• Sonuç bulunamadı

Türk Edebiyatında Poetika

Şiir ve şiir sanatı üzerine söylemlerin Türk edebiyatı tarihindeki görünümüne bak-tığımız zaman, bu konuda müstakil çalışmaların olmadığını görmekteyiz. Türk edebiya-tı tarihinde şiirin özellikle Osmanlı şiirinin diğer türlere göre daha üstün tutulduğu göz önünde bulundurduğumuzda; şairlerin poetik eserlere niçin pek rağbet etmediklerini açıklamak gerçekten zordur. Türk edebiyat tarihinde şiir sanatı üzerine şairlerden önce bazı Türk filozoflarının araştırma ve inceleme yapmaları da düşünülmesi gereken ayrı bir konudur. Türk filozoflarıyla beraber diğer Đslam filozof ve düşünürlerinin şiir sanatı üzerine yoğunlaşmalarının asıl sebebini iki nedene bağlayabiliriz. Bunlardan birincisi Aristo felsefesi bağlamında şiirin felsefî boyutta irdelenip, bilgi ve mantık çerçevesi etrafında yoğunlaşması; diğeri ise Đslâmla beraber gelen şiirin tasavvufî boyuta bürüne-rek tasavvuf-felsefe-mantık üçgeninde ele alınmasıdır.

Şiir sanatı üzerine eser veren en önemli düşünürlerimizden en önde geleni Farâbî (ö.950)’dir. Farâbî’nin yazmış olduğu Risâli fî Kavânini Sınâ’ti’ş-Şi’r ve

Kitâbü’l-Musîka el-Kebir adlı eserleri bu açıdan önemlidir,

Farâbî, “Kitâbü’l-Musîka el-Kebir” eserinde şiir ile müzik arasındaki köklü ilişki-lere değinerek ikisinin de aynı türden olduğunu savunmuştur. Farâbî, şiir sözüyle müzik

98

Abdulhüseyn-i Zerrinkub, A.g.m., s.152.

birlikteliğinin kesinlikle doğal olduğu görüşündedir. Bu tür müzik etki ve hayal gücü bakımından ilk sırada kabul edilir. Şiir sözüyle karışık müzik, ruha haz ve ferahlık verir, insanın hayal gücünü zorlar, onu düşünceye sevk eder ve insanın tepki ve gözlemlerini artırır.100 Farâbî, “Risâle fî Kavânini Sınâ’ati’ş-Şi’r” (Şiir Sanatının Kanunları) isimli küçük risalesinde de Aristo’nun Poetika’sını ele alır.101 Bu eserde Farâbî, şiirin nasıl bir sanat ve bu sanatın hitabet sanatından nasıl farklı olduğundan, şiir türlerinden, şairin türlerinden, özellikle de Yunanlıların şiir çeşitlerinden çok kısa olarak söz etmekte-dir.102 Farâbî, şiiri kategorize ederken veznine ve anlamına göre bir sınıflandırma yapar:

“Şiirsel beyanlar, ya vezinlerine ya da anlamlarına (ma’âni) göre sınıf-landırılabilirler. Vezinlerine göre sınıflama, beyanların teşekkül edildiği dile ve ait oldukları mûsikî türüne göre mûsikiciye veya âruzcuya has olan ince-lemedir. Anlamlarına göre ilmî sınıflama, rumûz âlimi, şiir yorumcusu, şiir-sel anlamları araştıran çeşitli ekoller ve milletlerin şiir nazariyecisi gibi kimselerin sahasına dahil olan konudur.103

Farâbî de Aristo gibi şiiri yalancı önermelerden yapılan bir kıyas ve taklide daya-nan bir sanat olarak görmektedir. Bu temsil sanatı, gerçek bilgiyi değil taklidi bilgiyi verir. Bu bilgi de yalancı (kazibe) bilgidir. Bu bilgiler ve beyanlar “işitenlerin zihninde

kendisine işaret edilen nesneyi nakşeder, bazısı onların zihninde o nesnenin taklidini nakşeder.”104 Farâbî, şiirsel beyanlardan sonra şairlere geçer ve şairleri de üç ayrı kate-goride değerlendirir:

