• Sonuç bulunamadı

İslam’a Göre Ekonomik Sistem

1.2. İSLAM’DA İKTİSAT KAVRAMI VE EKONOMİ ANLAYIŞI

1.2.5. Çağdaş Ekonomik Doktrinler ve İslam

1.2.5.3. İslam’a Göre Ekonomik Sistem

İslam’a göre belirlenecek ekonomik sistem, “iktisat” kelimesinin anlamını içinde barındıran bir “itidal” mekanizmasıdır. Hayatın fıtriliğine uygun, ifrat ve tefrite kaçmayan doğal bir ölçüyü itibara alır. Bunu yaparken mihenk taşı olarak yaratıcının vahyettiği kuralları kullanır. Esasen İslam’da “İslam Ekonomik Sistemi” gibi bir şey mevcut değildir. Öngördüğü yaşantı içerisinde ekonomik hayatı da düzenlediğinden; bir doktrin olarak İslam’a göre belirlenecek ekonomik yaşamı, İslam’ın kendi müntesipleri için düzenlediği hayatın diğer safhalarından ayrı, tekil olarak incelemek pek mümkün olmayabilir. Kapitalizmin ve komünizmin insanı parça parça ele alması yerine İslam; onu maddi ve manevi varlığıyla, problemleri ve çözümleriyle, ihtiyaç ve istekleriyle, hayatı, ölümü ve sonrasıyla bir bütün olarak ele alır.

Batı düşüncesi maddeye bizzat kendisinden kaynaklanan bir anlam yüklediği için madde ve olaylar arasındaki neden – sonuç ilişkisini sadece maddi planda ele alır. Bulduğu çözümler de doğal olarak bu sınırlama içersindedir. Örneğin; insanların ihtiyaç ya da isteklerinin sınırsızlığı ve ekonomik kaynakların ise kıt ve sınırlı oluşu göz önüne

47

alındığında, kaynakların nasıl tahsis edileceği problemiyle karşılaşılır. Batı, bu problemin çözümünde maddeye sadece madde oluşu itibariyle, yani yaratıcıyla madde arasındaki bağı kopararak baktığı için, istediği başarıya ulaşamamıştır. Kapitalizmin ya da komünizmin durumu bunu gözler önüne sermektedir. İslam ise maddeyi yaratıcıya ait olarak gördüğünden ve kullanımının da O’nun buyrukları doğrultusunda olması gerektiğini salık verdiğinden; sorunu, her şeyi O’na göre düzenlemekle çözmeye çalışır. Yani ekonomik kaynakları, insanı, insanın doğasını ve isteklerini yaratan O olduğuna göre; ayrıca aradaki pay ve taksimatı da İslam’da belirtilen ölçülerle O vazettiğinden; sorunun tek çaresinin, belirlenecek sistemin yaratıcının emir ve yasaklarıyla fıtriliği yakalamasında saklı olduğunu savunur (Gülen, 2012: 217).

Kapitalizm ve komünizmde ideal toplum düzeni oluşturulmaya çalışılırken merkezde ekonomi vardır. Kapitalist sistem ticaretin meşruluğunu kabul ederken, bu meşruiyet içinde faizi de kabullenmiştir. Ona göre sermaye de mal gibi alınıp satılabilir. Yani para, değer belirleme ölçüsü olmaktan çıkıp kendisi bir değer haline gelmiştir. Ahlak ve dini, sistemin temelinden uzaklaştırdığı için de çıkar sağlamaktan başka itici güç yoktur. Komünizm ise kapitalizme bir tepki olarak ferdi planda hem faizi hem de ticareti yasaklayarak sorunu halledebileceğini düşünmüştür. O da “din”i, kapitalistlerin ve burjuvanın elinde hakimiyet sağlamak için bir vasıta olarak gördüğünden, sistemin temelinden dışarı çıkarmıştır. Dolayısıyla ikisi de “din”in ekonomik yaşamda düzenleyici bir rol üstlenebileceğini kabullenmemişlerdir. Halbuki din ve ahlak unsurlarının büsbütün ekonomik hayatın kontrolü altında olduğunu düşünmek bir yanılsamaya neden olabilir. Çünkü ekonomik bir fiil, insan ve eşya arasındaki ilişkiyi içine almakla her ne kadar geniş gibi görünse de, dinin evrendeki kapsayıcılığı içinde daha küçük bir yer işgal eder. Dolayısıyla din, ekonomik hayatı da içine alıp düzenler. Belirlediği ahlaki ölçütlerle iktisadi fiillere yön verir. Dinin suistimalini önlemek yerine onu dışlayarak sorunu çözmeye çalışmak, problemin farklı bir mecrada devam etmesine neden olmaktan başka bir şey değildir. Emek ve sermaye sorununu; din ve ahlakı, şartların dışında tutarak düzeltmeye çalışmanın ne kadar sınırlı bir çözüm getirdiğini, kapitalizm ve komünizmin yüz yıldan fazla bir zamandaki uygulamalarının sonuçları ortaya koymaktadır. İslam ise ahlaki yaptırımlarıyla bireyin ekonomik fiillerini kontrol altında alır. Merkezde vicdanlar üzerine bıraktığı “yaratıcının onların bütün davranışlarını bildiği ve bunlardan sorumlu oldukları” düşüncesi vardır (Kur’an, 99/7-

