• Sonuç bulunamadı

İslam İktisat Tarihi’ne Ait Bir Mesele: Köle Emeği

Belgede İslam toplumunda emek ve sermaye (sayfa 119-123)

2.3. İSLAM’DA ÇALIŞMA AHLAK

2.3.8. İslam İktisat Tarihi’ne Ait Bir Mesele: Köle Emeği

Kölelik konusu tarihi bir olgu olmakla birlikte, İslam toplumlarındaki emek istihdamının farklı bir boyutunu anlamak açısından önemli olduğu söylenebilir. İslam toplumlarında daha önce sınıflaşma kavramının oluşmadığını belirtmiştik. İşte bu vetire içerisinde, Batı’dakine benzer bir kölelik anlayışı da mevcut olmamıştır.

Geçmişte yaşamış İslam devletlerinde özellikle Osmanlı Devleti’nde küçük çapta ziraat yapan kesim çoğunluktaydı. İkta ve tımar sistemi uygulamasının yaygın olduğu bu devlette, Batı’daki anlamda toprağın bir parçası sayılan “serf” kavramı ya da toprak aristokrasisi oluşmamıştı. Dolayısıyla sınıf kavramı da bulunmamaktaydı. Kölelik belki biraz da, onların himayesi açısından devam ettirilen bir kavramdı. Zaten İslam’da insanı köle yapıp satmak da yasaktı. Bu köleler genelde, ülke dışından gelen insanlardan oluşmaktaydı (Tabakoğlu, 2005b: 133).

Aynı tarihlerde Avrupa’da kölelik bir sınıf olarak görülüyordu. Serfler ise toprağın bir parçası olarak kabul ediliyordu. Bu alt sınıfın, ticaret yaparak aristokrat sınıfa geçişi mümkün değildi. Nüfusu ve üretim miktarı yavaşça yükselen küçük ekonomik merkezler halindeki feodal yapıların devamlılığı, hukuki sistem tarafından koruma altındaydı. Bu himaye, kârların çoğunun soylulara ve derebeylerine doğru akışını sağlıyordu. Dolayısıyla serf ve kölelerin, sistem içerisinde tutsaklıktan kurtulma imkanları neredeyse yok gibiydi (Wallerstein, 2010: 37).

İslam toplumlarında ise kölelik, mutlak sınırlarla çevresi çizilmiş, içinden çıkılmaz bir vasıf değildi. Bu, fonksiyonel olarak “tedbir” ve “mükatebe” denilen pratiklerle sağlanmaktaydı. Mükatebe; belirli bir süre hizmet etme ya da belirli bir mal üretme sonucunda kölenin salıverilmesiydi. Tedbir ise köle sahibinin ölümüyle gerçekleşen özgür kılınmaydı. Ayrıca bu insanlar, Avrupa’daki gibi

117

mülkiyetsizleştirmeye de maruz değildi. Buna, Osmanlı Devleti zamanındaki Bursa’nın durumu örnek olarak gösterilebilir. XIV. yy.’ın ikinci yarısında şehir nüfusunun üçte biri kölelerden oluşmaktayken, bunların hür olanlar karşısındaki mal varlığı beşte iki oranındaydı (Tabakoğlu, 2005g: 175). Dolayısıyla bu rakamlara göre, şehrin yaklaşık % 33’ünü oluşturan köleler, şehirdeki toplam mal varlığının % 40’ını elinde bulundururken; hür olan yaklaşık % 67’lik bir grup ise mal varlığının % 60’ına sahiptir. Bu oran, İslam toplumlarında köleliğin, sömürü vasıtası olmadığına açık bir delil olarak gösterilebilir.

Modern zamanda, kölelik kavramı olmamakla birlikte; esaretin ve sömürünün farklı şekillerde tezahürü söz konusudur. Batı, kalkınmasını büyük ölçüde önce köle emeğiyle, daha sonra ise işçi sömürüsüyle gerçekleştirmiştir. Daha sonrasında işçi sınıfı, sermaye sahipleri karşısında bir takım hak ve özgürlüklere kavuşmuşlardır. Sendikal haklar ise bunların ediniminde önemli birer rol üstlenmiştir. Fakat günümüzde durum, biraz farklılık arz etmektedir. Tabakoğlu’nun konu hakkındaki görüşleri, olaya farklı bir perspektif kazandırmaktadır:

Çağımızda, Batı’da ürünün işverene giden kısmı belki oran olarak küçülmüştür. Bunun belli başlı sebebi sömürünün işçi – işveren zemininden çıkıp “gelişmiş – az gelişmiş ülkeler” zeminine yerleşmesidir. Denebilir ki, Batı işçisi bu ikinci tip ülkelerin sömürülmesinde burjuvazi ile ister istemez bir ittifak içerisindedir. Geri bırakılmış ülkelerde mesela Türkiye’de, işçi – işveren sınıfları, emek – sermaye çelişkisi Batılılaşma ile birlikte ortaya çıkmıştır. Sendikalaşma Batı işçisine kapitalist sistem içerisinde az – çok güvenli bir yer sağlarken, geri bırakılmış ülkelerde Batılılaşmanın bir boyutunu teşkil etmiştir. Türkiye’deki sendikal hareket de, mevcut sömürüsü düzeni içerisinde yerini almış, hareketlerini özellikle kamu kesimine karşı yoğunlaştırmıştır. “İşçi Aristokrasisi” Batı’dakinden daha çok belirgin biçimde toplumun “hakim sınıflarının” bir bölümünü teşkil etmektedir. Toplam olarak halkın emeğinin üzerinde yükselen sömürü artık sadece burjuva bürokrat sömürüsü değildir, sendikacı sömürüsüdür de… (Tabakoğlu, 2008: 271)

Tabakoğlu’nun Türkiye örneğini vermesi, olaya bir kısıtlılık getirmez. Sonuç olarak mevcut durumun “gelişmekte olan” ya da “az gelişmiş” ülkelerde de bulunması muhtemeldir. Çünkü kalkınmada benzer yolları kullanmaktadırlar. Sendikacılığın da bu bağlamda, sömürü için kullanılıyor olma ihtimali de yüksektir. Tüm bunlar, İslam’ın sosyal adaleti temin pratikleriyle çelişen uygulamalardır. Dolayısıyla İslam’da bunlara hoş bakılması beklenemez.

