• Sonuç bulunamadı

İslamiyet’in ve Müslüman Toplumların Etkisinde Türk Kültürü ve Yönetim

1.3. Kültürün Etkisindeki Liderlik

1.3.9. Türk Kültüründe Melezleşme Eğilimleri

1.3.9.2. İslamiyet’in ve Müslüman Toplumların Etkisinde Türk Kültürü ve Yönetim

Türklerin İslamiyet’i kabul etmelerinden sonra Türk toplumunu ve yönetim kültürünü şekillendiren önemli kurumlar: halifelik, saltanat, şeyhülislamlık, kadercilik, mezhepler, vakıflar ve ahiliktir. Türk devlet yapısındaki bürokratikleşme de bu süreçte ortaya çıkmıştır. Bu kurumlar, Türk kültüründeki güç mesafesi, belirsizlikten kaçınma, toplulukçuluk, performansa yönelik olma boyutlarını etkilemiştir.

Abbasilerin (750-954) halifeliği ele geçirmeleriyle birlikte Türkler ve Müslüman Araplar arasındaki ilişkilerin niteliği, büyük ölçüde savaşmak şeklinde olan Emeviler döneminin aksine, olumlu yönde değişmiştir (Yazıcı, 2002: 61). Abbasiler döneminde Araplar ile Türklerin 751 Talas Savaşı’nda Çinlilere karşı işbirliği yapmaları ve de savaşı Müslüman Arapların kazanmasıyla Türkler ve Müslüman Araplar yakınlaşmış ve Türklerin Müslümanlaşması hızlanmıştır (Sarı, 2005: 41; Yazıcı, 2002: 37). Abbasiler, Emevilerin mevali8’den gördükleri Türklerin savaşçı ve yönetsel özelliklerinden yararlanma yoluna gitmiş ve onlara devletin önemli konumlarında görevler ve komutanlıklar vermişlerdir (Yıldız, 1981: 289; Günay-Güngör, 1999: 247; Yazıcı, 2002: 44). IX. Yüzyılın ortalarına kadar Abbasilerde merkezi otorite güçlüdür; ancak daha sonraları merkezi otoritenin gücünün zayıflaması söz konusudur. Merkezi otoritenin zayıfladığı dönemde Abbasilerle Türklerin ilişkileri daha da ilerlemiş ve Türklerin kitleler halinde Müslümanlığa geçişi bu süreçle başlamıştır. (Günay-Güngör, 1999: 262) Türkler, Müslüman olduktan sonra İslam Medeniyetine dahil olmuşlardır. Türklerin İslamiyet’i korumaları ve geleneksel kültürleri ile İslamiyet’in ve Müslüman toplumların kültür öğelerinin ilişkileri doğrultusunda, bir Türk-İslam Medeniyetinin oluşumundan da bahsedilebilir. Nitekim Türkler, İslamiyet’in korunması ve yayılmasında çok kilit bir rol oynamışlardır. Özellikle Anadolu Selçuklular döneminde, Haçlılara karşı verdikleri mücadele ile İslam’ı koruyan en önemli unsur olmuşlar; böylece İslamiyet ile iyece bütünleşmişlerdir. Osmanlı Devleti döneminde de Türklerin İslam’ı koruma ve İslam’la bütünleşme anlayışı devam etmiştir (Kazıcı, 2007: 2). Batıda “Türk” ile “Müslüman” kelimelerinin birbirlerinin yerine kullanılıyor olması bunun en önemli göstergesidir (Lewis, 2007: 13). Türkler İslam Medeniyetine dahil

