Örgüt yapılarında ise belirsizlikten kaçınmanın yolu, sistemi korumak ve dolayısıyla kendi yerini (makamını) korumaktır. Türk toplumunda yaşanan birçok felaketten sonra bile, ne politikacılardan ne bürokratlardan ne de işletmelerin üst düzey görevlilerinden istifaların olmaması, konumunu korumaya odaklı bir yönetim ve liderlik anlayışının sonucudur. Belirsizlikten kaçınmanın ekonomik alandaki yansıması ise devletçilik ilkesi ile planlı ekonomi uygulamalarıdır.

Türk toplumunda kendini korumaya yönelik liderliğin oluşmasının bazı tarihsel ve güncel nedenleri bulunmaktadır. Bunları şöylece maddeleştirebiliriz:

1) Yöneticilere aşırı servet ve güç sağlayan Osmanlı geleneksel devlet yapısı ve patrimoniyal bürokrasisi (Machiavelli, 1998: 93-94; Heper, 2006)

2) Batılılaşmacı bürokratik elitin gücünün üretime dayanmaması ve rant kollayıcı özelliği (Tural, 2009: 26-27; Küçükömer, 2012: 67)

3) Batılılaşmacı bürokratik elitin politika yapıcı rolü (Tural, 2009: 23-26) 4) Politikacılarla bürokratların karşılıklı ilişkileri (Yazıcıoğlu, 2000: 105)

5) Medeniyet değiştirme nedeniyle yöneticilerin ve toplumun sorun çözme yeteneğini yitirmesi (Bıçak, 2010: 268)

6) Medeniyet değiştirmenin sonucu olarak aşırı biçimcilik (Bıçak, 2010: 268-269) 7) Parçalı toplum yapısı ve radikal değişiklikçi anlayış (Shayegan, 2007: 39-45) 8) Sürekli ıslahatların, savaşların ve ekonomik sıkıntıların belirsizlik yaratması 9) Dış ganimetçiliğin terk edilmek durumunda kalınması nedeniyle iç ganimetçi bir

yaklaşımın oluşması

11) Batılılaşmanın meydana getirdiği yüzeysellik.

Doğu toplumlarındaki devlet yapılarına bakıldığında, ülke yönetim birimlerinin yönetim yetkisi bir hükümdarın mensup olduğu hanedanının üyeleri arasında dağıtıldığı görülür. Bu işgal ettikleri konumlar karşılığında, hanedan üyeleri, geçimlerini idame ettirecek gelire sahip olurlar ve her zaman varlıklarını ve güçlerini o hükümdar sayesinde devam ettirdiklerine ilişkin zihinsel altyapıyı muhafaza ederler (Machiavelli, 1998: 93-94). Bu durum, Tanzimat öncesindeki Osmanlı geleneksel bürokrasisinde, kendi konumunu korumaya odaklanan bir yaklaşımın yönetim anlayışında var olduğunu göstermektedir. Bu, kendisi bizzat üretmeyen ancak üretenlerin üzerinden geçinen bir yönetim anlayışıdır. Hükümdar yerinde kaldıkça ve mevcut sistem devam ettikçe, kendi konumlarını koruyabilen hanedan üyeleri ve onlar konumlarını korudukları sürece, konumlarını koruyabilen onlara bağlı yönetsel unsurlar söz konusu olur. (İnalcık, 2013: 43).

Osmanlı’nın Batılılaşma sürecinde geleneksel bürokrasiden daha farklı, üretim gücüne dayanmayan Batıcı bir bürokratik elit ortaya çıkmıştır. Üretim gücünden yoksun ve Batı’dakinin aksine üretici bir sınıfa dayanmayan bürokrasi (Tural, 2009: 26-27), gücünü bulunduğu makamdan almakta, başkaca da bir gücü bulunmamaktadır. Bu nedenle makamını kaybettiğinde sahip olduğu gücü, o makam sayesinde elde etmiş olduğu serveti, saygınlığı (Küçükömer, 2012: 67) ve üretim becerisinden de yoksun olundukları için yerine göre yaşama tutunup ayakta kalabilme gücünü kaybedeceklerdir. O nedenle makamın korunması, Batılılaşmacı bürokratik elitin başlıca amacı olmuştur.

Osmanlı’da Tanzimat’tan günümüze kadar devam eden süreçte, Türkiye'de bürokrasi, politika yapıcı rolünü devam ettirmiştir (Tural, 2009: 23-26). Ayrıca bu politika yapıcı rolü yerine getiren üst düzey bürokrasi ve politikacılar, kendi konumlarını korumaya odaklandıkları için altlarında kendilerine bağlı olmaları ön planda olan bürokratlar görevlendirerek (Findley, 2011: 371) ve üretime kanalize edilemeyen işgücü için istihdam yaratarak verimlilik, etkinlik gibi amaçları öncelikli yaklaşım olarak dikkate almamışlardır (Tural, 2009: 43). Türkiye'de devlette “işe göre adam değil de, adama göre iş bulma” anlayışının olduğunun bahsedilmesinin nedeni de budur (Küçükömer, 2012: 167). Bu tarz verimlilikten uzak istihdam anlayışı, performansa yönelik olmayan ve iddialı olmayan kendini korumaya yönelik liderlik tarzının oluşmasına katkıda bulunmuştur.

