• Sonuç bulunamadı

Mistik Semboller

Divan şiirinin en belirgin özelliklerinden biri de, müstehcen denilebilecek konu-larda dahi mistik ve tasavvufî motiflere göndermeler yapan bir düzenek oluşturacak şekilde kurgulanmasıdır. Bu motiflerden en belirgini ve göze çarpanı aşk uğruna rüsva olma, şarap ve meyhane düşkünlüğü vb dinî değerler açısından hoş görülmeyecek dav-ranışlardır.

Bu motiflere dikkatle bakıldığında, sevgilisini kulaktan duyan yahut bir su veya kâğıt üzerindeki akis ve tasvirini görerek kendinden geçen âşığın, aslında Allah’ı hiçbir zaman görmediği halde onun vasıf ve sıfatlarını duyup dünyada yarattığı güzelliklerini aynadaki bir aksi seyredercesine müşahede eden saliki temsil ettiği görülür. ‘Şehzade’ yaratılırken Allah’ın kendinden ruh bağışlayarak yeryüzüne halife olarak gönderdiği insandır. Şehzadenin aşk derdi ile yanıp yakılması sırasında ülkeye gelen seyyah veya tacir rolündeki yol gösterici kahraman, âşığı sülûka yani sevgilisinin bulunduğu yola erdiren kâmil mürşidi temsil eder.

Mutasavvıflara göre Allah’ın tecellisinde tekrar yoktur ve Allah’ın âlemdeki tecel-lileri bir değildir. Ancak Allah’ın âlemde her an başka bir zuhuru vardır.413 Sanatçı da burada devreye girerek semboller aracılığıyla Allah’ın âlemdeki zuhurlarını keşfe çıkar. Burckhardt’a göre bu bağlamda sembolizm zaruridir. Çünkü sanatta her şey hakikatin bir üst sembolüdür ve sanatçıyı bir üst hakikate götürür. Din dışı sanat ise remze ihtiyaç duymaz. Sadece zahire delalet eder, batınla hiçbir ilgisi yoktur. Đçi ve dışı da birdir.414 Bütün bu semboller bir araya getirildiğinde, klasik edebiyatın ismi ve cismiyle en belir-gin biçimde insanlar arasında geçtiği kesin olarak bilinen aşk hikâyelerinin dahi hemen her bakımdan yoğun mistik motifler ağı içerisinde geliştirilip sürdürdüğü görülür. 415

Walter Andrews, Divan şiirini tahlil ederken bu şiirdeki sembolizmi ‘dikkat çeki-ci ölçüde aşırı kodlama ürünü’ olarak tarif etmektedir. Andrews’e göre bu kodlama des-potik bir sistemde simgelerin nasıl bir temsiliyet kazandığına ve güçlendirildiğine

413

Titus Burckhardt, “Dinî Sanat. Đslam Sanat Felsefesine ve Đlkelerine Bir Bakış”, Hikmet ve Sanat, (Editör:Gulamrıza Âvanî), (çev. Mehmet Kanar), Đnsan Yay., Đstanbul 1997, s.221.

414 Titus Burckhardt, A.g.m., s.220.

kemmel bir örnek oluşturur. Şiirde içsellik/dışsallık, toplumsal grup, toplumsal etkinlik, değer, anlam türünden tüm diğer simgeler ‘sevgili’yle olan ilişkileriyle belirlenir.416

Latîfî, şiirdeki simgelerle ilgili unsurlar hakkında şöyle demektedir:

“Aslında şairlerin mecâzî şiir örtüleri ve gerçeği iltibaslarında def,

ney, sevgili ve şarabı gösteren ibare ve istiareler gelirse, görünüşüne bakıp bunları şarap, kol ve boy övgüsü olarak düşünmemek lazımdır. Tasavvuf ve gerçek bilenlerin dilinde her sözün bir manası, her ismin bir müsemması, her sözün bir tevili ve her tevilin bir temsili var-dır.”417