“Şairler üç sınıfa ayrılabilir; Birinciler şiir yazma ve okumada tabiî bir vergiye ve yeteneğe sahip olanlardır. Đster şiir türlerinin ekseriyetinde, ister bazı türlerinde olsun teşbih ve temsil yaratmada onların çok güzel temayül-leri vardır. Hiçbir şekilde bu şairtemayül-lerin, bizzat şiir sanatı hakkında bilgitemayül-leri yoktur, fakat yapmaya başladıkları şeyi gerçekleştirmedeki güzel istidâdlarına ve temâyüllerine dayanırlar. Onlar kelimenin tam anlamıyla ‘kıyas yapan’ şairler değillerdir. Çünkü yazış şekilleri mükemmel değildir ve

100 Adonis, A.g.e., s.23.

101 Mehmet Bayrakdar, “Farâbî’nin ‘Şiir Sanatının Kanunları’ Adlı Risalesi”, Ankara Üniversitesi Đlahiyat Fakültesi Dergisi, C.36, Ankara 1997, s.45-65.

102 Mehmet Bayrakdar, A.g.m., s.46.

103

Mehmet Bayrakdar, A.g.m., s.49.

san’atta pekişmiş değillerdir. Böyle bir kimse kendisinden ancak şairlerin sudur ettiğinden ‘Kıyas Yapan Şair’ olarak adlandırılır.

Đkinci şair sınıfı, tamamen şiir sanatı bilenlerdir. Hangi sahaya girerse girsin, şiirin kanunlarından veya kurallarından hiç birisi kendisine yabancı değildir. ‘Kıyas Yapan Şairler’ ismine hakkıyla lâyık olanlar bu şairlerdir.

Üçüncü sınıf, kendilerinin hiçbir şiirsel yetenekleri olmaksızın veya sana-tın kanunlarını anlamaksızın, ilk iki sınıf şairlerin faaliyetlerini devam etti-rerek, teşbihlerde ve temsillerde onların çığırlarını takib ederek, onları taklid edenler teşkil eder. En çok yanılgılar ve hatalar bu sınıf şairler ara-sında olur.105

Farâbî, eserinin sonunda da şiir ile resim arasında bir bağlantı kurar. Bu iki sana-tın maddelerinin farklı olduğunu, fakat şekillerinde, fiillerinde ve gayelerinde aynîlik olduğunu ifade eder. Şiir sanatı kelimelerle çalışır, resim sanatı renklerle, fakat ikisinin de fiili, benzerliği (teşbih) çıkarmaktır. Farâbî’nin şiir sanatı hakkındaki görüşlerini kısaca özetleyecek olursak, o şiiri mantık sanatı ve mantığın bir şubesi olarak görür. Bu bağlamda şiir, yalancı bir ispatlama yoludur.

Farâbî, “Risâle fî mâ Yenbağ”’da ise şiire bir kıyas türü olarak bakmakta ve şii-ri tasdike dair beş sanattan bişii-ri olarak görmektedir. O, şiişii-ri ‘kesinlikle ve bütünüyle’ yanlış olarak nitelemesine rağmen şi’rî ifade’yi anlamlı bulur.106

Farâbî’den sonra poetika üzerine duran diğer bir âlim Đbn Sinâ (ö.1037)’dır. Đbn Sinâ, ‘Şifa’ kitabında dokuzuncu sanat olarak ele aldığı Fennu’ş-Şi’r’de, şiir konusun-daki kendi görüşlerine yer vermiştir. Đbn Sinâ, bu eserinde şiir sanatının yanı sıra sahne sanatları üzerinde de durmuştur. Eser kendi içinde iki bölüme ayrılmıştır. Birinci bö-lüm, Đbn Sinâ’nın şiir konusundaki görüşleri ve Yunan şiirinin on iki türünü ele almak-tadır. Đkinci bölüm ise, Aristo’nun Poetika’sına dair Đbn Sinâ’nın kendi yorum ve açık-lamalarını içermektedir.107 Đbn Sinâ, şiir sanatına şiirin mutlak kavramı üzerinde dura-rak şöyle tarif eder: “Şiir muhayyel bir kelam olup vezinli, uyumlu ve Araplarda kafiyeli

sözlerden oluşur.”108

105 Mehmet Bayrakdar, A.g.m., s.51.

106 Ayşe Demirkaynak, A.g.e., s.41.

107

Ayşe Demirkaynak, A.g.e. s.46.

