• Sonuç bulunamadı

1.2. İSLAM’DA İKTİSAT KAVRAMI VE EKONOMİ ANLAYIŞI

1.2.5. Çağdaş Ekonomik Doktrinler ve İslam

1.2.5.1. Kapitalizm

Bu görüşe göre, ekonomik sistemin merkezinde sermaye vardır. O, tüketimi kendisinin motoru haline getirerek tasarruf sağlamak ister. Kişi, hür bir şekilde müteşebbis olma ve mülk edinme hakkına sahiptir. Şahsi çıkar yani fayda sağlama, sistem içerisindeki itici unsurdur. Dolayısıyla bu prensip insanı çalışmaya sevk eder. Tüketim ve buna bağlı olarak üretim arasındaki döngüyü sürekli kılar. Kaynaklar sınırlı olduğundan ve herkes fayda sağlamak istediğinden ortaya kıtlık sorunu çıkar. Bu ise kapitalizmde rekabet ile çözüme kavuşur. Yani bireylerin bencilliğini ve serbest ekonomide öngörülen sınırları aşma hırslarını bağlayacak tek çare rekabettir. Çünkü liberal ekonomik sistemde, benzer ürünlerin birçok kişi tarafından üretilmesi ve çok sayıda alıcı tarafından tüketilmesi sonucu mecburi olarak bir fiyat belirlenecektir. Dolayısıyla da kâr – istisnai durumlar hariç – sınırların, yani tavan ve taban seviyelerinin ortasında bulunacaktır. Zaten devlet müdahalesi de bu sistemde pek uygun görülmemektedir. Yine işçi ve işveren hakkında da bir tanımlaması bulunur. Buna göre ortaya koyduğu sermaye ile risk alan işveren, sermayesinin boyutu paralelinde bir pay alır. Sadece emeği ile üretim sürecine dahil olan işçi ise üretim sonucunda kâr ya da zarar durumlarında değişmeyen önceden belirlenmiş sabit bir ücret alır. Bununla beraber işçi ve işveren sınıfları arasında geçişe mani herhangi bir engel yoktur. Belli bir sermaye temerküzünü sağlayan herhangi bir işçi, üretim araçlarını satın alarak işveren konumuna geçebilir. Genel olarak denilebilir ki, hür teşebbüsler içinde gerçekleşen piyasa hareketleri ürün ve hizmet fiyatlarını dengeler ve ayrıca devlet tarafından oluşturulan ufak çapta düzenlemeler ile de toplum refahının sağlanmasına çalışılır (İsmail, 1990: 16-21).

Tanımlanan şekliyle bakıldığında kapitalizmin ileri sürdüğü ilkeler ve öngördüğü yaşam tarzı ile en tabii ve en fıtri ekonomik doktrin olduğu düşünülebilir. Ancak kapitalizmin günümüze kadarki serüveninde, bu iddiayı çürütecek unsurlar hiç de azımsanacak miktarda değildir. Her şeyden önce şunu ifade edebiliriz ki, sistemi

39

döndüren sermaye sahiplerinin çalışması, sosyal adaleti sağlamada şahsi çıkarlardan sıyrılarak topyekün toplum için bir faydayı teşkil edememiştir. Çoğu zaman çıkar birliği yaparak ittifak eden bu güruh, işçi ve tüketici kitlesinin daima aleyhinde olmuşlardır. Hatta iktisadi hayattaki serbestlik ve devletin ekonomiye müdahalesinin minimuma indirgenmeye çalışılması dahi bu sınıf elinde menfaatlerini sarsılmaktan kurtaran ezici bir güç haline gelmiştir. Yine sanayi devrimi ile birlikte sayısız zanaatkar işsiz kalmış, giderek artan işsizlik emeğin değerini düşürmüş ve sosyal bir çatışma ortamı doğurmuştur. Ancak sayısız insanın sokaklara dökülmesi neticesinde işçi - işveren arasında iyi niyetten uzak, çeşitli iyileştirmelerin yapılması sonucunda gerginlik yatıştırılabilmiştir. Ayrıca serbestlikle devletin piyasadaki otoritesinin sarsılmasıyla faizcilik ve çeşitli ticari spekülasyonlar, zengin ve yoksul sınıf arasındaki uçurumu daha da büyütmüştür (Gülen, 2011: 201-202).

