• Sonuç bulunamadı

3.3.1. İslam Tarihinde Sosyal Güvenlik Olgusu

İslam, toplumdaki bireyler arasında maddi ve manevi dayanışmayı sürekli dinamik bir yapıda tutmak için dünyanın en köklü yardımlaşması olan zekat uygulamasını, müntesiplerine birer sorumluluk olarak yüklemiştir. Zekatla yoksullar, borçlular, esirlikten kurtulmak isteyenler başta olmak üzere tüm ihtiyaç sahipleri gözetilmek istenmektedir (Kur’an, 9/60).

Hz. Peygamber gençlik yıllarında daha kendisine peygamberlik görevi verilmeden önce bile yoksulların, ihtiyaç sahiplerinin ve zulme uğramış kimselerin zarar ve ihtiyaçlarının giderilmesi için bir takım teşebbüslerde bulunmuştur. Hatta Mekke’de mal, can ve ırz konularında haksız yere saldırıya uğrayanların zararlarının karşılanması için kurulan “Hılfu’l-fudul (faziletliler paktı)” cemiyetine üye olmuştur. Peygamber olduktan sonraki yıllarda kendisine bu üyeliği hatırlatılınca böyle bir şeye yeniden çağrılsa, eskisi gibi yine üye olacağını söylemiştir.

Hz. Peygamber ve dört halife dönemlerinde sağlık, ev, kaza vb. masraflar o dönem itibariyle çok büyük maddi külfetlerden oluşmuyordu. Örneğin; ailelerin ev inşası için gerekli malzemenin çoğu hiçbir ücret ödenmeden doğadan temin edilebiliyordu. Dolayısıyla bu tip ihtiyaçların giderilmesinde önemli bir riziko söz konusu değildi. Ancak bu dönemde esirlerin serbest bırakılması, kazara adam

142

öldürülmesi vb. durumlarda “diyet”, “fidye”, “erş” gibi maddi tazminatlar söz konusu olmaktaydı. Mezkur maddi yükümlülükler çoğu zaman esirlerin ve diğer mükelleflerin ödeme gücünü aşıyordu. Hz. Peygamber bunun üzerine karşılıklı yardımlaşma esasına dayanan “akıle” sistemini kurdu. Buna göre kabile mensuplarının her birinden alınacak yardımla ortak bir fon oluşturulacak ve ödeme güçlüğü çekenler de buradan ihtiyaçları nispetinde faydalanabileceklerdi. Hatta fonun yetersiz kalması durumunda akraba ve komşu kabileler de buna destek olacaklardı. Bu sistem daha sonra Hz. Ömer döneminde geliştirilerek belirli esaslara bağlandı.

İslam’da sosyal güvenlik meselesine ait bir diğer olgu da Hz. Peygamber’in hazırladığı “Medine Vesikası” adıyla bilinen İslam devletinin ilk anayasasına ait maddelerde geçer. Bu kanunlar Medine’de yaşayan Müslümanlarla, Yahudi ve müşrikler arasında ortak bir anlaşmayla kabul edilmişti. Medine Vesikası’ndaki bir maddede (11. Madde) ağır tazminat yükü altında kalan bir Müslüman’ın fidye veya diyet gibi borçlarının diğer Müslümanlarca karşılanması gerektiği karara bağlanmıştı.

İslam toplumunda yine, diyeti ödeyemeyen kimsenin bu borcunun zekat gelirlerinden ödenmesi prensibi vardır. Örneğin; Hz. Peygamber bir keresinde ana karnındaki ceninin düşmesine neden olan bir kimseyi diyet ödeme cezasına çarptırmış; suçlunun yakınlarının maddi imkanlarının yetersizliği nedeniyle bu tazminat, suçlunun bağlı bulunduğu kabilenin zekat gelirlerinden ödenmiştir (Döndüren, 2008: 263-266; Rana: 1985).

Sonuç olarak İslam tarihinde ödenemeyen tazminatların giderilmesi, zekat uygulaması ve çoğu kere sadakaya yapılan teşvikten dolayı modern anlamda olmasa da, o devrin koşulları içinde gerçekleştirilmek istenen bir sosyal güvenlik sisteminden bahsetmek mümkündür. Ancak bu, günümüzdeki anlamıyla tam olarak karşılanmasa da temelde ihtiyaçları gidermesi ve bir zararı def etmek maksadıyla oluşturulduğundan, bunu belki sosyal faydayı baz alan basit bir sigorta şeklinde görmek mümkündür. Fakat kesinlikle modern sigorta türünde bir şey değildir ve böyle anlaşılmamalıdır.

143

3.3.2. İslam Fıkhı Açısından Sigorta

İslam iktisadının, daha çok “fıkıh usulü”nün bir alt dalı olarak “fıkh-ul iktisat” kapsamında ele alındığını daha önce belirtmiştik. Bu bağlamda İslam’ın “sigorta” hakkındaki tutumunu anlamak için fıkıh literatüründen yararlanmak yerinde olacaktır. “Sigorta” hakkında İslam’da açık bir kural ve prensip bulmak mümkün değildir. İslam alimleri, “sigorta” kavramını daha çok – daha önce açıkladığımız – ilk dönem İslam tarihi safhası içinde uygulanmış bazı pratiklerle kıyaslamış ve günümüzdeki modern sosyal güvenlik anlayışı hakkında bazı değerlendirmelerde bulunmuşlardır.