48

8)43. Merkeze, vicdan üzerine bu düşünceyi yerleştirdikten sonra, emek ve sermaye olgusunu yaratıcının belirlediği ölçülere göre inşa eder. İslam, sermayeyi tek başına bir üretim aracı olarak kabul etmez ve gelirini de meşru görmez. Ona göre ancak emekle birlikte üretime dahil olduğunda bir meşruiyet kazanır. Durağan sermayeyi de bir vergiye tabi tutmasıyla (zekat), zengin kesimden yoksul kesime doğru bir transfer gerçekleştirerek sosyal bölüşümü adaletli hale getirmeye çalışır. Ayrıca bununla sermaye temerküzünün önü kesilerek paranın sürekli olarak dinamik bir yapı içerisinde bulunması sağlanmış olur. Sermaye emekle birlikte meşruiyet kazandığından sistemdeki en temel faktör emektir. Dolayısıyla İslam’a ait ekonomi anlayışı, kapitalizmin sermaye yanlısı emek sömürüsünden ve komünizmin emeği kurtarmaya çalışırken bireyi köleleştirmesinden tamamen uzaktır. Zenginliği, sermaye sahiplerinin imtiyazı olmaktan çıkaran ve onun emek aleyhine büyümesini engelleyen bir denge ekonomisidir (Karakoç, 2009: 46-48).

Kapitalizmde bireyselcilik ön plandayken, komünizmdeki fert ise toplum içinde şahsiyetini ifadeden yoksundur. İnsanda, kaynağını dürtülerinden alıp davranışlarını ve düşüncelerini yöneten ve kişisel eğilimlerini içerisinde barındıran bir alt benlikten söz etmek mümkündür. Buna karşılık kişinin toplum içindeki konumundan kaynaklanan ve adaletle hareket etmesini gerekli kılan bir ölçü vardır. Dürtüleri, onu bencilliğe ve bireysel davranışa iterken, toplum içinde yaşıyor olması kişi ve toplumun hakkını gözetmesini gerekli kılar. Aksi takdirde bu çizginin dışına çıkanlar doğal bir reaksiyonla karşılaşırlar. İkinci faktörün baskısı sonucu birey, arzu ve isteklerine gem vurarak onları toplumun ortak çıkarları doğrultusunda düzenler. Fakat bu iki durum birbirini tetikledikleri sürece devam eden döngünün fıtriliği yakalaması uzun gözlemlere ve tecrübelere bağlıdır. Kapitalizm dengeyi sermaye sahipleri lehinde ve çalışanın aleyhinde bir ölçüyle belirlerken; komünizm ise emeği burjuvanın esaretinden özgür kılmak için, sistemin baskısı altında bırakmıştır. Yani kapitalizm, bireysel güdülere daha geniş bir salahiyet sağlarken; komünizm toplumun ortak mekanizması karşısında bireysel tercihleri pasifize etmiştir. Tabi ki iki sistemin de güttüğü ölçü, İslam’ın öngördüğü ile uyuşmamaktadır. İslam medeniyetinde fert topluma baskı uygulayamaz. Kendi istekleri doğrultusunda gelişi güzel hareket edemez. Aynı şekilde toplum, kendisi