Milyonların işsiz kaldığı dönemlerde insanlar, yoksulluğa karşı daha fazla dayanamayarak bütün aksaklıklara rağmen, hayatlarını sürdürebilmek için kapitalistlerden iş istemek zorunda kalmışlardı. Bu ise sistemin yapmaya çalıştığı şeyde başarılı olduğunu gösteriyordu. Yani sözde serbest piyasa içerisinde belirlenen arz ve talep kanununa boyun eğen kimselerin “kut-u layemut”la (ölmeyecek kadar ücret) çalıştırılması prensibi. Böylece sermaye sahipleri daha fazla kâr edecek ve daha fazla yatırımda bulunacaklardı. Dolayısıyla da emek sahiplerinin aleyhine büyüdükçe büyüyecek ve zenginleşeceklerdi. İşçi sınıfı ise sadece hayatta kalmayı başaracaktı. Marx ve Engels, “Komünist Manifesto”da bunu şöyle açıklarlar:

Burjuvazi, yani sermaye ne oranda gelişirse, ancak iş buldukları sürece yaşayan ve ancak emekleriyle sermayeyi artırdıkları sürece iş bulan proletarya da, yani modern işçi sınıfı da o oranda gelişiyor. Kendilerini parça başı satışa sunmak zorunda kalan bu işçiler, herhangi bir başka ticari eşya gibi bir metadırlar. Yani rekabetteki tüm değişmelere, tüm Pazar dalgalanmalarına terk edilmişlerdir. Proleterlerin yaptığı iş, makineleşmenin genişlemesi ve iş bölümü sonucu, işçiler için her çeşit özerk karakterini ve dolayısıyla her çeşit çekiciliğini yitirmiştir. Proleter, kendisinden yalnızca en basit, en tek düze, en kolay öğrenilebilen bir el hareketi istenen, makinenin bir eklentisinden ibarettir. Dolayısıyla işçinin maliyeti, hemen yalnızca hayatını ve soyunu sürdürmesi için zorunlu geçim araçları kadardır (Marx ve Engels,

2010: 30-31).

Sistemin merkezindeki ana itici unsur olan çıkar sağlama, sosyal adaleti tesis etmekten uzaktır. Sözde, ekonomik canlılık neticesinde oluşan kârlar ve bireylerin

40

bunlardan serbestlik içinde rant elde etmeleri sağlanmaya çalışılır. Ancak çoğu kere sadece sermayedarlar bundan fayda görür. Üretim araçlarına sahip olanlar, ihtiyaç sahibi bireyler üzerinden devasa kazançlar sağlarlar. Yeri gelir piyasada çokça satılan mallar stoklanır ya da bu bağlamda az üretme kararı alınarak bir tekel oluşturulur. Yine serbestlik içinde üretim aşamasından son tüketiciye ulaşılıncaya kadar ürünler, gereksiz olarak el değiştirirler. Her aracıda malın fiyatı biraz daha yükselir. Emek sahibi ve tüketici aleyhine gerçekleşen bu oyunda her zamanki gibi sermayeye sahip olanlar kârlı çıkarlar. Çünkü emeğin sermaye temerküzü yapmadan bu döngüye katılma imkanı yoktur. Ayrıca işçinin bunu yapmasına izin vermemek için ücretler seviyesi düşük tutulur ki, emek sahipleri ile üretim araçlarının arasında olası bir bağ kurulması önlensin. Dolayısıyla da işçinin bir gün işveren olabileceğinin vaat edildiği kapitalizm aslında bunu başarmaktan uzaktır. Üretim araçlarına sahip olunması için faizle kredi verilir ve böylece iş olanaklarının artırıldığından, ekonomiye canlılık sağladığından bahsedilir. Fırsat eşitliğinin varlığı ileri sürülür. Ancak kapitalizmin temelindeki çıkar duygusu, sosyal adaleti temin etmek için değil; verdiği sermayeyle daha fazla sermaye elde etmek için uğraşır. Yoksa kapitalist için fırsat eşitliği kavramı, sermayesini transfer etmekle katlandığı risk karşılığında meşru gördüğü faiz gelirini kazanmaktan ibarettir. Dolayısıyla sistemin temelindeki fayda üzerine kurulu itici güç, sosyal adaleti temin etmekte başarısızdır (Marx, 2011: 755-756; İsmail, 1990: 25).