Sinâ, bu tariften yola çıkarak tahayyülî bir dil kullanan şiir ile bilimsel bir dil kul-lanan mantık arasındaki farkı ortaya koyar. Dilin bilimsel kullanımı, burhanî bilimin temelidir, amacı ispat ya da mutlak doğrulardır. Şi’rî ya da hayalî ifadenin kullanımı psikolojik kabulleri ya da hayalî temsilleri kullanmak yoluyla dinleyeni ‘hazza ya da taaccübe’ götürmeyi amaçlar.109

Đbn Sinâ, şiiri kıyas mertebeleri içinde incelerken, şiirsel kıyasın herhangi bir tas-dik oluşturmadığını, fakat nefsi güzel ve çirkin şeylere öykünmek suretiyle kapanma ve açılmaya doğru hareket ettiren bir tahayyül oluşturduğunu ifade ederek şöyle devam eder:

Çünkü muhayyelât, tıpkı tasdik edilen şeyin yaptığı gibi, nefsi bir kısım şeylere kapatır (kabz) ve bir kısım şeylere de açar (bast), böylelikle bunlar, yanlışlanmalarına rağmen tasdik edilmiş önermelerin yerini tutarlar. Meselâ bir kimse ‘bal acı ve kusturucudur’ dese nefis, tıpkı söyleneni tasdik ettiği zaman tiksinmesi gibi veya buna yakın bir şekilde söyleneni yanlışlamakla birlikte baldan tiksinir. Yine ‘ishal eden bu pişinti, şerbet hükmündedir ve iç-tiğin zaman ishal olman için onun şerbet olduğunu tahayyül etmen gerekir’ denildiğinde insan onu tahayyül eder ve ishal olur. Bu durum, o sözü yanlışlamakla birlikte gerçekleşir. Bu (yani tasdik edilmediği halde tasdik edilmiş gibi etkide bulunma), şiirsel kıyasların ilkesidir. Şiirsel kıyasların ti-kel şeylerde halka yararı, kendilerinden titi-kel şeylerde kıyasların kurulduğu tasdik edilmiş önermelerden oluşan kıyasların yararına yakındır. Çünkü söz konusu kıyaslarda gerçekleştirilen tasdikin amacı da nefsin kapanma ve açılma üzerine tiksinmesi veya sükûn bulmasıdır. Tahayyül de aynı şeyi yap-tığına göre o kıyasın yerini almaktadır. Fakat halkın çoğu tasdikten ziyade tahayyüle yakındır. 110

Sinâ’nın şiire bu mantıksal yaklaşımı yukarıda da izah ettiğimiz Farâbî’nin şiire ‘yalancı’ yaklaşımına işaret etmektedir. Đki filozof da şiirin ifade ettiği bilgilerin doğru-luğu ve gerçekliği konusunda mantıkî açıdan yaklaşarak, söylenen sözün ispat (ikna) edici yönünü yargılamaya çalışmışlardır. Đbn Sinâ, burada Aristo geleneğinin aksine

Poetika’yı mantığın bir parçası olarak görür. Oysa Aristo’da mantık poetika’yı içermez.

(Đbn Rüşd de burada Aristo ile aynı görüşü ileri sürmesine rağmen şiirden mantıki bir

109

Ayşe Demirkaynak, A.g.e., s.46.

sanat olarak bahseder.111) bu bağlamda Đbn Sinâ ‘şiir, tahayyüli bir söylem olduğu

oranda mantıkçıyı ilgilendirir’ derken aslında şunu ortaya koyar: insanlar hakikatten

daha çok hayali olana bağlı kalmaya yatkındırlar. Gerçekte birçok insan doğru beyanları işittiklerinde hoşnutsuzluk gösterir ve onlardan sakınırlar. Bu hakikatte bulunmayan ama taklitte veya yanlışta bulunan şaşırtıcılık unsurundan kaynaklanır.

Türk edebiyatındaki tasavvufî şiirin ilham kaynağı olan ve sadece Osmanlı şairleri üzerinde değil bütün Müslüman coğrafyasının entelektüel üretiminde çok önemli bir yeri olan112 ve bu yüzden ‘Şeyhü’l Ekber’ diye anılan ünlü düşünür Muhyiddîn Đbn Arâbî (ö. 1240), yazmış olduğu birçok eserinde şiir ve şiir sanatına geniş yer vermiştir. Kendisini bir şair olarak görmemesine karşın yazdığı şiir sayısı birçok şairden kat kat daha fazladır.113 Đbn Arâbî, rüyasında ‘Şuara Suresi’nin ruhunun kendine üflenmesi veya ilham edilmesi neticesinde şiire başladığını belirtir.