43

“Her kim zerre kadar hayır işlemişse onu görecektir”,” Her kim, zerre kadar şer işlemişse onu

49

için ferdi de feda edemez. Çünkü İslam’a göre fert, sosyal yapının temel taşıdır. Dolayısıyla da kişinin bireyselcilikten ve kölelikten uzak şahsiyet sahibi bir fert olması sağlanmalıdır. İslam bu bağlamda şahsiyet sahibi ferdi, kendi belirlediği prensipler doğrultusunda özgür kılmıştır. Ahlakını bu ilkeler ışığında belirleyen kişi için maddi menfaat artık ilk sırada olamaz. Çünkü, ona yaratıcının buyrukları doğrultusunda hareket etmesi gerektiği salık verilmiştir. Onun benliği ilahlaştırılmadan ya da inkar edilmeden ele alınmıştır. Bu denge içinde mülk edinmesi ve miras bırakması gibi en temel haklar kendisine verilmiştir. Ayrıca temel güdüleri göze alınarak hürriyet ortamı içinde İslam’ın belirlediği adalet prensiplerini aşmadan ekonomik girişimde bulunma ve fayda sağlama olanakları kendisine sunulmuştur. Fakat bu yapılırken insanların, toplumun ve diğer canlıların haklarına riayet edilmesi gerektiği de vurgulanmıştır (İsmail, 1990: 68-70).

Özet olarak İslam’ın öngördüğü ekonomik sistem, hayatın maddi ve manevi iki alanını birlikte ele alır ve bunu yaparken de iktisadi fiile ahlaki bir boyut kazandırır. Ne tüketim gereğinden fazla bir seviyeye getirilerek kaynaklar israf edilir; ne de gereğinden az üretim yapılmasına neden olacak psikolojik faktörler göz ardı edilir. Her şey yaratıcının öngördüğü ve İslam’la insanlara bildirdiği denge içinde yapılır. Bu yönüyle de tüm iktisadi sistemlerden daha temelinde ayrılır. Ayrıca İslam, sosyal ve ekonomik adaleti sağlarken insanları kardeş olarak kabul eder ve onların hürriyetlerini ön planda tutar. Bu uygulama da kapitalizm ve komünizmdekinden farklıdır. Çünkü bu sistemlerde bir öngörü olarak sosyo-ekonomik eşitlik savunulsa da, temel itici güç maddi otoritedir. İslam’ın insanlara sunduğu ortamda her ne kadar devlete ait kanunlar bulunsa da, esas olan vicdan ve akıllar üzerinde tesis edilen manevi otoritedir. İslam, insanlara yaratıcının buyruklarını bildirmekle onlara birer sorumluluk yükleyerek bu sistemi kurmuştur. Yine daha önce de değinildiği üzere kişilere ne her istediklerini “serbest rekabet” adı altında yapmaları iznini verir, ne de ticaret yapma ve mülk edinme haklarını ellerinden alarak onları köleleştirir. Adalet üzere olmak ve yaratıcının koyduğu sınırları aşmamak kaydıyla insanları hür kabul eder. Bir taraftan emeğin hakkının verilmesini salık verirken, diğer taraftan da sermaye gelirine emek olmaksızın bir meşruiyet tanımayarak faizi yasaklar. Emek ve sermaye arasında hassas bir denge kurar. Mülk edinmeye izin verirken, zekatla bunun durağan halde atıl kalmasını engeller. Buna ek olarak zenginle yoksul arasına zekatla bir köprü kurarken, ihtiyaç

50

sahibini tanımlayıp buna uymayanları çalışmaya sevk ederek bu fondan yararlanmalarını engeller. Her şeyde adaleti ve hakkı gözetir. Dolayısıyla da İslam’a göre belirlenecek ekonomik sistem, tüm iktisadi sistemlerden farklıdır. O, insanlar tarafından belirlenmiş kuralları ihtiva etmez. Prensipleri, deney ve gözlem sonucu edinilmiş bilgiyle değil; vahiyle belirlenmiştir. Bu sebeple de, kıyaslama kabul etmeyecek derecede tüm doktrinlerden ayrı bir mecrada yer almaktadır (Chapra, 2011: 102-103; Gülen, 2012: 217-222).