İhtiyaçtan fazla oranda tüketimi artırarak daha fazla kâr sağlamaya çalışmak, kapitalizmin diğer handikaplarından biridir. İnsan ihtiyaçlarını asli ve fer’i olarak iki sınıfta toplamak mümkündür. Asli ihtiyaçlar, insanın varlığını sürdürüp hayatta kalması için gerekli olan keyfi yönden pek değişmeyen yiyecek, giyecek, barınak ve yaşamı kolaylaştırıcı temel aletler gibi unsurları kapsamaktadır. Fer’i olanlar ise zorunluluk dışı, lüks olarak nitelenebilen arzu ve istekleri karşılama özelliği bulunan şekil ve çeşit bakımından oldukça büyük bir alanı içine almaktadır. İhtiyaçlar, kapitalizmle birlikte asli ve fer’i olma ayrımını neredeyse yitirmiş, tüketim kültürünün reklam vb. şeylerle propagandası ile birbirine girmiştir. İnsanların çoğu artık, fer’i ihtiyaçları, asli ihtiyaçlar olarak görecek duruma gelmiştir. Bunun sonucunda da tüketim anlayışındaki değişikle israf yaygınlaşmış ve tabi kaynaklar bilinçsizce sömürülmüştür (Şeriati, 2004: 167-168). Tüketim de bu doğrultuda - Batılı anlamda - kalkınmış ve gelişmiş ülkelerde daha yoğundur. Küreselleşme ve uluslar arası ticaret insan ihtiyaçlarının karşılanmasını

41

kolaylaştıracakken, dünyanın bir bölümü israf saikasıyla aşırı tüketimden kaynaklanan hastalıklarla ölmekteyken, diğer bir bölümü ise açlıktan ölmektedir. Tabakoğlu bu durumu “Dünya nimetlerinin dörtte üçü dünya nüfusunun ileri kapitalist üçte birinin tekeli altındadır. Dünyamız aşırı beslenmeden ölenlerle açlıktan ölenlerin bir arada yaşadığı bir dünyadır” şeklinde özetler (Tabakoğlu, 2005d: 162).

Sanayi Devrimi’yle birlikte kapitalizm büyük bir güç kazandı. Ancak bu döngü insanların yaşam tarzlarında önemli değişikliklere de neden oldu. Şüphesiz ki teknolojik gelişmeler, insanlık için büyük kolaylıkları beraberinde getirmişti. Fakat bu faydanın, toplumun tamamı için olduğunu söylemek pek kolay değildir. Modern toplumlar inşa edilmeye başlanmıştı. Büyük kentler, ulaşım kolaylığı, fabrikalar, haberleşme ağları, eğitim olanaklarının çokluğu. Hepsi de insanlığa sözde kapitalizmin hediyesiydi. Ancak maddi gelişme üzerine kurulan sistemde ahlak unsuru hep göz ardı edilmiştir. Sürekli ileri sürülen çıkar sağlama olgusu insanların tüketim anlayışlarını, maddeye bakışlarını, ahlaklarını değiştirmiş; hepsini birer “homo economicus” haline getirmiştir. Tabakoğlu’nun konu hakkındaki görüşlerini naklederek ‘kapitalizm’ konusunu noktalayalım:

Günümüz kapitalizmi hem zenginlerde hem de emekçilerde ruhi ve maddi sefaletler yaratmaktadır. Kapitalist hayat tarzı insanlardaki ahlakı öldürmüştür. Bu hayat tarzı insanlar istese de ahlak ortamı oluşturamaz. Modern toplum tarzı; kazanmak, dövmek hatta öldürmek üzerine kurulmuştur. Geçmişin, zencileri vahşi hayvan gibi avlayıp emek piyasasına süren sömürgecilerinin, kadın ve çocuk işçileri acımasızca sömüren sanayicilerinin ve toplama kamplarında toplu imha gerçekleştirenlerin torunları günümüzde belki insan haklarını en çok savunanlardır ama bu durum bu temeller üzerine kurulu modern hayatın esas özelliklerini değiştirmez. Bu hayat tarzı sermayeyi ve tekniği ön planda tutuyor, insan ise bunların işine yaradığı sürece değerlidir. İnsan, tekniğin ve sermayenin önünde olma hakkına sahip değildir. Söz gelimi modern toplumda, otomobil insandan daha değerlidir (Tabakoğlu, 2005g: 474).