İslam hukukuyla ilgilenen İslam alimleri, değerlendirmelerinde “sigorta sistemi” ile “sigorta sözleşmesi”ni birbirlerinden ayrı tutmuşlardır. Buna göre “sigorta”yı belirli prensiplere sahip toplumsal ve iktisadi etkileri bulunan bir düşünce ve bu düşünceye ait mekanizma olarak tanımlarlarken; “sigorta sözlemesi”ni ise bu sisteme dahil olanların aralarında yaptıkları bir akit ve bunun sonucunda doğmuş hak ve görevleri kapsayan bir olgu şeklinde algılarlar.

Günümüzde sigorta sistemi iki birey arasında gerçekleşmez. Birçok sigortalının kendisiyle sözleşme yapmış olduğu büyük şirketler tarafından yerine getirilir. Sistem, sigortaya dahil olanlardan toplanan primlerin birikmesi ve oluşan bu fondan sigortaya konu teşkil eden fiillin gerçekleşmesi sonucu meydana gelen zararın karşılanması esasına dayanır. Sonuçta şirketin sermayesi ihtiyat ve teminat akçesi olarak kalır ve biriken fon ile ödenen tazminat arasındaki fark şirkete kâr payı olarak geri döner.

İslam tarihinde günümüzdeki sigorta anlayışı gibi bir uygulama mevcut olmadığından bu, yeni doğmuş bir sistemdir. Bu sebeple de İslami kaynaklarda sigorta hakkında açık bir kural ya da prensip bulunmaz. Ancak İslam alimleri, İslam’ın belirli prensip ve kurallarıyla bu olguyu yorumlayarak İslami bir değerlendirme meydana getirmişlerdir.

İlk değerlendirme sistemin rizikoya karşı teminat ve tazminat esasına dayanması üzerine gerçekleşir. Dolayısıyla ilk anda “sigorta sözleşmesi” meçhul bir olay üzerine yapılmış bir sözleşme olması hasebiyle göze çarpar. Buna göre İslam hukukunda böyle bir sözleşme türü doğru ve geçerli değildir. Çünkü İslam hukuku açısından bakıldığında; sigorta edilen riziko gerçekleşmezse, sigorta şirketinin prim alması –

144

karşılığında bir şey vermediği için – ve zarar meydana gelmişse sigorta yaptıranın – kaybı telafi edecek bir prim ödemediği için – bütün zararı karşılayacak bir meblağı alması caiz gözükmemektedir. Çoğunluğun görüşü ise sigortanın İslam’ın mezkur anlayışından dolayı haram (kesinlikle yasaklanmış) olduğu yönündedir. Yine bu bağlamda çoğu İslam bilgini tarafından “kumar” şeklinde telakki edilmiştir (Zerka, 2011: 173-260).

İkinci bir değerlendirme ise sigortayı sağlayan kurumun kâr amacı güdüp gütmemesi esasına göre yapılmıştır. Bundaki temel mantık faizle işlem yapan bir kurumun sistemi çalıştırmaması ve temel hedefin yardımlaşma esası olmasına dayanır. Yani kâr amacı gütmeyen sadece bireylerin altından kalkamayacağı hastalık, kaza, işsizlik gibi temel durumları kapsayan ve onlara çok büyük maddi külfetler yüklemeyen bir sigorta şekli, İslam’ın prensipleri doğrultusunda uygun görülmüştür. Devlet eliyle kurulmuş Emekli Sandığı, Sosyal Sigortalar Kurumu veya “karşılıklı yardımlaşma sigortası” anlayışı kapsamında İslami ölçülerle kurulmuş olan “kooperatif” biçimindeki sigortalar buna örnek olarak gösterilebilir.

Üçüncü bir değerlendirme olarak ise “Trafik Sigortası”, “Hayat Sigortası” ve “Kasko Sigortası” üzerinde bir takım düşünce ve görüşler İslam alimlerince ileri sürülmüştür. Bunlar tamamen modern zamana ait kavramlar olduklarından yine İslam’ın belirli prensipleri doğrultusunda yorumlanmış ve bu bağlamda haklarında bir takım kararlar verilmiştir. İlki “Trafik Sigortası”nın günümüzde bir zorunluluk haline geldiği yönündedir. Çünkü İzmir’li bir araç sahibi ile Van’lı araç sahibi Afyon gibi bir yerde kaza yaptıklarında hasarın uzak mesafelere ait iki yerde ikamet eden kişilerce ortaklaşa bir kararla telafi edilmesi güçtür. Bu sebeple de bütün araçların ve yolcuların sigortalı olması sebebiyle tüm zararın sigorta şirketleri tarafından karşılanması bir kolaylık gibi gözükmektedir. Dolayısıyla bireyin kendi malına ve üçüncü kişilerin mallarına verilen zararların “Trafik Sigortası” ve “Kasko Sigortası”yla karşılanması zaruret olması noktasında uygun görülmüştür.

“Hayat Sigortası”nda ise temel amaç telef olan ya da zarara uğrayan bir şey olmaksızın yalnız belirli bir prim ödeyerek, belirsiz bir zamanda toplu bir para alınması şeklindedir. İslam alimlerince bu, belirsizlikten dolayı faiz ve kumar şeklinde algılanmıştır. Bu sebeple de uygun görülmemiştir. Ancak sigorta şirketlerinin bu

145

sakıncalarının giderildiği, temel hedefin yardımlaşma ilkesine dayandırılması ve sermayesinin meşru işlerde kullanılması durumunda caiz hale gelebileceği görüşü de vardır (Döndüren, 2008: 263-272; Karaman, 2012: 209-212).

Belgede İslam toplumunda emek ve sermaye (sayfa 144-148)