• Sonuç bulunamadı

Tanrı Devleti’nin (De Civitate Dei’nin) yazarı kedisinden sonra oluşacak Hristiyan literatürünü önemli biçimde etkilemiştir. Platon ve Cicero’dan etkilenmiş ve bu düşünürlerin Hristiyan inancıyla nitelikli bir sentezini gerçekleştirmiştir.234 Tanrı

Devleti’nin konumuz bakımından özgün yönü ise dünya hükümetlerinin ilah merkezli

234 SKIRBEKK & GILJE, s. 151.; Mete TUNÇAY, Batı’da Siyasal Düşünceler Tarihi: Eski ve Orta

Çağlar, 5. Baskı, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2018, s. 365. Her ne kadar Augustinus’un Platon ve Platinus üzerinden bir senteze ulaştığını söylese de Stoa düşüncesinden etkilendiğini ifade etmek bakımından ortak bir görüş için bknz. ARSAL, s. 150.

84

bir yönetim modeli ile ilişkisinin nasıl olması gerektiği ve aynı zamanda prenslerin yasalar karşısındaki konumunu aydınlatmasıdır.235

Roma Devleti’nin güçten düştüğü bir dönemde yaşayan Augustinus aynı zamanda bu yozlaşmanın ve bozulmanın kaynağının Hristiyanlık olmadığını daha ziyade bozulmanın kaynağının çok tanrılı ya da Tanrısız bir yönetim sürdürülmesinde aranması gerektiğini ifade eder.236 Bu düşünme biçimi başka bir problemi de ele verir.

Bahsi geçen problem, Hristiyanlığın daha önce doğal hukukun yorumlanması da dahil bütün yetkileri haiz yöneticilerinin ve hatta doğal hukukun yaşayan formu olarak kendilerini sunan Roma İmparatorlarının Hristiyanlık geldikten sonra yetkilerinin ne olacağı sorunudur. Çatışmanın temel kaynağı da bu alanda aranmalıdır. Hristiyanlık yaygınlaştıktan ve imparatorluk tarafından resmi biçimde tanındıktan sonra doğal hukuku yorumlama hakkı kiliseye geçmiştir. Elbette bu her şeyin yaratıcısının Tanrı olduğu, bu yaratımın doğal hukuku da kapsadığı düşünüldüğünde bu çıkarım makul olacaktır. Ancak bu durumda prenslerin hukukla kurduğu doğrudan ve Roma’nın Principatus ve Dominatus devirleri düşünüldüğünde sürdürdüğü sınırsız ilişki yerini dolaylı ve sınırlı bir ilişkiye bırakacaktır.237

Dolayısıyla Kilisenin gözleriyle dünyevi yönetimlere bakıldığında dünyevi yönetimlerin sağlamaları gereken kriterler bulunmaktadır. Her ne kadar dünyevi iktidarların meşruiyet kaynağı Antik Yunan ile aynı olsa dahi, bir diğer deyişle, toplumun ortak yararını ve mutluluğunu sağlamakta, erdemli yönetiminde aransa da erdem içerikleri Hristiyan literatürüne uygun kavramlarla doldurulacaktır. Onun için yönetici Tanrı’ya tapar olmalı, dindarca ve namuslu biçimde tebaasını onların lehine olacak biçimde yönetmelidir.238 Orta Çağ’a hakim ikinci bir sınırlama ise yöneticilerin

adalet vasfını kendilerinde taşımaları gerektiğidir. Buradan çıkan sonuç şudur; adil olmayan biri kendini yönetici olarak nitelendirse bile aslında bir köledir. Kendi tutkularının ve erdemsizliğinin esareti altındadır.239 Bu görüşünü pekiştirmek için

Augustinus şu soruyu sorar: “Adalet ortadan kaldırılırsa, krallıklar büyük

235 TUNÇAY, s. 365. 236 TUNÇAY, s. 367-368.

237 Dönemin sorunu hakkında benzer bir yaklaşım için bknz. SKIRBEKK & GILJE, s. 154. 238 TUNÇAY, s. 368.

85

haydutluklardan başka nedir ki?”240 Adalet gözetilmediğinde kendisini kral olarak

adlandıran kimse ancak ve ancak nitelikli bir hayduttur. Hiç şüphesiz bahsi geçen adalet anlayışı, Hristiyan öğretisine uygun bir adalet anlayışı olacaktır. Augustinus

İtiraflar adlı yapıtında adaleti şöyle tanımlamıştır:

“İçsel, hakiki adalet nedir hiç bilmiyordum, oysa bu adalette hükümler geleneklere, göreneklere göre değil, her şeye gücü yeten Tanrı'nın yasasına göre veriliyordu. Bu yasa yeryüzündeki bütün coğrafyalara, bütün çağlara, bütün zamanlara uygun bir ahlak anlayışı geliştirmiş olan, kendisi ise her yerde ve her zaman hep aynı kalan, ülkeden ülkeye, çağdan çağa değişmeyen yasaydı.”241

Görüleceği üzere adalet; Tanrı’nın değişmeyen yasalarına uygun eylemde bulunmayı gerektiren, davranışının hükümlerini Tanrı yasalarından çıkaran bir erdemdir. Her ne kadar Antik Yunan filozofları erdemli bir yönetime çağrı yapmışsa da Augustinus ile Platon’u ayıran en keskin çizgilerden birisi kuşkuya yer bırakmayacak şekilde yine burada aranmalıdır. Augustinus yasaları; Doğal yasalar, Hz. Musa yasaları ve Hz. İsa yasaları olmak üzere üçe ayırmıştır. Hz. İsa’nın getirdiği yasalar bizlere adaletin ne olduğunu gösteren, pagan yasalar yerine ikame edilmesi gereken, İsa tarafından getirilen ilkelerin içerildiği yasalardır.242 Doğal yasaların ise