Türkiye’deki politikacılar ile bürokratlar arasındaki ilişkinin şekli, kendini korumaya yönelik liderliğin ortaya çıkışında etkili olmuştur. Bu ilişki, temelde 3 şekilde

tezahür etmekte ve bunun sonucu olarak da, bürokratlar için temelde üç farklı sonuç ortaya çıkmaktadır (Yazıcıoğlu, 2000: 105). Birinci durumda, bürokratlar politikacılarla kavga ederler; bu durumda bürokratlar makamını kaybederler. İkinci durumda, bürokratlarla politikacılar uzlaşır; bu durumda bürokrat saygınlığını kaybeder ve partizan memur olarak değerlendirilirler. Üçüncü durumda ise, bürokratlar birinci ve ikinci durumlardan kaçınmak isterler; bu durumda da eylemsiz, idare-i maslahatçı, gününü gün eden, karışma-görüşme-bulaşma anlayışını esas alan bir tavır içinde olurlar. Yıllarca ülkenin değişik illerinde kaymakamlık ve valiliklerde bulunan Yazıcıoğlu, Türkiye’deki bürokratların büyük çoğunluğunun üçüncü durumdaki bürokrat tipi olduğunu belirtmektedir.

Yalçındağ da bürokratlar konusunda Yazıcıoğlu’yla aynı fikirdedir. Zira O da, Türkiye’deki bürokratları partizan, kavgacı ve eylemsiz olarak; yerel politikacıları da eyyamcı, fırsatçı, kişisel ve grup çıkarları peşinden koşan sorumsuz ve yetkisiz kişiler olarak tanımlamaktadır. (Yalçındağ: 21 Aktaran Yazıcıoğlu, 2000: 106). Bu sorumluluk almama veya sorumluluktan kaçınma; Türkiye’de sadece politikacı ve bürokratların davranışlarında değil, topyekün toplumun davranış kodlarında yer almaktadır. Sorunları çözmekte tıkanan ya da çözmekten kaçınan insanların çokça “Seni, sizi, onu veya onları

Allaha havale ediyorum”, “Böyle gelmiş böyle gider”, “Yapacak bir şey yok”

dediklerine tanık olunur. Bu anlayış çatışmadan kaçınmak için sorumluluktan da kaçınılan bir yaklaşımı yönetim ve liderlik davranışları olarak da yerleşmesinde etkili olmuştur. Ancak mecbur kalınırsa ve “kaçacak yer yok hissi” kişiye hakim olursa sorunlarla yüzleşir ve sorumluluk alır.

Osmanlı’da Tanzimat’tan başlayarak Türkiye’nin Türk İslam Medeniyeti’nden Batı Medeniyeti’ne geçişi yani Batılılaşma, medeniyet değiştiren toplumun hafızasını kaybetmesi, tarihsizleşmesi ve de sorun çözme yeteneğini yitirmesi olarak değerlendirilebilir. Belleğini ve sorun çözme yeteneğini yitiren bir toplumda eleştirel düşünce ve teorik temellendirmenin olmaması nedeniyle sorunların çözümünün yerini, bürokrasi açısından baktığımızda sistemi korumak almıştır (Bıçak, 2010: 268). Özellikle Tanzimat’tan sonra, kendini yaptığı yenilikleri korumak durumunda gören bürokrasi, yaptığı yenilikleri korumanın yolunu ancak kendinin daha uzun süre iktidarda kalmasına veya iktidara yakın olmasına bağlamış ve sistemin korunması ile kendi konumunu korumaya odaklanmıştır.

Medeniyet değiştirmenin oluşturduğu ontolojik uyumsuzluk (Shayegan, 2007: 39-45) aşırı biçimci bir yaklaşımın Türk toplumunda benimsenmesine neden olmuştur

(Findley, 2011: 372). Batının rasyonel, yasal, araçsal Weberyen bürokrasisini tarihsel koşulların farklılığı (Tural, 2009: 26) nedeniyle gerçekleştiremeyen (yani kitaba uygun olarak gerçekleştiremeyen) Osmanlı ve Türkiye toplumları ancak biçimsel olanını tesis edebilmişlerdir (yani kitabına uydurmuşlardır). Belirsizliği azaltmak için düzenlemeye yönelik olan bürokratik davranış (Wilson, 1996: 78), düzenlemenin karşısındakileri kuraldışı saymış; düzenlemeleri esas kabul edip düzenlemelere uymayan gerçeklikleri, görmezden gelmiş veya hasıraltı etmiştir. (Bıçak, 2010: 268-269) Politika yapıcı ve uygulayıcısı konumunda olan bürokrasi (Tural, 2009. 25), böylece ortaya koyduğu kendi politikalarının başarısızlıkları durumunda sorumluluktan kaçarak (Findley, 2011: 342), bu başarısızlıklarıyla yüzleşmekten kaçınmıştır.