Divan şiirinde sık işlenen şarap ve meyhane mazmununu daha iyi kavrayabilmek için şüphesiz Horasan mistik ekolünün benimseyip meydana çıkardığı ‘Melâmet’ meş-rebini ve bu meşrebin özelliklerini iyi bilmek gerekir. Kelime anlamı “kınama, ayıpla-ma, kötüleme, karalama’418 olan bu meşrebin esas felsefesi, kınayanların kınamasından çekinmeden doğru yolda yürümektir. Peygamberler, veliler hep kınanmışlardır. Bu yüz-den hak yolda yürüyen Hak erlerinin kınanmayı dâima göze almaları ve buna hiç aldırış etmemeleri lazımdır. Özellikle âşıklar aşkları uğruna her türlü kınanmayı, hatta aşağı-lanmayı göze alırlar. Şiirde dinin haram kıldığı şarap, meyhane, sarhoş olup yerlerde sürünme, şarap dilenciliği etme, güzellerin kaşına gözüne tutulup onlar için varını yo-ğunu feda etme ve erkek sevgililere tutulma gibi semboller, ibadetlerini gizleyip kendini halka hor ve hakir gösterme yolunu seçen bu meşrebin de hararetle benimseyeceği tür-den özellikler taşımaktadır.

Melâmet meşrebini benimseyen, dolayısıyla riyâ ve şirke asla müsamaha göster-meyen eski şiir felsefesinin hedeflerinden birisi de bu sahte ve riyakâr tiplerle mücadele ederek bu ahlakî zaafı iğnelemekti. Bunun için kıyafeti, davranışları şarap ve meyhane aleyhtarı tavırlarıyla ön plana çıkan sofi tipler şiddetle yeriliyor ve şiirde sürekli riyakâr-lıkla itham ediliyorlardı. Şarabın ilahî aşkı, meyhanenin gönlü temsil ettiği temel bir kalıp olarak kabul edilen bu edebiyatta aydın zümreyi temsil eden şairler, edebî sembol-leri anlamayan veya ardında gerçek şarap ve meyhane bulunduğunu iddia eden kaba

416

Walter Andrews, “Yabancılaşmış Ben’in Şarkısı: Guattari, Deleuze ve Osmanlı Divan Şiirinde

Öz-ne’nin Lirik Kod Çözümü”, Defter, S.39, Bahar 2000, s.115.

417 Latîfî, A.g.e., s.9

sofulara acımasızca hücum ediyorlar ve bitmek bilmez bir mücadele sürüp gidiyordu.419 Nesimî bu durumu şöyle açıklar:

Hele biz işbu yola gelmedik riyâ ile Bu melâmet donun bizimle giyen gelsin420

Bu bağlamda gerçek anlamda meyhaneyi anlatır görünmelerine karşılık, sembolik olarak insanın gönlünü tarif eden beyitleriyle okuyanı sürekli şüphede bırakan bir üslup ortaya çıkmıştır. Mesela Ahmedî :

Zî muhlisler yiri durur harabât Ki yoh anda riyâ vü zerk ü tâmât421

Şeklinde meyhanenin şairler katındaki öneminden bahsetmektedir. Klasik şiir ge-leneğinde gerçek hayatta sultan, sadrazam, Şeyhülislâm, müderris vb hüviyetiyle varlı-ğını sürdüren şair, şiir yazmak için eline kalemi aldığı zaman kendisini âşık, âşık olduğu için de kederinden meyhanelerde gece gündüz içen veya Mecnun gibi çöllerde gezen, bir rint olarak gösterir. Bu hâl edebiyatın inceliklerine vâkıf olmayan okuyucularda şair hakkında şüphe oluşturacağından, aynı zamanda şairin riyaya bulaşmasını engelleyen bir tavır olarak kabul ediliyor ve kaba sofuluktan daha saf ve hoş bir durum olarak rağ-bet görüyordu. Toplum hayatında saygın yeri olan bu kişilerin, ayyaşlar gibi şaraba ve meyhaneye dair şiir söylemeleri şarap kavramının şiir dilinde aynı zamanda ilahî aşkın sembolü olarak kabul görmesinden kaynaklanıyordu. Đsmail Maşûkî’nin:

Terk edip nâm u nişânı giy melâmet hırkasın Bu melâmet hırkasında nice sultanlar gizlidir422 Beytiyle beraber bir padişah olan Fatih Sultan Mehmed’in: Başumda gerd-i mezellet elümde köhne sifal Kanı benüm gibi devr içre bir gedâ-yı şarab (G 5/4)

beytini düşündüğümüzde Maşûkî’nin ne demek istediğini daha iyi anlarız.

Şunu da hatırlatmakta fayda var ki, Divan şiirinde içkinin, meyhanenin gerçek an-lamlarında kullanıldığı, şarabı öven şiirler de mevcuttur. Bir iki örnek vermek gerekirse,

419

Ahmet Atilla Şentürk, A.g.m., s.377.

420 Süleyman Uludağ, A.g.e., s.356.

421 Yaşar Akdoğan, Ahmedî Divanından Seçmeler, Kültür Bak. Yay., Ankara 1988, s.90.

Fatih döneminde yaşayan ve Fatih’in meclislerinde bulunan Melihî, aşırı içki tutkunlu-ğu nedeniyle Fatih tarafından uyarılmış, o da Fatih’e bir daha içki içmeyeceğine söz vermiştir. Fakat bu sözünü tutamayan Melihî, Fatih tarafından meclisinden kovulmuş-tur.423 Bunun dışında II. Selim’in meclis arkadaşı Celâlî de aşırı içkiye olan düşkünlüğü ile bilinir. Öyle ki Gelibolulu Ali’nin bildirdiğine göre içki ve afyon almadan şiir yaz-mazmış. Yine, Emrî, Müeyyedzâde gibi şairleri de anmak gerekir.

Sonuç olarak şunu söylemek gerekir ki, Divan şiirini anlamak ve daha iyi kavra-yabilmek için kodlarını iyi çözümlemek gerekmektedir. Bunlar iyi yapılmadığında bu şiir şarap edebiyatı, meyhane edebiyatı, sapık sevgi içeren vb. gibi ithamlar hep devam edecektir. Çünkü Muhibbî’nin de belirttiği gibi bu şiir öyle sade ve basit bir şiir değil-dir. Şiir için en önemli unsur ince manalarla yüklü olmasıdır:

Gerekdür şi’rde ola dakâyık

Ve illâ her kişi dir şi’r-i sâde (G 2358/4)

Bunun için de bu şiiri anlamak için kılı kırk yarmak gereklidir. Bu şiirden ancak bunu yapan akıl sahipleri zevk alabilirler:

Şi’r oldur okıyanlar bula şeker lezzetin

Lezzetin bilmez anun illâ ki akl-ı hurde-bîn (G 2278/1)

Yine Kanunî’den (Muhibbî) vereceğimiz aşağıdaki beyit, bizim buraya kadar an-lattıklarımızı âdeta özetler gibidir. Kanunî, Divan şiirini güzel bir sevgiliye benzeterek, bu güzelin yüzünü ancak değerini bilenlere gösterdiğini ifade eder:

Bir güzel mahbûbdur yüzden nikâbın almazam Kıymetin bilmezlere göstermeye dîdâr şi’r (G 965/3) 1.4.5.Toplumsal Gerçeklik