Đbn Arâbî’nin şiire bakış açısı hep marifetullaha dayanır. Ona göre şiir, bir icmal, remiz, lugaz ve tevriye sanatıdır.114 Manalar ise önce hayale nüzûl eder ve sonra peşin-den duyular âleminde dile dökülür. Hayal âlemi metafizik ile fizik arasındaki bir geçiş âlemidir.115 Đbn Arâbî, bu bağlamda hayali, hem âlemin hem de insani nefsin altında yatan şey olarak görür ve hayali algının rasyonel anlayışla aynı düzeye yerleştirilmesi konusunda ısrar eder.116 Đbn Arâbî, Futuhat’ın bir bölümünde, nefsin ilahi hazret (var-lık)’e yükselişinin (mi’râc) müşahedeye dayalı bir anlatımı yoluyla, şairle hayal âlemi arasında açık bir bağlantı kurar. Hz. Peygamber’in mi’râcıyla ilgili hadislere uyarak, her bir gök katına bir peygamberi koyar ve o peygambere ait salikin yükselişi sırasında o kata ulaştığında elde ettiği özel ilimleri tartışır. Üçüncü katta yer alan Venüs (Zühre)’te büyük rüya yorumcusu Hz. Yusuf bulunur. Bu bakımdan insan hayal âleminin bilgisini ve hayallerin nasıl yorumlanacağını bu katta elde eder. Dolayısıyla şairlere ilhamlar bu kattan gelir:

111 Şems Đnati vd., A.g.m., s.129.

112 M. Erol Kılıç, Sufi ve Şiir –Osmanlı Tasavvuf Şiirinin Poetikası-, Đnsan Yay., Đstanbul 2004, s.49

113 Đbn Arâbî’nin şiirleri ‘Divanu-l Maârif, (Bulak Matbaası 1855)’ isimli bir divanda toplanmıştır. Bunun yanında Tercümânü’l-Eşvâk, (Arzuların Tercümanı) gibi manzum bir eseri vardır. (bk. Đbn Arabî,

Arzuların Tercümanı, (çev. Mahmut Kanık), Đz Yayıncılık, Đstanbul 2004). Ayrıca 37 ciltlik

Fütuhatü’l-Mekkiye’de bulunan Đbn Arâbî’ye ait 7102 adet de beyit bulunmaktadır. (M. Erol Kılıç,

A.g.e., s.54.)

114

M. Erol Kılıç, “Đbnü’l-Arabi”, DĐA, C.20, Đstanbul 1999, s.496.

115 M. Erol Kılıç, Sufi ve Şiir, s.55.

116 William Chittick, “Đbn Arâbî’ye Göre Hayal Alemi ve Şiirsel Đmaj”, Varolmanın Boyutları, (çev. Turan Koç), Đnsan Yayınları, Đstanbul 1997, s.303.

Burası tam şekil veriş ve düzenle ilgili semavî âlemdir. Şairlere bu dün-yadan yardım ulaşır. Düzen, özel biçim ve geometrik şekillerde cismâni bün-yeler içinde ve bu bünbün-yelere nefs içinde şekil verilmesi, aynı şekilde bu kat-tan gelir… Özel ve yerli yerine oturan biçimin, uygun davranışın varlığı, bilgeliği kuşatan güzellik ile belli bir insanî yapı için arzu edilen ve kabul gören güzelliğin anlamı bu kattan bilinir.117

Đbn Arâbî, kendi şiirini ise şöyle tarif eder:

Bizim şiirlerimizin hepsi ister bir sevgiliyle (mahbube) hasbihal (teşbib) ile başlasın, ister bir medhiye olsun ve isterse de kadın isim ve sıfat-larıyla, ırmak, yer, yıldız isimleriyle dolu olsun hepsi de bütün bu sûretler al-tındaki ilâhî bilgilerden (maârif-i ilâhiye) ibarettirler… Yani biz her şeyi remzederiz, lugazlaştırırız ama bizim bundan kasdımız bir başka şeydir.118 O kasıt da Allah’tan başka bir şey değildir. Sonuç olanak Đbn Arâbî’nin şiir felse-fesini üç ana zemine oturtabiliriz. Hayal, ilham ve sembol. Đbn Arâbî’nin görüşleri fikri anlamda Đslâm dünyası edebiyatında ve bilhassa Osmanlı şiirinde büyük bir yer edin-miştir. Hem divan şiiri ve hem de tasavvufî şiirin mana, fikir ve ilham anlamında temel kaynağı Đbn Arâbî’dir dersek hiç de yalan olmaz.

Son olarak şunu söylemek gerekir ki, Müslüman filozoflar sadece şiirin felsefesini yapmakla kalmayıp aynı zamanda şiirî bir felsefe de yaptıklarını söylemek yerinde olur. Buna misal olarak Đbn Sinâ ve Đbn Arâbî’yi gösterebiliriz.

Çalışmamızın da konusu olan Divan şiirinin poetik verilerine baktığımız zaman, bu alanda verilen ürünlere Şuarâ Tezkireleri’nde, Divan dibâcelerinde ve kasidelerin ‘fahriyye’ bölümleri ile poetik nitelikli Gazellerde rastlamaktayız. Şuarâ Tezkirelerinin ‘mukaddime’ bölümlerinde tezkire yazarları, şiir hakkında geniş mülahazalarda bulun-duktan sonra şiirin faydaları üzerine dururlar. Şairlerle ilgili bölümlerde de şairin, şiiri-nin özellikleri ve sanatı üzerine durulur.

Divan dibâceleri, divanların giriş kısımlarıdır. Nazım-nasir karışımı olan bu bö-lümde divan sahibi şair, kendi şiir sanatı üzerine görüşlerini, niçin şiir yazdığını, şiirinin

117

William Chittick, A.g.m., s.317.

mahiyetini ayet ve hadislerle de desteklemeye çalışır.119 Ancak şunu da burada ifade etmek gerekir ki dibâce bölümü olan divan sayısı oldukça azdır. Bu da bu geleneğin fazla yaygınlaşmadığını göstermektedir.

Divan dibâcelerinin en önemli yanlarından birisi, şiir ve şaire karşı Đslâmiyetin birbirine ters gelen iki farklı tutumunu ortaya koymasıdır. Ali Şîr Nevâyî’den itibaren dibâce yazan şairlerimizin çoğunun bu konuya girerek şiirin ve şairin müdafaâsını yap-ma mecburiyetini hissetmeleri, Đslâm dünyasının genel olarak bir kısım şiir ve şaire kar-şı menfî bir tavra sahip olmasıdır. Şairlerde bu duruma karkar-şı iyi şiir kötü şiir ayırımı yaparak iyi şiirin ibrâsı yapılmakta ve ayet ve hadislerle bu iki şiir arasındaki farklılıklar ortaya serilmektedir.120 Bu konu çalışmamızın ana temasını oluşturduğundan ilgili bö-lümlerde daha ayrıntılı olarak ele alınacağından, burada kısaca değinmekle yetineceğiz. Divan şiirinin poetik metinlerinin genellikle divan ve dibâcelerde yer aldığı şek-lindeki bir ortak görüşün ağırlığına rağmen, divan şairleri bu eserlerin dışında diğer müstakil eserlerinde de ara sıra şiir ve şiir sanatı üzerine olan görüşlerine yer vermişler-dir. Bunlar daha çok edebî bilgileri ihtiva eden eserlervermişler-dir. Edebiyat tarihimizde böyle bir esere ilk kez Ahmedî (ö.1413)’de rastlamaktayız. Onun, ‘Bedâyiu’s-Sihr fî

Sanâ-yi’i’ş-Şi’r” isimli eserini örnek olarak gösterebiliriz. Ahmedî bu eserini Reşidüddin

Vatvat (ö.1178)’ın ‘Hadâiku’s-Sihr’ isimli eserinden yola çıkarak kaleme almıştır. Eser muhteva olarak şiirdeki edebî sanatların örneklerle açıklanmasından ibarettir.121