Türk toplumunun Batılı ve Doğulu anlamdaki iki yüzyıllık parçalı toplum yapısı ve temelde Fransa’nın ıslahatlarda model alınmasının neden olduğu radikal değişimci anlayışın belirleyici olması (Turgut, 2005: 428-434), gücü ele geçirenlerin diğerleri üzerinde baskı ve korku salan anlayışlarını daha yüksek dozda hissettirmelerine neden olmuştur. Gücü ele geçiren taraf karşısında içine kapanan veya etkinliği azalan taraf, kendini ve mevcut konumunu koruma yaklaşımını sergilemiştir (Findley, 2011: 369). Bu tarafta yer alanlar; kurumlar içerisinde sivrilmeyerek, kendilerini daha az görünür kılarak ve de gereksiz çatışmalara girmekten kaçınarak, mevcut durumun ve konumlarının korunması cihetine gitmişlerdir.

Parçalı toplum yapısının yanı sıra toplumda 1960 yılından başlayarak her on yılda bir darbelerle askeri yönetimlerin ülkede etkili olması da kendini ve konumunu korumaya yönelik yönetsel yaklaşımın benimsenmesinde etkili olmuştur. Coşturoğlu (2000: 228), toplumlarda yaratılan korku ve baskının etkileriyle ilgili olarak şunları söylemektedir: “Bir toplumda yaratılan korku ve baskı, yıkımını en çok zihinlerde yapar.

Sürekli baskı altında tutulan ussallık söner, zihnin en üst düzeyindeki yaratıcılık düzeneklerini korku ve kaygı körletir. Uslamlama (muhakeme) gücü böyle yiter. Usavurma yeteneğinin bitikliği ve yitikliği de zihnin bütünlüğünü bozar. O zaman zihnin ussallığı içgüdüselliğe dönüşür. Böylece yaratıcılık tutkusunun yerine korunma içgüdüsü yerleşir.” Güç mesafesindeki yükseklik, belirsizlikteki artış, toplulukçuluktaki

azalış toplumda korkuyu arttıran kültür boyutlarıdır. Korku bir kez toplumda yayıldı mı, ne bürokrasi ne de liderlik tarzı bunun etkisinin dışında kalamaz.

Batılılaşmanın sonunda oluşan Batı kurumları ve Doğulu değerlerin, Batılı ve Doğulu yaşam biçimlerinin uyumsuzluğu, yabancılaşmayı (Küçükömer, 2012), taklitçiliği ve yüzeyselliği toplumda hakim kılmıştır. “Tekerleği tekrar icat etmenin

lüzumu yok” anlayışıyla hemen her şeyi Batı’dan almayı alışkanlık haline getiren toplumda hazırcılık, atalet ve üretmeme hatta sorunların üzerine kafa yormama alışkanlık haline gelmiştir. Zeka; çevreye, koşullara ve yeni durumlara uyum sağlayabilme ile sorunları çözebilme becerisidir (Pfeifer ve Scheier, 2001: 6).Toplum; sorunlara kafa yormayarak, çözümleri deneme yanılma yöntemiyle veya Batı’dan alarak, zekanın tanımında yer alan uyum sağlamaya ilişkin kısmını belirli ölçülerde başarabilmiş; ancak sorunları çözebilme becerisi kısmını ise çoğunlukla kolaycılık ve hazırcılık nedeniyle gerçekleştirme ihtiyacı duymamıştır. Bu anlayışın toplumsal zekayı dumura uğrattığını söylemek yanlış olmayacaktır. Uyum sağlamada Türklerde “En iyi, en yeniyi, en güçlüyü izle!” yaklaşımı (Göka, 2014: 128), doğaya uygun yaşama anlayışı ve su kültü etkili olmuştur. Bir türlü içselleştirilemeyen Batılı kurumlar, öncelikli olarak uyum sağlamanın benimsenmesi ve zekanın sorun çözmeye yönelik kısmını kullanmama, bireylerin kendini ve konumunu korumaya yönelik yaklaşımı, liderlerde de kendini korumaya yönelik liderliğin benimsenmesine neden olmuştur. Bunlara ilave olarak yüzeysellik “-mış gibi” yapmaları arttırmış, yönetimde “-mış gibi bir bürokrasi” sözkonusu olmuştur (Cüceloğlu, 2009: 27). Bu açıdan bakıldığında kendini korumaya yönelik liderlik, “-mış gibi liderlik” şeklinde de ifade edilebilinir.

Outline

Benzer Belgeler