8 Mevali: Azad edilmiş köleler. Mevali, terim anlamında ilk İslâmî fetihlerin ardından kendi istekleriyle

müslüman olan, çoğunluğunu doğuda İranlılar ve Türkler’in, Kuzey Afrika ve Endülüs’te Berberîler’in, Mısır’da Kıbtîler’in oluşturduğu gayri Arap müslümanları ifade etmek üzere kullanılmaya başlanmıştır. (Yiğit, 2004: 424)

olmalarıyla birlikte paylaşım esasına dayanan “zekât” ve “infak9” gibi bir kısım yeni

kurumlarla tanışmışlar ve daha önceden var olan kültürel eğilim ve evren tasavvurlarına uygun olanları yeniden şekillendirmişlerdir. Türklerin, İslamiyet’i kabul etmelerinin sonrasında Arap-Acem kültürü karışımı bir medeniyet halkasına dahil olmalarıyla birlikte gerçekte İslami öğretide olmayan ama İslam öncesi Arap-Acem kültürlerinin kalıntısı ve uzantısı bazı Orta Doğu kültür öğelerinin de etkisi altına girmişlerdir. Halifelik, saltanat, şeyhülislamlık ve kadercilik kurumları Türklerin İslamiyet’le birlikte Arap-Acem kültürlerinin etkisiyle ilk defa tanıştıkları kurumlardır. Vakıflar ve ahilik ise Türklerin İslamiyet öncesinde yaşattıkları fakat İslamiyet’le birlikte daha yoğun ve daha kurumsal bir şekilde oluşturdukları ve biçimlendirdikleri kurumlardır.

Halifelik, Kuran-ı Kerim’de yer almamaktadır ve Hz.Muhammed’in başlattığı veya tavsiye ettiği siyasi ve yönetsel bir kavram da değildir. Halifelik Kuran-ı Kerim’de yaratılışın anlatılması sırasında, soyut olarak bütün insanlığa verilmiş bir sıfattır. Bilakis, Peygamberlik sonrası siyasi ve yönetsel bir uygulamadan doğmuştur. Halifelik, Hz.Muhammed’in ölümünden sonra, onun yerine İslam toplumunun kimin tarafından yönetileceği ve İslam dinini kimin temsil edip koruyup gözeteceği ve yayacağı hususunun siyasi olarak kavramsallaşması ve kurumsallaşmasıdır. Hz.Muhammed’in vefatından sonra yaratılan fiili duruma göre halife, yeryüzünde bizzat Allah’ın temsilcisi değil; kendi konumlarını güçlendirmek için, Hz. Muhammed’in ardılı ve temsilcisi olma iddiasında olan yöneticilerin kendilerini adlandırmalarıdır. Halife olmanın üç yolu vardır (Sencer, 1986: 41): Birincisi, devlet ileri gelenlerinin seçimi; ikincisi, bir önceki halifenin ataması; üçüncüsü zor ve güç kullanarak ele geçirmedir. İslam Hukukunda, halifeyi seçenlerle seçilen arasında bir tür alım satım sözleşmesi olduğu iddia edilmiş, halifenin tanınması da beyt (satım) kelimesinden gelen biat (baş eğme) adını almıştır.

Araplarda, İslamiyet öncesinde çok kuvvetli bir kabilecilik ve kavimcilik anlayışı vardı. Bu kabilecilik ve kavimcilik geleneğinin şiddetli bir erkek egemenliğine dayanması, yönetim erkinin babadan oğula geçişi konusunda önemli bir gösterge sayılır. Hilafet, Emevi Devleti döneminde Muaviye’den sonra irsi monarşiye dönüşmüştür (Sencer, 1986: 41; Ortaylı, 2009: 189). İslam Devleti’nde din ve otoritesi Abbasiler zamanında tekelleşerek, devlet İran Sasani Devleti ve Bizans’ın etkisiyle vezirlik,

9 İnfak: Sözlükte “tükenmek, tamamlanmak, son bulmak” mânasındaki nefk kökünden türetilen infâk

“bitirmek, yok etmek; yoksul düşmek” gibi anlamlara gelirse de daha çok “para veya malı elden çıkarmak” mânasında kullanılmaktadır. Dinî-ahlâkî bir terim olarak genellikle “Allah’ın hoşnutluğunu elde etme

amacıyla kişinin kendi servetinden harcama yapması, muhtaçlara aynî ve nakdî yardımda bulunması”

demektir. Bu bakımdan infak, farz olan zekâtı ve gönüllü olarak yapılan her çeşit hayrı içermektedir. (Çağrıcı, 2000: 289)