Divan şiiri, ele aldığı konular bakımından toplumdan ve realitelerden uzak olmak-la değerlendirilmiş ve bu yönüyle fazolmak-laca eleştiri topolmak-lamıştır. Bu eleştirilerin odağında en basit örnek olarak tabiat verilmiş ve bu şiirdeki tabiatın gerçek tabiatla hiçbir bağlan-tısı olmadığı ve şairin kafasındaki kurmaca bir tabiat olduğu ileri sürülmüştür. Abdülbaki Gölpınarlı’nın, “Divan edebiyatı şairi tabiatı bizi güzellikleriyle hayran

eden, şiddetleriyle ezen, yıkan tabiatı yıkan gözlerle görür, gördükten sonra gözlerini

yumar ve gördüklerini kafasındaki mecazlar diline adapte eder de öyle yazar. Ve tabii-dir ki bu çeşit anlatılan tabiat tabiilikten çıkmıştır”424 şeklindeki ifadelerine benzer tür-den görüşler oldukça yoğundur. Modern sanat kuramcılarından Emilie Müller, tabiatı bir soyutlama olarak değerlendirerek şöyle devam eder:

Tabiat taklit edilen bir model değildir, yeri değiştirilen başka bir yere konan motiftir. Değişik bir tarzda anlatılan bir temadır yorumlanan bir ilham-dır, imbikten çekilen bir maddedir –bir özdür-. Tabiat bir veridir, tablo bu veri-den itibaren serbest şekilde, bazen arzuya göre düzenlenir yaratılır.”425

Müller’in işaret ettiği soyutlama, kendisinin de belirttiği gibi sadece modern sana-tın değil genel olarak bütün sanatların başlıca özelliğini taşır. Çünkü yaratma olan ger-çek sanat eseri, estetik düzen içinde sınırlı ve insana özgü bir anlam ifade eden, ölçünün ve ahengin, yani güzelliğin aşkın niteliklerini ihtiva eden şekillerle icra eder.426 Modern sanatçı tabiatın bir aleti olduğunu kabul ediyor ve yaratma faaliyetinde tabiatın ona yol göstermesini arzu ediyordu. Günümüz sanatının genel çizgisini ortaya koyan bu ifadeler ışığında, Divan şairlerinin tabiat karşısındaki tutumlarını göz önüne aldığımızda günü-müzde var olan ve çağdaş olarak kabullenen bu düşüncenin aslında Divan şiirinin temel estetik özelliklerinden biri olduğunu elimizdeki eserler bize göstermektedir. Meselâ, Bâkî’nin sonbahar mevsimini işlediği gazelinde tabiattaki soyutlamayı en güzel şekilde görmekteyiz:

Nâm u nişâne kalmadı fasl-ı bahârdan Düşdi çemende berg-i dıraht itibârdan Eşcâr-ı bâğ hırka-i tecride girdiler Bâd-ı hazân çemende el aldı çenârdan Her yanadan ayağına altun akup gelür Eşcâr-ı bâr himmet umar cûybârdan427

Bâkî, burada sonbahar mevsimini tasvir ederken, olayı tasavvufta mürit-mürşit ilişkisine benzeterek mazmunlaştırmış, tabiattaki somut bir olayı soyutlaştırmıştır.

424

Abdülbaki Gölpınarlı, “Tabiat ve Divan Edebiyatı”, ODŞÜM, s.92.

425 J. Emilie Müller, Modern Sanat, (çev. Mehmet Toprak), Remzi Yay., Đstanbul 1972, s.120.

426 J. Emile Müler, A.g.e., s.16.

van şiirinde bu ve buna benzer örnekler sayısızdır. Bir de şunu hatırlamak gerekir ki, gerçek bir sanatçının hüneri, yaratıcılığı gözünün önünde cereyan eden olaylar ve du-rumları kendi zihninin teknesinde yoğurup onu sunma şeklidir. Divan şairlerinin de yapmaya çalıştıkları bundan farklı bir şey değildir.