Ahmedî’den sonra onunla aynı çağda yaşamış olan Hüsameddin Amâsî (ö.1470)’nin Risaletün Mine’l Aruz ve Istılahı’ş-Şi’r isimli küçük bir risalesi gelmekte-dir. Edebi sanatlar, terimler ve aruz bahirleri hakkında geniş bilgiye yer veren Amâsî, şiir bahsinde de durmuş ve şiiri aruzla bütünleyerek tanımlamıştır. Ona göre aruz, şiirin terazisidir ve onun vasıtasıyla şiirdeki yanlışlıkların ve doğruların fark edileceğini ve kişinin hem sahib-tab’ (şair) olması hem de teorik olarak aruzu bilmesi gerektiğine ina-nır.122 Şiiri de; “Her beyt ki mevzun-ı ma’nevi ola ana şi’r dirler”123 olarak tarif eden

119 Divan Dibâceleri hakkında geniş bilgi için bk. Tahir Üzgör, Türkçe Divan Dibâceleri, Kültür Bakan-lığı Yayınları, Ankara 1990.

120 Tahir Üzgör, A.g.e., s.24.

121 Nihad M. Çetin, “Ahmedî’nin Mirkatü’l-Edeb’i Hakkında”, Türkiyat Mecmuası, C.14, Đstanbul 1965, s.223.

122

Menderes Coşkun, “Edebî Terimler ve Aruzla Đlgili Bir Eser: Ali b. Hüseyin Hüsâmeddin Amasî’nin

Risaletün Minel-Aruz ve Istılahı’ş-Şi’r’i”, Türk Kültürü Đncelemeleri Dergisi, S.8, Bahar 2003,

s.91-130.

Amasî, Gazel’i de sevgilinin güzelliğini söz konusu eden ve ona duyulan istek, sevgi ayrılık ve hasreti anlatan şiirler olarak tarif eder.124

Ahmedî’den sonra bu alanda kapsamlı olarak eser veren şairlerin başında Sürûrî (ö.1561) gelmektedir. Sürûrî, “Bahrü’l-Ma’ârif”, “Şerh-i Şebistan-ı Hayal”,

“Sanayiü’ş-Şi’riyye”, ve “Şerh-i Kafiye” isimli eserlerinde şiir ve şiir sanatı ve

terimle-ri üzeterimle-rine durur. Bu eserlerden en önemlileterimle-ri ise kuşkusuz “Şerh-i Şebistân-ı Hayâl” ve “Bahrü’l-Ma’ârif”tir. Sürûrî’nin ‘Şerh-i Şebistân-ı Hayâl”i Fettah-ı Nişâburî’nin ‘Şebistân-ı Hayâl’ isimli eserin şerhinden ibarettir. Bu eserde edebî sanatların geniş olarak açıklaması yer alır.125 Sürûrî’nin en önemli eseri, Türk edebiyatı tarihinin de ilk müstakil edebiyat lügati sayabileceğimiz “Bahrü’l-Ma’ârif”idir. Faik Reşad, bu eser hakkında: “Fenn-i aruz ve kavâfî ile sanayî’-i şi’riyyeye ve ıstılahât-ı edebiyyeyi câmi’

bir te’lîf-i nâfi’ olarak lisanımızda bu yolda mevcûd eserlerin birincisi olmakla mü-kemmeldir”126 ifadesiyle aynı görüşü paylaşmaktadır. Eser, mukaddime, 3 makale ve

hatime bölümlerinden oluşmaktadır. Sürûrî, mukaddimesinde eserin yazılış sebebini açıklarken, aruz, beyan, bedî, kafiye, şiir ve inşa ilimlerini nefâyis-i ma’ârif olarak de-ğerlendirerek, bu ilimlerin mütalaa edildikçe daha iyi anlaşılacağını savunmuş ve bu amaçla eserini kaleme aldığını belirtmiştir.127

Eserin muhtevasına gelince, 1. Makale; bahirler ve vezinlerle ilgilidir. 2. Makale; ‘sanayi-i şi’riyye’ beyanında olup, edebî sanatlar tarif edilerek örnekler verilmiştir. 3. Makale; yazarın kendi ifadesiyle ‘teşbihat ve mesâ’il-i Enisü’l-Uşşâk’ bayanında olup, sevgilinin vasıflarını beyan sırasında kullanılan mazmunları içermektedir. Sürûrî, ‘Ha-time’ bölümünü ise şiir sanatı konusuna ayırmıştır. Bu bölümde şiirin faydalarını açık-layarak, dinde yasak olmadığını birçok ayet ve hadisler ışığında savunmaya çalışmıştır. Đlerleyen sayfalarda da kendisinin şiir ve şair hakkındaki görüşlerine yer vermiştir. Ona