emirül ümeralık10

ve divanlar şeklinde örgütlenmesini tamamlamıştır. Abbasiler döneminde emirül ümeralıkta bulunan Türkler tarafından kurulmuş olan Büyük Selçuklu Devleti, Türklerin konargöçer kültürü ile Abbasiler dönemindeki İslam Devlet Örgütünü uzlaştırarak kendine özgü bir devlet örgütü geliştirmiş; hükümdar Sultan-ı Azam adını almıştır. (Sencer, 1986: 41-42). Anadolu Selçuklu ve Osmanlı Devleti’nde de belirli değişiklikle bu örgütlenme şekli devam etmiştir. Bu Türk Devletlerinde ülke hanedan üyelerinin ortak mülkü olarak görülmüş ve iller hanedan üyeleri arasında paylaşılmıştır. Türkler daha önce tamamen bağımsız yaşamışken, Karahanlılar’dan itibaren Türk-İslam Devletlerinde tahta çıkan hükümdarlar, Allah’ın dininin yeryüzündeki lideri konumunda gördükleri halife adına hutbe okuturlardı. Daha sonra kendi adlarına para bastırırlar ve paranın üzerinde halifenin adının geçmesine önem verirlerdi.

Halife'nin adına hutbe okutulması ve paranın üstünde halifenin adının geçmesine önem verilmesi, bir taraftan Türk sultanlarının başka bir otoriteye bağlanmaları ve boğun eğmeleri anlamına gelirken; diğer taraftan da Türk sultanlarına halife adına hareket edebilme ve halifenin yanında yer alarak, hatta “halife” unvanını kullanarak dünyevi güçlerini din alanının uhrevi gücüyle daha da pekiştirme imkanı sağlamıştır. Halifeliğin Türk sultanları tarafından kullanılması, Türk toplumunda toplumsal güç mesafesinin artmasına neden olmuş ve aynı zamanda Türk sultanlarına kendi iktidarlarını korumaya yönelik yeni bir sığınma alanı oluşturmuştur. Halifelik makamının Yavuz Sultan Selim zamanında alınmış olmasına rağmen, daha çok Osmanlı'nın çöküş döneminde, özellikle de II.Abdülhamit yönetiminde birleştirici bir sembol olarak ve pan-islamist bir politika aracı olarak kullanılması, sultanın devleti ve iktidarını korumaya yönelik sergilediği liderliği açıklayıcı niteliktedir (Deringil, 2014: 26).

Şeyhülislam İslam medeniyet dairesinde yer alan devletlerde ilmiye sınıfının başındaki kişinin unvanıdır (Ertan, 1969: 6). XI. Yüzyılda fıkıh alimleri arasındaki itilaflı meselelere çözüm getiren kişilere verilen şeref unvanıdır. Şeyhülislamlık, modern zamanların Milli Eğitim Bakanlığı, Adalet Bakanlığı ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nın görevlerini yerine getiren bir kurumdur (Yurtaydın, 1987: 101). Tarihte ilk kez Osmanlı Devleti'nin idare ve siyasi sisteminde şeyhülislamlık makamının resmilik kazanmış ve

10 Emirül Ümera: Bazı İslam devletlerinde çeşitli idari yetkilere sahip kumandanlara verilen addır.

Hz.Ömer döneminden itibaren çok yaygın olmamakla birlikte ordu kumandanını ifade eden bir unvan olarak kullanılmıştır. (Yıldız, 1995: 159)

şeyhülislam başkanlığında dini idari bir örgütlenmeye gidilmiştir (Dursun, 1989: 231). Şeyhülislam, Osmanlı’da fetva veren bir kurumun ve dini bürokrasinin başıdır. Padişahlar; savaş ilan etmek, barış yapmak, siyaseten katl gibi önemli konularda şeyhülislamın fetvasına başvurmuşlardır. Şeyhülislamlar, Osmanlı Devleti’nde siyasi mücadelelere katılmışlar ve bu mücadelelere fetvalarıyla yön vermişlerdir (Arı, 1994: 174). Siyaseten katlin Bizans’tan alındığı ve bu konuda şeyhülislamdan fetva istendiği değerlendirildiğinde, şeyhülislamlık kurumunun din dışı bazı yönetsel uygulamaların kutsalın alanına çekilerek, inanç damarları kuvvetli olan bir toplumda, otoritenin bazı uygulamalarını meşrulaştırma mantığıyla kullanıldığını söylemek yerinde olacaktır. Din alanına ilişkin kuralların ve uygulamaların itiraz kaldırmazlığı ile mutlaklığı düşünüldüğünde, bu kurumun, yönetim ve liderlik anlayışlarına gücü ve güç mesafesini koruma yönünde sunduğu katkı kolayca anlaşılabilecektir.