Divan şiirini tahlil ederken ve yorumlarken Taine’nin Đngiliz edebiyatı tarihini yazmada kullandığı üç yöntem ışığında değerlendirmek gerekir. Taine, “belli nedenler, belli sonuçlar doğurur’ anlayışında edebiyatı ‘ırk, ortam ve dönem’ üçlemesinde izah eder. Ona göre her ırkın kendine has bir dünyaya bakışı vardır. Ortamının da ruhunu etkilediğini düşünür. Oysa bizde Cihan Okuyucu’nun da belirttiği gibi Fuad Köprü-lü’den beri edebiyatımıza hep sosyolojik açıdan bakış açısı hâkim olmuştur.428 Andrews’e göre de,i davranışları anlatmak şiirin doğasında yoktur. Eğer, psikolojik gerçeklikle, insanların davranışlarını nasıl yorumladıklarıyla ilgileniyorsak, şiir çok değerli bir kaynaktır. Bunun için gazel geleneğinde insanların otorite ile ilişkilerinde nasıl hareket ettiği üzerine bilgi almak için bakamayız.429

Divan şiirine soyutlama açısından bakarsak bu şiirdeki realiteyi de görebiliriz. Za-ten bu şiirde realite hep var olmuştur. Divan şairi, realiteyi A. Nihad Tarlan’ın da tespi-tiyle “kendi ruh veya fikri hedefi uğrunda ve onu teferruattan, yani realitedeki

değişik-liklerinden mücerred, mutlak bir surette almıştır. Eserine aldığı harici hadiselerinde bir minyatür manzarası görürüz. O hadiseler üzerine eğilip onun hayati hareket ve teferru-atını tespit etmez. Yoksa estetik bir tarzda bütün muhitini görmüş ve eserine almıştır. Harici âlem divan şairi için gaye değil vasıtadır. Harici âlemi hareket halinde görmez, onu kendi ruhunda hususi duygusuna göre manalandırır. Eşyanın mekân ve şerâit için-de için-değişmelerini tespit etmez. Yani eşyayı mutlak olarak alır mukayyet olarak için-değil”430

şeklinde görmüştür.

Roman Jakobson, sanattaki realite üzerinde değinirken, sanatçıların realiteden uzaklaşmalarının kaçınılmaz oluşunu dile getirerek, isimlere ve o isimlerin yüklendikle-ri fonksiyonlara yoğunlaşır. Ona göre alışılagelmiş bir ad, belirtilen nesneye sıkı sıkıya bağlıdır, sanatçı anlatımı zenginleştirmek için bu fonksiyonun tam tersine yani eğreti-lemeye, telmihe başvurmak zorunda kalır. Böyle bir adlandırma da daha hissedilir hale

428 Cihan Okuyucu, Divan Edebiyatı Estetiği, s.84.

429 Walter Andrews, Şiirin Sesi Toplumun Şarkısı, s.116.

gelir ve nesneyi daha iyi gösterir. Eylemi kendi adıyla adlandırmak sarsıcıdır, ama kaba sözlere alışmış bir ortamda mecaz, örtmece daha güçlü, daha inandırıcı olacaktır. O zaman nesne üzerinde durulmaya en az değer olarak kabul ettiğimiz, hiç dikkatimizi çekmemiş özellikleri belirtir. Çünkü sanatçı önemli olmayan şeylerin üstünde durmayı sever.431 Yukarıda verdiğimiz Bâkî’nin beyitlerini bu açıklamanın ışığında yeniden okursak Jakobson’un anlatmak istediğini daha iyi anlayabiliriz sanıyorum.

Jakobson’un da ifade ettiği gibi sanatçı doğadaki ya da toplumdaki en ufak ayrın-tıyı ya da hiç dikkat çekmeyen durumları ön palana çekmeyi sever. Bu bazen –Divan şiirine yapılan eleştiride olduğu gibi- toplumsal olaylardan uzak duruş olarak görüle-bilmektedir. Oysaki durum hiç de öyle değildir. Divan şiiri başlı başına bir toplumsal şiirdir ve toplumsal realitelerden hiç uzak durmamıştır. Divan şiirinin toplumun üst ta-bakalarına hitap ettiği doğrudur, ama şu da unutulmamalıdır ki, Ali Nihad Tarlan’ın da dediği gibi o üst toplum da o milletin bir parçasıdır. Zaten her sanat beşerî bir ihtiyacın mahsulüdür.432 Divan şiirini de değerlendirirken hitap ettiği toplumsal sınıfa göre değer-lendirmek gerekecektir.433