124 Menderes Coşkun, a.g.m, s.103.

125 Bu eser hakkında geniş bilgi için bk.: Bilal Elbir, Sürûrî’nin Şerh-i Şebistân-ı Hayâl’i –Metin-Đnceleme-, Ege Üniversitesi, SBE Doktora Tezi, Đzmir 2003.

126 Faik Reşad, Eslaf, Alem Matbaası, Đstanbul 1311, C.1, s.30, (Atatürk Üniversitesi Merkez Kütüphane-si Seyfettin Özege Okuma Solanu No:3515)

127 Sürûrî, Bahrü’l Ma’ârif, Atatürk Üni. Merkez Kütüphanesi Seyfettin Özege Okuma Salonu Yazma Eserler Koleksiyonu ASL No:486, yk3a; Eserin tam metni ve hakkında geniş bilgi için bk. Yakup Şa-fak, Sürûrî’nin Bahrü’l Ma’ârif’i ve Enisü’l-Uşşâk Đle Mukayesesi, Atatürk Üniversitesi SBE Doktora Tezi, Erzurum 1991; Ayrıca bk. Đsmail Güleç, “Gelibolulu Musluhiddin Sürûrî, Hayatı,

göre şiir, ‘ruhu heyecanlandırarak aşk ve şevk verir gerçek maşûğun yüzüne meyl

etti-rir.” Şiir okumak ise, ‘kalbi yumuşatarak insanlığı kemâlete erdietti-rir.”128

Şunu da esefle belirtmemiz gerekir ki; Osmanlı şair ve edipleri, eserlerinde hari-kulâde sanatlar yapmışlar, fakat araştırmacılar onların isimlendirilmesi ve tasnifiyle pek uğraşmamışlardır.Osmanlı medreselerinde bir âlet ilmi olarak kabul edilen belâgat, dinî ve edebî metinlerin daha iyi anlaşılması gayesine bağlı olarak hayat bulmuş ve gelişi-mini daha çok Arap ve Fars edebiyatı dairesi içinde sürdürmüştür. Gerek yukarıda bah-settiğimiz ve gerekse burada isimlerine yer veremediğimiz belâgat kitapları genellikle çeviri yoluyla Türk edebiyatına kazandırılmış, ama bu eserler vasıtasıyla tam anlamıyla tam bir Osmanlı belâgatı ortaya konulamamıştır. Bu eserlerde verilen örneklerin büyük bir çoğunluğunun Farsça ve Arapça olması da bunun bir göstergesidir.

Nev’î (ö.1598)’nin ‘Netâyicü’l Fünûn’ (Đlimlerin Özü) isimli çalışması yine bu yüzyılda yazılan önemli eserlerden biridir. Nev’î bu eserinin dışında ayrıca şiir sanatı üzerine Sadrazam Sinan Paşa’ya yazdığı uzunca bir tezkireye sahiptir. Sadrazam’ın konağına bayram tebriği için giden Nev’î, burada Paşa’nın sohbet esnasında ‘Şâir âlim

olmaz’ şeklindeki tahkirine daha sonra uzunca bir cevap yazıp Sinan Paşa’ya

gönder-miştir. Bu tezkirede Nev’î, şiirle ilim arasındaki münasebeti gerek ayet ve hadislerle ve gerekse Đslâm âlimlerinin görüşleriyle desteklemeye çalışmış, şiirin faziletlerini anlatır-ken de Hz. Peygamber’in şiire ve şairlere olan tutumundan bahsetmiştir. Nitekim Nev’î’ye göre şiir: “hizâne-i mekârim ve zînet-i melâhim ü velâimdir. Ekseri ilhâm-ı

Rabbâni ve telkîn-i Subhâni” dir.129 Bundan dolayı şiir, ‘mecâmi-i hikem ü irfân’ (irfan

ve hikmetin birikimi)dir.130

Nev’î, Netâyicü’l Fünûn adını koyduğu diğer bir eserinde ise, tıptan tefsire,