Padişahlar; savaş ilan etmek, barış yapmak ve siyaseten katl gibi önemli uygulamalar için şeyhülislamlık makamından fetva almışlardır. Padişahların bu şekilde davranmalarının nedeni; bu önemli konularda sorumluluğu tek başına almak yerine şeyhülislamlık makamıyla paylaşmak istemeleridir. Böylece padişahlar, sorumluluğun bir kısmını şeyhülislama devretmişler ve inanç alanının kutsallık zırhından yararlanmışlardır. Bunun padişahlara sağladığı asıl fayda ise şimşekleri kendi üzerlerine çekmeksizin, kendilerini ve iktidarlarını koruyabilmeleridir.

Müslüman toplumlarda kader inancı önemli bir yer tutar (Göka, 2014: 65). Zira bunun İslam toplumlarındaki ifadesi “Hayır ve şerrin Allah’tan geldiğine inanmaktır”. Kaderciliği aktif ve pasif kadercilik olarak ikiye ayırmak mümkündür. Aktif kadercilik, tevekkülde11

ifadesini bulur. Pasif kadercilik ise olan her şeyi olduğu gibi kabullenmek şeklindedir. Aktif kadercilik, insanın hayatta belirli ölçüde belirleyici olabileceği yani Marx’ın ifadesiyle “insanın tarih yapabileceğini” de savlarken; pasif kadercilik insanın hayatı konusunda belirleyici olacağına imkân vermemekte, insanın iradesini yok sayarak insanı sadece kabullenici olarak görmektedir (İslamoğlu, 2013: 39-43). O halde pasif kaderciliğin güç mesafesinin korunmasına neden olacağı, atalet üreteceği ve girişimci, iddialı insan davranış kalıplarını üretmeyeceği; aynı zamanda da gayretkeş, performansa yönelik insan tutumunu baltalayacağı öngörülebilir.

Toplumlar, içten ve dıştan denetimli toplumlar olarak ikiye ayrılmaktadır. İçten denetimli bir toplum olmanın anlamı, toplumdaki fertlerin sergiledikleri tüm

davranışlarının sorumluluğunu almaya yönelik bir tutuma sahip olmalarıdır. Dıştan denetimli bir toplum olmanın anlamı ise toplumdaki fertlerin sergiledikleri tüm davranışlarının sorumluluğunu almama yönünde bir tutuma sahip olmalarıdır. Türk toplumu dıştan denetimli insan tipinin ağırlıklı olduğu bir toplumdur. (Sargut, 2001: 198-201) Türk toplumunda öğrencinin bir dersten aldığı not iyiyse notu kendisi almıştır; ancak not kötüyse öğretmen vermiştir. Yani toplumdaki fertler; olumlu bir şeyler yapmışlarsa ve başarı elde etmişlerse, bunun kaynağı kendileriyken; olumsuz neticeler ve başarısızlıkların sorumlusu hep kendilerinin dışındaki unsurlardır (Trompenaars and Hamden-Turner, 1993: 125-138). “Dış mihraklar”, “enflasyon canavarı”, “trafik canavarı” ve Necip Fazıl'ın “nefs” kavramı, bu tür dış unsurlarla sorumluluktan kaçmanın sembolleridir. Kadercilik de, dıştan denetimli toplumlarda benzer bir işlevi yerine getirmekte; sorumluluk, kader kavramına yüklenmekte ve böylece bu anlayışların egemen olduğu toplumlardaki bireyler sorumluluktan kaçınmaktadır. “Takdir-i ilahi” ve “işin fıtratı” gibi kavramlar kullanarak yöneticilerin sorumluluktan kaçması, kendilerini ve konumlarını korumaya yönelik anlayışlarını yansıtmaktadır.