118

İslam, daha önce de değinildiği üzere, mülkiyeti tabana yayma gayreti içerisindedir. Bunun en önemli kanıtlarından biri de zekat, sadaka, infak gibi kavramların, zengin kesimden yoksul kesime doğru bir fon transferi sağlarken, bunların aynı zamanda ibadet kabul edilmeleridir. Ayrıca zekat gibi uygulamalar da, şartlarını taşıyan Müslümanlar üzerinde kesinlikle yapılması gereken birer yükümlülüktür. Yine İslam’ın adaleti sağlamaya, hakkı korumaya çalışması ve tarih içerisinde Batı’nın sömürü vasıtası olarak kullandığı “kölelik” için bile bu bağlamdaki olumlu çabası, hep O’nun mezkur anlayışının eseridir. Dolayısıyla İslam’da, köleliğin sömürü aracı olarak kullanıldığını düşünmek zordur. Olsa olsa bu, bir tür “himayecilik” olarak tanımlanabilir.

119

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

İSLAM’DA SERMAYE

3.1. İSLAM’DA SERMAYE KAVRAMI

Kapitalist iktisat teorileri, sermayeyi emekten bağımsız bir faktör olarak görmektedirler. Buna göre sermaye ve sermayenin sahipliği altındaki üretim araçları, emek karşısında bağımsız bir statüye sahiptir. Yani bizatihi üretime dahil olabilir ve bunda emeğin katkısının bulunması gerekmez. Zaten sermayenin üretimden aldığı pay da “faiz” olarak adlandırılmış ve kapitalist iktisadi düşüncede meşru sayılmıştır.

Teknik olarak sermaye, üretime katılan bir mal olarak da tanımlanabilir. Böyle bir tanımlamada bu mal, “sabit sermaye” ve “değişir sermaye” şeklinde bir tasnife tabi tutulabilir. Bina, makineler, demirbaş eşya vb. unsurlar, birden çok üretim aşamasına katılabilirler ve “sabit sermaye” olarak adlandırılırlar. Hammaddeler, enerji kaynakları vb. ise “değişir sermaye”ye örnektir (Tabakoğlu, 2005b: 134-135).

Marksizm’e göre ise sermaye, hem kapitalistlerin kârlarının kaynağı hem de üretim araçlarına sahip olmanın tek vasıtasıdır. Ayrıca kapitalistlerin, ücretli emeğin üretim araçlarına sahip olmasını önlemede kullandıkları bir silahtır. Yani onları birilerinin kölesi ya da serfi konumundan kurtarmakla birlikte, onları ücretle çalışan emek güruhu şekline dönüştüren; fakat aynı zamanda da düşük ücret miktarıyla büyük sermaye gerektiren üretim araçlarına sahip olmalarını engelleyen bir faktördür. Bu nedenle de özel mülkiyet bertaraf edilerek, sermaye komünal bir unsur haline gelmelidir. (Marx, 2011: 687-688).

Sermaye, nihai malların tüketimiyle elde edilen kârlarla birlikte birikir. Bu birikim, aynı zamanda sonraki üretim dönemlerinde kullanılmak üzere ayrılan tasarruflardır ve sermayenin temel kaynağı da bunlardır. Her üretim döneminde ek bir getiri ile büyüyen sermaye ile desteklenen emeğin verimliliği artar. Aksi bir durumda, emeğin payı sabit kalırken, sermayenin sürekli büyüyen oranlarda artması söz konusu olur ki, sosyo-ekonomik adaletsizliğe neden olabilir. İşte üretim ve bunun getirisi sonucunda ortaya çıkan sermaye, aslında birikmiş değerdir.

120

Emek ve sermayenin üretim sürecine birlikte katılmaları, karşılıklı olarak kâr ve zarara ortak olmalarını da zorunlu kılar. Tersi bir durumda sermayeye, emekten bağımsız ayrıcalıklı bir statü tanınması demek olur ki; böyle bir olguyla emek ve sermaye sahipleri arasında sürekli bir çatışma ve gerginlik ortamı oluşabilir. Rizikosuz ve emekten arınmış sermaye kazançları (faiz), emeği üretim sürecine yabancılaştırır. Aynı zamanda da, sermayenin belirli grupların ellerinde toplanmasına neden olur ve emek aleyhine çeşitli sermaye tekelleri oluşturur (Tabakoğlu, 2008: 272).

İslam, sermayeyi emekle birlikte ele alır. Ona, emekten bağımsız olarak üretime katılma hakkı tanımaz. Bu sebeple de “faizcilik” yasaklanmıştır. Emekle birlikte üretime katıldıklarında ise her iki tarafa da rizikoyu üstlenme sorumluluğunu yükler. Sadece bu ilkeyi benimsemiş emek – sermaye ortaklıklarının kurulmasına izin verir (Armağan, 1996: 40-41). Dolayısıyla İslam’da emekten bağımsız ve rizikosuz bir sermaye anlayışı yoktur. Bu bağlamda, kapitalist iktisattan ayrılırken; özel mülkiyeti tanımasıyla da komünal ekonomik düşünceyi savunan doktrinlerden farklılaşır.

Belgede İslam toplumunda emek ve sermaye (sayfa 119-123)