Stoa Okulunda olduğu gibi herkes tarafından kavranabilecek yasalar olduğunu ifade etmesine karşılık çelişkili biçimde Hristiyan olmayanların bu yasaların özüne vakıf olamayacaklarını ifade eder.243 Benzer çelişki azizin Platonculukla ilgili ifadelerinde

de bulunabilir. Bir yandan Platon’un dile getirdiklerinin hakikat olduğunu söylemekte bir diğer yandan ilgili düşüncelere Hristiyan bir öz kazandırılması gerektiğini ifade etmektedir. Platoncu eserlerde bulunmayan iman ve tövbe gibi kavramların eksikliğini çekmektedir.244

O halde Platon ve Augustinus arasındaki farklılık erdemli yönetimin hangi özle doldurulacağında aranmalıdır. Platon hükümetini adalet, ölçülülük, yiğitlik ve iyi gibi idelerle doldururken, Augustinus ilahi içerikli ve fakat benzer erdemlerle yönetimi donatmak ister. Burada yasa ve insan arasındaki hiyerarşiyi etkileyecek başka bir soruna da değinmek gerekir. Sokrates ile başlayan çizgi, beşeri yasanın haksızlığa yol açabileceğini göstermesi bakımından ondan sonra gelen düşünürleri, yasanın bu

240 TUNÇAY, s. 369.

241 AUGUSTINUS, İtiraflar, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 2010, s. 89. 242 ÖKTEM & TÜRKBAĞ, s. 244-245.

243 ÖKTEM & TÜRKBAĞ, s. 244. 244 AUGUSTINUS, s. 221-222.

86

eksiğini kapatacak bir insanın yönetimine götürmüştür. Oysa Augustinus ilahi yasanın zaten bu eksikliği muhtevasında katiyen barındırmadığını düşünür. Çünkü bu yasa hiç yürürlükten kalkmayacak, ilelebet sürecek hakikatin bizatihi kendisidir. Bu nedenle böyle bir yasanın haksızlık yapacağını düşünmek abesle iştigal etmekten başka bir şey değildir.245

Öte yandan ilahi içerikli doğal hukuk anlayışı yasa-üstü insanın sınırlandırılmasını da sağlayacaktır. Roma’da doğal hukuk sınırlamalarından kendilerini yaşayan yasa olarak ayıran geç dönem yöneticileri gibi yöneticiler, Aristoteles’in önermiş olduğu doğal hukuk sınırlarına tekrar tabi olacaktır. Bu sınırın kadim örneğinden farkı ise ilkelerin bizatihi Tanrı tarafından konulmuş ve kamil olmasıdır. O halde yöneticiler bu ilkelere uyduğu takdirde adil iken bu yasaya uymadıkları takdirde meşru olmayan hükümetlerdir. Dahası bir iktidar ancak Hristiyan olduğu ölçüde, Tanrı devletindeki yönetime yaklaştığı ölçüde meşrudur.246

İnsanın iki durumunu da ifade eden Dünya ve Tanrı devletlerini iyi ve kötünün somut hali gibi ayırmak mümkündür. Nitekim Kabil, Dünya devletini temsil ederken; Habil, Tanrı devletinin temsilidir.247 Tanrı devleti ulaşılacak bir hedeftir. Oysa Dünya

devleti kaçınılması gereken bir yönetime işaret eder. Aynı zamanda De Civitate Dei’de insanlar birbirlerinin eşiti olduğundan yönetici aynı zamanda onların iyiliği için çabalayan bir hizmetkar olmaktadır. Augustinus’a göre ideal devlette insanlar ancak denizdeki balıklara, gökteki kuşlara ve karadaki hayvanlara hükmetmelidirler, birbirlerine değil.248 Bu yönüyle Roma kötü bir devletin temsili ise de basitçe Yeryüzü

devletinin doğrudan karşılığı değildir. Kilise de Tanrı devletinin birebir karşılığı sayılamaz.249 Ancak Augustinus’un ortaya koyduğu bu gerilim Orta Çağ için

245 AUGUSTINUS, s. 115 ve 412. Hatta Augustinus’un hocası Ambrosius sayesinde yazılı yasanın

haksızlığa yol açabileceğinin farkında olduğuna ama tanrısal yasanın böyle bir sonuca yol açmayacağına dair bknz. “Ambrosius'un halka vaaz verirken son derece dikkatle, sanki cetvelle ölçüp

biçmişçesine yaptığı yorumları dinlediğimde, ‘Yazılı yasa öldürür, tanrısal yasa can verir,’ dediğinde ruhum sevinçle doluyordu.” AUGUSTINUS, s. 165.

246 SABINE, Cilt I, s. 188. 247 TUNÇAY, s. 371-372.

248 AUGUSTINUS, s. 479.; TUNÇAY, s. 380-381.; ŞENEL, s. 243.

249 İmparatorluktan tanrı devletine 138. Ayrıca Roma yönetiminin kötü bir yönetim olduğu hakkında

bknz. “Buraya kadar, yukarıdaki kitapları okuyup da hâlâ Romalıların kötü ve kirli şeytanlara hizmet

ettiklerinden kuşkulanabilecek bir kimse ya eşine kolay rastlanmayacak bir budala ya da utanmak bilmez bir kavgacı olmalıdır.” TUNÇAY, s. 387.

87

belirleyicidir. Bu çağ prensler ile Kilise arasında iktidar mücadelesinin verildiği bir yandan da gücün aralarında pay edildiği bir dönemdir.