Müslüman toplumlarda, İslam’ın kitabi kaderciliği yerine insanın ahlaki sorumluluğunu kabul etmeyen cahiliye dönemi Arap kaderciliğinin baskın bir şekilde kabul edilip uygulanması, Emeviler dönemine rastlamaktadır (İslamoğlu, 2013: 39-43). Bu kadercilik anlayışı, Müslüman toplumlarda yerleşerek günümüze kadar etkinliğini sürdürmüştür. Yöneticiler, bu kadercilik anlayışını kullanarak adil olmayan ve zalimane yaklaşımlarını, kolay bir şekilde meşrulaştırabilmişler ve böylece iktidarlarını korumayı başarabilmişlerdir.

Türklerde aşırı servet birikimini önleyen ganimet sistemi, dağıtımcı toy, ülüş sistemi, başakçılık gibi yapıların olduğunu önceden belirtmiştik. İslamiyet’in kabul edilmesiyle birlikte bu tür toplumsal katmanlaşmayı önleyen ve toplumsal dengeyi sağlayan yapıların yerine, vakıflar12

ve ahilik13 kurumlarının geçtiğini söylemek yanlış olmaz. Türk kültür tarihinde, İslam dininin ilkelerinin etkisiyle mal biriktirmek, fazla miras yemek, lüks ve israf içerisinde gösteriş tüketimine yönelmek hoş görülmeyen davranış kalıplarıdır (Aksan ve Goffman, 2011: 288). “Her şeyin sahibinin Allah olduğu ve bütün bunların kulların yararlanması için yaratıldığı” inancının yansıması olarak

12 Vakıf: Sözlükte; “durma, durdurma, hareketten alıkoyma” manalarına gelmektedir. Istılahta ise, bir

malı belirli bir gaye için “alınıp-satılmaktan” ebedî olarak alıkoymak, Allah yolunda vakfetmek ve gelirini kamu yararına harcamaktır. (Pakalın, 1971: 571)

13 Ahilik: Arapça “kardeşlik” anlamına gelmekte olup (Solak, 2009: III), Türkistan Türklerinin "akı" yani

cömertlik felsefesinin İslami fütüvvet geleneğiyle kaynaşması ile ortaya çıkmış ve yaygınlaşmış bir dünya görüşü ile bu zihniyete dayalı olarak ortaya çıkmış bir kurumdur (Aykut, 2009: 113-119).

zengin olan kişiler, ekonomik güçlerinin bir kısmını, “Allah rızası için” toplumsal yarar sağlamaya yönelik amaçları gerçekleştirilmesine vakfederler (Yediyıldız, 1989: 19; Eroğlu, 2009: 278). Külliyeler, yurtlar, aşevleri, hamamlar, camiler, mescitler, medreseler, tekkeler, zaviyeler, kütüphaneler, alışveriş merkezleri, yollar, köprüler, sarnıçlar, kuyular, çeşmeler, kemerler, kervansaraylar, deniz fenerleri, hastaneler, vakıflar tarafından yapılan hizmetlerdendir (Eroğlu, 2009: 279).

Anadolu’da ortaya çıkıp, Anadolu’nun Türkleşmesini ve Müslümanlaşmasını sağlayarak Türkiye adıyla bir vatan olmasında, önemli bir rol oynamış ve Osmanlı Devleti’nin yükselme devrinde başarısının zirvesine ulaşmış olan ahilik, Batı’nın korporasyonlarından farklı olarak sadece meslek ilişkileri kuran bir kurum değil; aynı zamanda yüksek ahlak anlayışına sahip nesiller yetiştiren ve gerektiğinde askeri güç oluşturabilen bir kurumdur (Eroğlu, 2009: 277). Ahi örgütlerinin çalışma ilişkileri, liberal-kapitalist sistemin “işçi-patron” çatışmasına değil de, çırak-kalfa ve usta dayanışmasına dayalı olması nedeniyle ne zihinsel olarak ne de eylemsel olarak “bir başkasını sömürme” duygusu ve olgusu barındırmazdı. Sosyal dayanışma ve hizmet, insan sevgisi, iyi niyet, samimiyet ve içi-dışı bir olmak, bencillikten ve kibirden uzak olma, kanaatkâr olmak, dürüst, hürmetkâr ve merhametli olmak ahiliğin temel ilkeleridir. (Solak, 2009: 7-11).

Türklerde vakıf ve ahilik sistemi toplumdaki güç mesafesini ve belirsizliği azaltıcı anlamda rol oynamıştır. Cemaatlerle olan ilişkileri nedeniyle grup içi toplulukçuluğun yüksek olmasına katkı sağlarken; kurumsal toplulukçuluğun düşük olmasına neden olmuşlardır. GLOBE araştırmasına göre kendini korumaya yönelik liderliğin alt boyutları olan çatışma yumuşatma ve mütevazilik boyutlarına katkı sağladığı söylenebilir. Osmanlı’nın Batılılaşma sürecinde vakıflar, Evkaf Vekâleti’nin kurulması sonucunda merkezileşmeyle birlikte, ahilik de Balta Limanı Antlaşması’nın imzalanmasından sonra bozulmuştur. Vakıfların merkezileşmesi ile vakıf gelirlerinden kendi kişisel çıkarları için yararlanmak isteyen ahlaki yozlaşma içinde bir bürokrat kesim oluşmuştur. Batı’nın fabrikasyon ürünleriyle yarışamayan ahilik teşkilatı içindeki unsurlar ise varlıklarını devam ettirebilmek için teşkilatın temel ahlaki değerlerini yok sayan yaklaşımları benimsemişlerdir. Böylece vakıflar ve ahilik teşkilatı toplumdaki güç mesafesini azaltıcı rollerini kaybederlerken; kendini koruyucu liderliğin çatışmayı önleyici ve mütevazilik boyutlarının önemi azalmış, bunların yerine benmerkezci, makama duyarlı ve prosedür düşkünü olma boyutları önem kazanmıştır.

İslam medeniyetinde mezhepler önemli bir yer tutar. Kültür ve liderliğin biçimlenmesinde de önemli rol oynar. Mezhep, Arapça bir kelime olup, “takip edilen ve

gidilen yol” anlamına gelmektedir. Terim anlamı ise, itikadî ve amelî, yani iman, ibadet,

ahlak ve işleyişle ilgili konularda çözümler üretmek için ortaya çıkan İslâm Düşünce ekollerini ifade etmektedir (Kutlu, 1997: 192). İlk mezhepsel farklılıklar Halifelik mücadelesiyle birlikte Sünnilik, Şiilik ve Haricilik olarak ortaya çıkmış daha sonra da sufiliğin cereyan etmesiyle, diğer kültürlerle etkileşimle, birçok farklı mezhep oluşmuştur. Bu mezhepsel farklılıklar da farklı cemaatleri oluşturmuştur. Cemaatler, kendi iç bünyelerinde fert ve cemaat olarak aynı dinî inanç, merasim ve ibadetleri icra ederek üyelerinin birbirlerine daha bir kenetlenmesini sağlarken diğer taraftan; inanç, ibadet ve anlayış açısından yeni bir cemaat oluşturma gayretiyle, insanları geleneksel bağlarla bağlı bir toplum içinde giderek yalnızlaştırır ve dışarıya karşı yabancı bir tutum takınmaya sevk eder. Bunun sonucu olarak, üyeler daha derin bir dinî etkenle kendi içlerine yönelir, gizlenir, kardeşlik ve beraberliklerini daha da arttırırlar. Başlangıçta birkaç dost arasında geçerli olan bu yapı, zamanla kendisine taraftar bulur ve havari, tilmiz, sahabe, din kardeşi ve salik adları altında, giderek bir güç birliği ve ülkü beraberliğine dönüşür. (Bozkuş, 1998: 204) Cemaatlerin varlığı ve çokluğu, toplumdaki grup içi toplulukçuluğu artırırken; kurumsal toplulukçuluğu ise olumsuz yönde etkiler. Grup içi toplulukçuluğun yüksek, kurumsal topluluğun düşük olması, GLOBE araştırmasında kendini korumaya yönelik liderliğin kültür boyutları olarak ortaya konulmuştur.

Outline

Benzer Belgeler